26 Mart 2010 Cuma

Kimin Anayasası?..

26/03/2010

ÖZGÜRCE

87 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nde 23 kez oluşan mecliste 60 farklı hükümet görev almış ve Cumhuriyetin kuruluş anayasası olan 1924 Anayasası’ndan sonra 2 kez yeniden anayasa yapılmış. Bu 87 yıl içinde 3 kez asker darbe yapılmış ve parlamenter sisteme doğrudan veya dolaylı olarak müdahale edilmiş. Tesadüf bu ya(!) yeniden yapılan 2 anayasa da bu darbe dönemlerinde oluşturulan ve toplum iradesini temsil etmeyen meclisler tarafından hazırlanmış. Yani 87 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nde asker vesayeti olmadan, toplumun seçtiği bir parlamentonun yeni bir anayasa yaptığı görülmemiş.

Peki, darbe rejimleri neden yeni bir anayasa yapma gereği duymuş? Öyle ya anayasa dediğiniz; “Bir devletin nasıl yönetileceğini belirleyen, kişi hak ve özgürlüklerini düzenleyen bir belgedir”. Cumhuriyetin ilk anayasası olan 1924 Anayasası’nda yer alan hangi hükümler yetersiz ya da fazla gelmiş de darbeciler yeni bir anayasa yaparak, devlet yönetimi ile kişi hak ve özgürlükleri konusunda yeni bir düzenleme yapma gereği duymuş?

Bunun yanıtı, darbelerin yapıldığı dönemlerde kapitalizmin içinde bulunduğu süreç ve Türkiye’nin bu süreçteki konumunda aranmalıdır. 1961 Anayasası’na vesile olan 27 Mayıs darbesi, Türkiye’nin II.Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin yeniden yapılanan koşullarına uyum sancılarının yaşandığı bir süreçte gerçekleştirilmiştir. Ortaya çıkarttığı sonuçlar itibariyle baktığımızda 1961 Anayasası, devlete sosyal işlevler yükleyerek ve başta grevli toplusözleşme hakkı olmak üzere kişi hak ve özgürlüklerini geliştiren düzenlemeler yaparak Türkiye’nin kapitalizmin talep yönlü politikalarına uyumunu sağlamış ve sisteme uyum sancılarını sona erdirmiştir.

1982 Anayasası’na vesile olan 12 Eylül darbesi de özünde 27 Mayıs gibi kapitalizmin dönemsel koşullarına uyum sürecindeki sancıları sonlandırmaya yönelik olarak gerçekleştirilmiştir. Ancak bu kez uyulmaya çalışılan kapitalizm “farklıdır”. Bu kapitalizmde devlet artık sosyal değil, piyasa devletidir. Diğer taraftan örgütlenme hakkı başta olmak üzere kişi hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi değil, olabildiğince kısıtlanması hedeflenmektedir. 12 Eylül darbesinin yarattığı baskı ortamı kapitalizmin Türkiye’den istediği uyumlaşmayı fiilen sağlamıştır. 1982 Anayasası da bu ortamı kalıcılaştıran bir belge olmuştur.

1982 Anayasası’nın üzerinden 28 yıl geçtikten sonra bugün yeni bir anayasa değil ama Anayasa’daki temel yaklaşımı değiştirecek bir düzenleme gündeme getirilmiştir. Bu kez söz konusu köklü değişimin gerçekleştirilmesine vesile olan bir askeri darbe yoktur. Değişimi yapmaya talip olan parlamenter sistem içinde seçimle iktidara gelmiş bir siyasi partidir. Dolayısıyla yapılmak istenen değişim ne kadar köklü de olsa Anayasayı değiştirme süreci en azından görüntü olarak bundan öncekilerden daha “demokratik” bir ortamda gerçekleşmektedir.

Anayasa’da yapılmak istenen değişikleri içerik olarak ele aldığımızda özgürlükçü demokrasi anlayışını asla temsil etmese de liberal demokrasi anlayışına göre yapılanmış olan devlet aygıtı temelden dönüştürülmek istenmektedir. Ancak Anayasa’da yapılmak istenen değişiklikleri AKP’nin dünya görüşü ve benimsediği ekonomi politikalarıyla birlikte değerlendirdiğimizde hedeflenenin liberal düzene aykırı bir durum olmadığı görülecektir. AKP’nin tüm kurum ve kurallarıyla yerleştirmeye çalıştığı, liberalizmin en rafine hali olan serbest piyasa düzenidir. Dolayısıyla AKP’nin derdi liberal demokrasinin liberal kısmı değil, demokrasi kısmıdır. Çünkü serbest piyasanın gereği olarak yapılmak istenen birçok düzenleme bırakınız özgürlükçü demokrasiyi, liberal demokrasi anlayışının bile kabullenemeyeceği boyuttadır. Bu nedenle serbest piyasanın gereği olarak getirilmek istenen pek çok düzenleme liberal demokrasi anlayışıyla yapılanmış olan yargıdan dönmektedir.

AKP’nin anayasa değişikliği projesinin gerisinde yatan işte demokrasinin hiçbir biçiminin kabullenemeyeceği kadar acımasız, vahşi bir düzendir. Elbette bu vahşetin en başta gelen muhatabı geniş emekçi kesimlerdir. Destekçisi ise AKP temsilcilerinin de her vesile ile belirttiği başta AB ve kapitalizme yön veren diğer ülke ve kurumlardır. Ulusal sermayenin temsilcilerinin de belki birkaç ufak itiraz dışında yapılmak istenen değişikliği destekleyeceğine kuşku yoktur. Zaten AKP, bu desteği arkasında hissetmese bu köklü değişimi göze alamaz ve kendisi için de riskli olan bu işe girişmezdi.

Sözün özü: Türkiye’de yapılan anayasaların arkasında daima bir darbe ile iktidarı ele geçirmiş olan askerin vesayeti olmuştur. AKP, asker vesayeti olmadan yeni bir anayasa değil ama mevcut anayasal düzeni köklü biçimde değiştirecek bir düzenlemeye gitmektedir. Ancak, arkasında asker vesayeti olmaması, yapılmak istenen anayasa değişikliğinin demokratik bir biçimde gerçekleşeceği anlamına gelmez. Zira bu kez de yapılmak istenen anayasa değişikliğinin arkasında, kapitalizmin uluslararası kurumları ve sermaye vardır. Ne ilginçtir ki 1961 ve 1982 Anayasası’nın arkasında askerin vesayetinin bulunmasını sağlayan darbeler, bugün anayasa değişikliği için AKP’yi destekleyenlerdir. Yani Türkiye’de anayasaların arkasındaki gerçek vesayet sahipleri hangi görünüm altında olursa olsun değişmemektedir. Emekçi sınıflar siyasal bir güç oluşturamadığı sürece herhangi değişim de beklenmemelidir.

23 Mart 2010 Salı

Anayasa Paketinde Toplu Sözleşme Aldatmacası….


23.03.2010

AKP, kendi ekonomisi, kendi üniversitesi, kendi bürokrasisi, kendi eğitim ve sağlık sisteminden sonra şimdi de kendi yargısını oluşturup devlet üzerindeki hakimiyetini daha da perçinlemeye hazırlanıyor. Bu kapsamda gerçekleştirmeyi planladığı Anayasa değişikliğini gündeme getirdi. Ancak Anayasa değişikliklerini istediği gibi Meclisten geçiremeyeceğini görünce de referandum yoluna girmeyi deneyecek anlaşılan.

8 yıla yakın iktidarında toplumun çok büyük kesimine yoksulluk ve işsizlik dışında bir şey getirmemiş olan AKP’nin toplum önüne –evet ve hayırdan oluşan- iki seçenek koyması kendisi için son derece risklidir. Bu nedenle AKP, artık alıştığımız şark kurnazlığını bir kez daha gösteriyor ve Anayasa değişiklik paketi içine AKP’ye “hayır” diyecek kesimlerin de desteğini alacağını düşündüğü maddeleri de sokuşturuveriyor.

AKP’nin yargıya yönelik operasyonu çerçevesinde yapmayı planladığı Anayasa değişiklik paketine “göz boyamak” babında koyulmuş özellikle iki madde dikkat çekiyor. Bunlardan biri geçici 15. maddenin kaldırılarak 12 Eylül darbecilerine yargı yolunun açılması, diğeri de 53. maddede yapılacak değişiklikle memurlara ve diğer kamu görevlilerine toplu sözleşme hakkının tanınması.

Darbecilere yargı yolunun açılması da, kamu emekçisinin toplu pazarlık hakkı elde etmesi de Türkiye’de emekten yana sol kesimlerin çok uzun zamandır talebidir. Ancak gündeme getiriliş biçimi ve içeriğine bakıldığında bu maddelerin “göz boyamak” amacıyla konulduğu bir kez daha anlaşılmaktadır. Zira pek çok hukukçu geçici 15. maddenin kaldırılmasının darbecileri yargılamak konusunda yeterli olmadığı düşüncesindedir. Kaldı ki 12 Eylül darbesinin ardındaki “gerçek aktörler” olan ABD hegemonyasındaki küresel kurumlar ve ulusal sermaye, bugün aynı gerekçelerle AKP iktidarının arkasındadır. Darbeyi fiilen gerçekleştirenlerin yargılanması son derece önemlidir elbette. Ancak darbenin ardındaki aktörlerden hesap sormadan sadece bunların yargılanmasıyla devlet, 12 Eylül darbesinin kirini temizlenmiş olmayacaktır. Aksine gerçek faillerin gizlenmesiyle 12 Eylül ruhu yoluna devam edilecektir.

Anayasa değişikliği paketinde kamu emekçilerine toplu sözleşme hakkının yer alması da son derece “aldatıcı”dır. Anayasanın 53. maddesinde yapılması planlanan değişiklikle “memur ve diğer kamu görevlileri, toplu sözleşme yapma hakkına sahiptir” ifadesi maddeye eklenmektedir. Ancak bunun hemen ardından “Toplu sözleşme yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde taraflar Uzlaştırma Kuruluna başvurabilir. Uzlaştırma Kurulu kararları kesindir ve toplu sözleşme hükmündedir.” denilerek grev hakkı tanınmamıştır. Bu haliyle getirilecek toplu sözleşmenin sonuçları itibariyle toplu görüşmeden hiçbir farkı yoktur.

Öte yandan, en geniş haklarla bile donatılmış olsa sendikal örgütlenme ve toplu sözleşme hakkının kullanılması için iş güvencesi son derece önemlidir. AKP hükümeti döneminde kamu hizmetleri hızla tasfiye edilmiş ve kamu personel sayısı azaltılmıştır. Yeni alınan kamu personelinin çok önemli kısmı da sözleşmeli yani güvencesiz olarak istihdam edilmektedir. Bu koşullarda örgütlenmek ve sendikal hakları kullanmak neredeyse olanaksızdır. Bir de bunun üzerine AKP’nin kamu emekçilerini yandaş sendikası Memur Sen’e alenen yönlendirmesi kamuda toplu sözleşmeyi tamamen anlamsız hale getirmektedir.

AKP’nin Anayasa değişikliği paketi içine bu “aldatıcı” düzenlemeleri de koyup paketi sözde demokratik bir görünüme büründürmekten beklentisi; 12 Eylül darbesini en sert biçimde hissetmiş solcu ve emekçi kesimlerin Anayasa değişikliğini yani AKP’yi desteklemesidir.

Tabi yerseniz…

19 Mart 2010 Cuma

TEKEL Direnişinde Sendikalar Hatalarını Tekrarlamamalı…

19/03/2010

ÖZGÜRCE

İki hafta önce 78 gün süren TEKEL direnişinin simgesi çadırlar söküldü. Ama TEKEL işçisi direnişine son vermedi. Geçen iki hafta içinde hem kendilerine güvencesiz bir yaşamı dayatan hükümet üyelerine tepkilerini gösterdiler, hem de bulundukları bölgelerdeki direnişlere destek verdiler.

TEKEL işçisi, bireysel düzeyde üzerine düşeni önemli ölçüde yaptı ve yapmaya devam ediyor. Ama sanırım temel sorun, TEKEL direnişinin başından bu yana sendikaların tutumunda. Direniş sürecinde bu köşede defalarca belirtildiği gibi, bu direniş, işçi sınıfı mücadelesi tarihinde önemli bir yer edindiyse; bu, sendikal önderlik ya da sendikal dayanışmanın değil doğrudan TEKEL işçilerinin ve onların yanında olan emekçilerinin eseridir. Burada direnişe gönülden destek veren sendikacıları elbette görmezden gelmiyorum. Ama sendikalardan gelen bu sınırlı destek, genellikle sendikaların başındaki -sayıları son derece az olan- dirayetli sendikacıların bireysel gayretiyle olmuştur. Yani sendikalar, örgütsel güçlerini samimi olarak direniş sürecine yansıtmamışlardır. Bu nedenle de, TEKEL direnişi çok daha büyük bir mücadele haline dönüştürülebilecekken, bu olanak kullanılamamıştır.

TEKEL direnişi sona ermemiştir. Hükümet, TEKEL işçilerini ve onlarla birlikte on binlerce emekçiyi 4-c ile simgeleşen güvencesiz çalışmaya mahkum etmekte ısrarlıdır. Hükümetin, sadece 2010 yılı için 4-c kadrosunda istihdam etmeyi planladığı işçi sayısı 36 bin 215’tir. Halen 4-c kadrosunda çalışan 19 bin 436 işçinin yüzde 91.5’inin, özelleştirilen işyerlerinden bu kadroya geçirilen işçiler olduğu düşünüldüğünde, yeni 4-c’li olacakların da çok önemli bir bölümünün özelleştirilecek işletmelerde halen kadrolu çalışanlar olacağı söylenebilir. 2010 yılı özelleştirme programının başında, enerji kuruluşları ve şeker fabrikaları gelmektedir.

Özelleştirme sonrasında 4-c’ye geçirilecek işçilerin çok büyük bir bölümü, Türk-İş Başkanı Kumlu’nun sendikası Tes-İş’in örgütlü olduğu enerji işletmelerinde çalışmaktadır. Yani önümüzdeki süreçte Türk-İş başkanının sendikasının üyeleri de TEKEL işçilerinin durumuna düşecektir. Hal böyleyken, 78 günlük TEKEL direnişi sürecinde Kumlu’nun başkanlığındaki Türk-İş bir tarafa, Tes-İş’in de ne kadar samimiyetsiz ve mücadeleden uzak bir tavır aldığı izlenmiştir. Umarım bu durumu çok yakın zamanda TEKEL işçisiyle aynı konuma gelecek olan Tes-İş üyesi işçiler değerlendirmektedir.

Elbette sadece Tes-İş Sendikası ve enerji işçileri değil, başta şeker işkolu olmak üzere diğer birçok işkolu için de aynı durum geçerlidir. Ayrıca özelleştirilecek işyerleri kapsamında yer almayan kamu çalışanı işçi ve memurlar da, adı 4-c olmasa da güvencesiz çalışma koşullarının dayatmasıyla karşı karşıyadır. Bunun da ötesinde, özel sektörde çalışan emekçiler için getirilmek istenen çalışma düzeni de daha farklı değildir.

OECD’nin geçen hafta açıkladığı Büyümeye Geçiş 2010 raporunda da ısrarla vurgulandığı gibi, küresel kapitalizmin yönlendiricisi kurumlar Türkiye’de kıdem tazminatının kalkmasını, asgari ücretin düşürülmesini ve esnek çalışmanın yaygınlaştırılmasını istemektedir. Ayrıca TİSK, TÜSİAD, TOBB gibi işveren örgütlerinin talepleri de aynı yöndedir. AKP Hükümeti de 8 yıllık iktidarını borçlu olduğu bu kesimlerin telkinleri ile hareket etmekte ve tüm gücüyle emekçileri güvencesiz bırakacak, yoksullaştıracak bu uygulamaları yaşama geçirmek istemektedir.

Sözün özü: TEKEL işçisinin direnişi, tüm emekçileri tehdit eden güvencesiz çalışmaya, örgütsüzleştirmeye, yoksullaşmaya karşıdır. Sendikalar bugüne kadar, TEKEL direnişinin bu bütünlüklü saldırıya karşı ortaklaştırılması gereken bir mücadele olması gerektiğini algılayamamış ve TEKEL direnişini yalnızlaştırmıştır. TEKEL işçisinin 1 Nisan’da tekrar başlayacağı direniş sürecinde aynı hataların tekrarlanmaması gerekir. Ancak maalesef, sendikalar cephesinde bu yönde bir çaba görülmemektedir.

16 Mart 2010 Salı

Emekçiye Karşı “Planlı-Programlı” İşler…


16.03.2010 

AKP hükümeti, emekçilere yönelik yaklaşımını TEKEL direnişi sırasında en açık biçimde ortaya koymuştu. Özellikle Maliye Bakanı, Çalışma Bakanı ve Başbakan’ın azından yapılan açıklamalarda emek piyasasının esnekleştirileceği yani emekçilerin güvencesiz, örgütsüz ve kuralsız bir ortamda çalışmaya zorlanacağı son derece kesin biçimde dillendirildi. Esnek çalışmaya karşı direnen başta TEKEL işçisi, itfaiye işçisi ve diğer emekçilere reva görülen tazyikli su, gaz bombası ve gözaltılar da yine bu konudaki yaklaşımları sergilemesi bakımından önemliydi.

Peki, AKP’yi emekçi karşıtı politikaları uygulamaya yönelten ve canhıraş biçimde bu politikaları savunmaya iten neden neydi?

Aslında Başbakan, 31 Ocak tarihinde TRT’de yayınlanan Enine Boyuna adlı programda bu sorunun cevabını açıkça veriyordu. Bir gazetesinin “TEKEL işçileri, eczacılar, doktorlar, avukatlara yönelik çalışmalar bir “dönüşüm”. Bu “dönüşüm” iyi yönetilebiliyor mu, zamanlaması iyi yapılabiliyor mu?" sorusuna karşılık olarak Başbakan: "Bunlar planlı ve programlı işler, ertelendiği zaman da 'niye bu kadar ertelediniz?' diye sorulur” diyor ve ekliyordu: “Sırtımızdaki yumurta küfesi çok ağır. Bunu hafifletmemiz lazım. ’Acaba bu ne der, şu ne der’ diye bakarsak, hiçbir adımı atamayız.”

Bu sözleriyle Başbakan, emekçi karşıtı politikaların sırtına “yumurta küfesi” olarak yüklendiğini ve bunun kendisinden hesabının sorulacağını söylüyor. Yani Başbakan’ın sözlerinden anlaşılan bu politikaları dışarıdan birilerinin “zorlamasıyla” uyguluyor. İyi de “bağımsız” Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakan’ını toplumun çok büyük bir bölümünü oluşturan ücretlilere karşı bir tutum sergilemeye kim, hangi tehditle zorlayabilir?

Biz Başbakan’ın sözünü ettiği “planlı ve programlı” işler ertelediğinde “başına neler geleceğini bilemeyiz”. Ama Başbakan’ı tehdit ederek, yönettiği ülkenin çok büyük kesimine düşman hale getiren bu “planlı ve programlı” işlerin neler olduğunu ve işlerin gerçek sahiplerini bilebiliriz. Çünkü onlar kendilerini hiç saklamazlar. Kimi zaman IMF, kimi zaman Dünya Bankası, kimi zaman AB, kimi zaman da OECD olarak çıkarlar karşımıza. Ve bu ülkede yaşayan insanları ve tabi en başta da emeğiyle geçinenleri işsizliğe, yoksulluğa ve daha derin bir sömürüye mahkûm edecek politikaları hükümetlerin önüne koyarlar. Bunlardan en sonuncusu OECD’den geldi.

OECD, geçen hafta açıkladığı Büyümeye Geçiş 2010 raporunda yine Türkiye’de emek piyasasının daha da esnekleştirilmesini ve kıdem tazminatının kaldırılarak, asgari ücretin düşürülmesi gerektiğini buyurdu. Bununla da yetinmedi, eğitim sisteminin piyasanın ihtiyacını karşılayacak biçimde yeniden düzenlenmesini, özelleştirmelerin devam etmesini ve teşvik adı altında sermayeye kaynak aktarılması gerektiğini de ekledi. Yani Başbakan’a sırtındaki yumurta küfesini bir kez daha hatırlatmış oldu.

OECD ya da kapitalizmin küresel düzeydeki diğer kurumları, kapitalizmin bekası için bu ve benzeri emekçi düşmanı politikaları güdümleri altında bulunan ülkelere dayatmaya bundan böyle de devam edeceklerdir. Burada önemli olan Yunanistan’da olduğu gibi bu dayatmaların uygulanmasını engellemek üzere emekçi sınıfların direnç göstermesidir. Bugüne kadar Türkiye’de olduğu gibi emekçi örgütleri seslerini çıkartmaz ve hatta bu kurumlardan biri olan AB’nin savunuculuğunu yapmaya devam ederlerse başbakanlar da sırtlarındaki küfenin hesabını kolayca verir ve emekçileri eze eze iktidarlarını sürdürmeye devam ederler.

12 Mart 2010 Cuma

IMF’siz Yola Devam Ama Nasıl..?

12/03/2010

ÖZGÜRCE

IMF, DB ile birlikte II. Dünya Savaşının ardından ABD hegemonyası altında yeniden düzenlenen kapitalist sistemde ekonomi politikalarını tüm ülkelerde hakim kılmak üzere kurulmuş bir örgüttür. Türkiye, bu yeniden yapılanan kapitalist düzen içerisinde yerini almak için 1947 yılında IMF üyesi olmuştur. 1970’ler sonrasında neoliberal politikalar doğrultusunda kapitalizmin yeniden yapılandığı süreçte işlevi artan IMF’nin neoliberal politikaların Türkiye’de yerleşmesinde de önemli rolü olmuştur.

AKP Hükümeti iktidara geldiğinde Şubat 2002’de Kemal Derviş döneminde imzalanmış olan stand-by anlaşmasına sahip çıkmış ve bu anlaşmanın sona ermesiyle birlikte Mayıs 2005’te yeni bir stand-by daha gerçekleştirmiştir. Mayıs 2008’de biten anlaşmasının ardından ortaya çıkan krizle birlikte yeni bir stand-by sürekli gündemde olmuş ama imzalanmamıştır. Nihayet çarşamba günü de hükümet IMF ile anlaşma yapılmayacağını açıklamıştır.

Hükümetin IMF ile anlaşma yapılmayacağını açıklaması -beklendiği gibi- hükümet yandaşı medya tarafından ekonomi yönetiminin başarısı olarak gösterilmiştir. Aslında Türkiye’nin IMF ile macerasında yapılan bütün anlaşmalar ekonomideki olumsuzluklar gerekçe gösterilerek yapılmış ve IMF ile anlaşma yapan ekonomi yönetimleri başarısızlıkla suçlanmıştır. IMF ile yapılan anlaşmalara en büyük tepki ise her zaman sol, sosyalist, emekten yana kesimlerden gelmiştir. Çünkü IMF ile anlaşmak demek neoliberal politikaların yaşama geçmesi yani toplumdan alınan vergilerin artması, sosyal harcamaların azalması, paranın değer kaybetmesi ve ücretlerin baskılanması demektir.

Bu durumda akıllara gelen soru şudur: Emekten yana kesimlerin sömürüyü ve yoksulluğu arttırdığı için karşı çıktığı IMF ile hükümetin anlaşma yapmamasını nasıl değerlendirmek gerekir?

AKP’nin emekçilere yönelik yaklaşımını bilen hiç kimse AKP’nin emekçileri ve sermaye dışındaki geniş toplum kesimlerini düşündüğü için IMF’yle yeni bir anlaşma imzalamadığına inanmayacaktır. Sokağa biraz olsun bakıp işsizliği, yoksulluğu görenler ise hükümetin söylediği gibi ekonominin -en azından emekçi kesimler için- olumlu olmadığını görecektir.

Devlet Bakanı Babacan’ın da belirttiği gibi bundan böyle IMF programları yerine hükümetin hazırladığı Orta Vadeli Program (OVP) uygulanacaktır. Eylül 2009’da açıklanan ve 2010-2012 yıllarını kapsayan OVP, muhtemel bir stand-by anlaşmasından pek de farklı değildir. OVP’nin hedeflerinin başında kriz sonrasında artan bütçe açığının kapatılması için “mali disiplin” ve “küresel rekabete uyum” gelmektedir. OVP kapsamında 2010 bütçesine de yansıyan mali disiplin, bütçe gelirlerinin arttırılmasını ve bütçe giderlerinin azaltılmasını öngörmektedir. Bütçe gelirlerinin arttırılması için toplumdan alınan vergilerin ve özelleştirme gelirlerinin arttırılması amaçlanmaktadır. Bütçe giderlerinin azaltılması için de personel giderlerinin (personel sayısı azaltılarak ve ücretler baskılanarak) ve başta sağlık olmak üzere (global sağlık bütçesi yoluyla sağlıkta tasarruf) kamu harcamalarının azaltılması öngörülmektedir. OVP’nin küresel rekabete uyuma yönelik hedefleriyse esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, eğitim sisteminin sermayenin taleplerine göre uyarlanması ve teşvik adı atında sermayeye kaynak aktarılmasından ibarettir.

Özü itibariyle IMF’nin stand-by anlaşmalarından farklı olmayan OVP, AB’nin neoliberal politikalar çerçevesinde serbest piyasa ekonomisine uyumu şart koşan normları öncelik alınarak hazırlanmıştır. Dolayısıyla ekonomi yönetiminin IMF’nin mi yoksa AB’nin mi güdümünde yürüdüğünün fazla bir önemi yoktur. Sonuçta emekçiler yeterli tepki göstermediği sürece kapitalizmin hangi kurumu üzerinden gelirse gelsin işsizlik, yoksulluk ve sömürü giderek derinleşecektir.

5 Mart 2010 Cuma

Mücadele İçin Sendika, Mücadeleci Sendika İçin Yine Mücadele!..

05/03/2010

ÖZGÜRCE

TÜİK’ten ardı ardına gelen açıklamalar Türkiye’de emekçi sınıfın derin bir uçurumun kenarında olduğunu bir kez daha göstermiştir. Bir taraftan işsizlik giderek artarken diğer taraftan AKP’nin pek övündüğü düşük enflasyon da artık üzeri örtülemez biçimde artmaktadır. Enflasyon ve işsizlik zaten tek başına emekçileri yoksulluğa iten bir durumdur. Ama bundan daha da önemli olanı işsizlik ve geçim sıkıntısının emekçiler üzerinde yarattığı baskıdır. Emekçilerin karşı karşıya kaldığı bu baskıyı sermaye bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirir. Çünkü işe ve ekmeğe daha zor ulaşmak, emekçilerin, en düşük ücrete en kötü koşullarda çalışmaya razı olmasını sağlar. Böylece sermayenin kârı artarken emekçiler yoksulluk ve yoğun sömürü sarmalı içinde sıkışıp kalır. Yani işsizlik ve enflasyon televizyon ekranlarında ya da gazetelerde gösterildiği gibi toplumun tümünü olumsuz etkileyen bir sorun değildir.

O halde işsizliğin ve pahalılığın nedeni olan ve bunu fırsat olarak görenlerin oyununa gelmemek gerekir. 1980’li, 1990’lı yıllarda olduğu gibi işsizliği, enflasyonu yaratan politikaları uygulayanların toplumun karşısına geçip –utanmadan- fedakarlık istemelerine sessiz kalınmamalıdır. Oyunu bozmanın tek yolu emekçilerin örgütlü mücadelesidir…

Emekçilerin örgütlenmesi denilince akla ilk olarak elbette sendikalar gelir. Ve ardından son zamanlarda sıkça dillendirilen soru şudur: Mevcut sendikal yapılarla mücadele nereye kadar örgütlenebilir ve ne kadar başarıya ulaşabilir?

Aslında 78 gün süren TEKEL direnişi sürecinde bu sorunun yanıtı önemli ölçüde ortaya çıkmıştır. Her şeyden önce bu direnişte Türk İş’ten DİSK’e, KESK’ten T.Kamu Sen’e kadar hiçbir sendikal yapının emekçilerin ihtiyacı olan mücadeleyi yürütemeyeceği bir kez daha görülmüştür. Ama aynı zamanda TEKEL direnişi; hem farklı kesimlerden emekçileri birleştirmiş hem de emekçilerin mücadele gücüyle mücadeleden uzaklaşmış olan sendikal yapıların -zorlayarak da olsa- mücadeleye çekilebileceğini göstermiştir(!)

Gerçi sendikaların içindeki sınıftan, mücadeleden kopuk, iktidar ve sermaye ile uzlaşma içinde varlığını korumaya çalışan anlayış, öylesine kastlaşmıştır ki TEKEL işçisinin bu kastı tek başına kırması elbette mümkün olmamıştır… Zaten bu kastlaşmış yapı yüzünden aslında milyonlarca emekçinin talepleriyle direnen TEKEL işçisinin mücadelesi ortaklaştırılamamış ve TEKEL işçisi yalnızlaştırılmıştır. Ama TEKEL işçisi, tüm yalnızlaştırılmışlığına ve sendikaların tüm engelleme çabalarına rağmen inatla direnişini sürdürmüş ve sonunda da mücadelenin en azından birinci raundu kazanılmıştır. TEKEL direnişi “Uzlaşarak değil mücadele ederek” kazanılabileceğini bir kez daha göstermiştir.

Önümüzdeki süreçte daha da derinleşecek olan işsizlik, enflasyon ve onun getirdiği baskılar emekçiler için çok daha karanlık bir dönem getirecektir. Bu karanlığa karşı koymanın yolu TEKEL direnişinin de gösterdiği gibi “Uzlaşmadan değil mücadeleden” geçmektedir. Varlıklarını sermaye ve iktidar ile uzlaşmaya dayandırmış sendikal yapılardan gerekli olan mücadeleyi örgütlemesi beklenemez. O halde mücadelenin önünü açmak için acilen sendikalara hakim olan bu kastlaşmış yapının aşılması gerekir. Bunun için öncelikle sendikalar içindeki sınıf bilincine sahip, ilkeli, mücadeleci kadrolar ile sendika üyeleri başta olmak üzere tüm emekçiler sendikalara sahip çıkmalı ve kastlaşmış bu yapı yıkılmalıdır (!)

"On Binlerce Emekçi 4C Tehdidiyle Karşı Karşıya, Mücadele Birleşmeli"

"On Binlerce Emekçi 4C Tehdidiyle Karşı Karşıya, Mücadele Birleşmeli"


Tolga KORKUT tolgakorkut@bianet.org İstanbul -
BİA Haber Merkezi 02 Mart 2010, Salı

Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü'nden Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu, 4C adı verilen kamuda "geçici personel" olarak çalışmanın yalnızca 8 bin TEKEL işçisinin sorunu olarak görülmesinin hata olduğunu vurguladı.

bianet'in görüştüğü Müftüoğlu'na göre, hükümet kısa vadede elektrik, demiryolu, PTT, şeker ve Çaykur gibi kamu işletmelerini özelleştirmeyi planlıyor ve burada işçi statüsünde çalışanların hepsi 4C tehdidiyle karşı karşıya.

Müftüoğlu "Hep şu hata yapıldı. 'TEKEL işçisine destek' dendi. Oysa sorun sadece TEKEL işçilerinin sorunu değil. Bu hepsinin mücadelesi. Sahiplenmek gerekiyor. Maalesef sendikalar bunu yapamadı" dedi.

Hükümetin 2010 için 4C planı: 53 bin 655 kişi

Devlet Personel Başkanlığı'nın 4 Şubat'taki açıklamasına göre, halihazırda kamuda 17 bin 440 kişi 4C statüsünde çalışıyor. Hükümet aynı tarihte, 18 bakanlık, iki genel müdürlük ve üniversitelerde 2010 için 36 bin 215 kişilik 4C kadrosu açtı.

Dava on binlerce emekçiyi etkileyecek

78 günlük direnişlerine bugün ara veren TEKEL işçilerinin örgütlendiği TEKGIDA-İŞ sendikasının başkanı Mustafa Türkel, liman işçilerinin de bu tehditle karşı karşıya olduğunu söyledi.

bianet'in görüştüğü, Danıştay'daki 30 günlük başvuru süresi davasını kazanan TEKEL işçilerinin avukatı Gökhan Candoğan, Danıştay'ın 4C düzenlemesiyle ilgili vereceği esas kararın bu kişileri, yeni kadroları ve özelleştirme kapsamında olan işyerlerindeki binlerce işçiyi daha etkileyeceğini dile getirdi.

Candoğan, ŞEKER-İŞ sendikasının açtığı davada, şeker fabrikalarının özelleştirilmesiyle ilgili ihale sürecinin durdurulduğunu da anımsattı.

"Mücadele ortaklaşmalı"
Müftüoğlu, Danıştay'ın 30 günlük başvuru süresiyle ilgili kararının bir fırsat olduğunu, sendikaların bunu iyi değerlendirmesi gerektiğini söyledi. "

Müftüoğlu, sendikaların bir özeleştiri sürecinin ardından buradaki işçilerin mücadelesini ortaklaştıracak politikaları hızla belirlemeleri, ayrıca kamuda sözleşmeli olarak çalıştırılan öğretmen, doktorların da bu mücadeleye katılması gerektiğini söyledi.

"Mesele işçilere iş bulunması değil. Kamuda istihdam zaten az. İhtiyaç olan yerlere rahatlıkla dağıtılabilirler. Adı 4C olsun olmasın, hükümetin asıl istediği iş güvencesi ve sendikal örgütlülüğü olan bu emekçileri, iş güvencesiz ve sendikasız olarak kamuda çalıştırmak. İşgücü piyasasını esnekleştirmek. Mücadelenin ana ekseni bu olmalı.

"Hükümetin TEKEL işçilerinin eylemiyle ilgili bu kadar tepki göstermesinin altında bu çokluk var. 'Biraz olsun taviz verirsek, arkadan gelen diğer işyerlerinde de emekçilere itiraz yolu açılmış olacak' diye düşünüyorlar." (TK)