ÖZGÜRCE
87 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nde 23 kez oluşan mecliste 60 farklı hükümet görev almış ve Cumhuriyetin kuruluş anayasası olan 1924 Anayasası’ndan sonra 2 kez yeniden anayasa yapılmış. Bu 87 yıl içinde 3 kez asker darbe yapılmış ve parlamenter sisteme doğrudan veya dolaylı olarak müdahale edilmiş. Tesadüf bu ya(!) yeniden yapılan 2 anayasa da bu darbe dönemlerinde oluşturulan ve toplum iradesini temsil etmeyen meclisler tarafından hazırlanmış. Yani 87 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nde asker vesayeti olmadan, toplumun seçtiği bir parlamentonun yeni bir anayasa yaptığı görülmemiş.
Peki, darbe rejimleri neden yeni bir anayasa yapma gereği duymuş? Öyle ya anayasa dediğiniz; “Bir devletin nasıl yönetileceğini belirleyen, kişi hak ve özgürlüklerini düzenleyen bir belgedir”. Cumhuriyetin ilk anayasası olan 1924 Anayasası’nda yer alan hangi hükümler yetersiz ya da fazla gelmiş de darbeciler yeni bir anayasa yaparak, devlet yönetimi ile kişi hak ve özgürlükleri konusunda yeni bir düzenleme yapma gereği duymuş?
Bunun yanıtı, darbelerin yapıldığı dönemlerde kapitalizmin içinde bulunduğu süreç ve Türkiye’nin bu süreçteki konumunda aranmalıdır. 1961 Anayasası’na vesile olan 27 Mayıs darbesi, Türkiye’nin II.Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin yeniden yapılanan koşullarına uyum sancılarının yaşandığı bir süreçte gerçekleştirilmiştir. Ortaya çıkarttığı sonuçlar itibariyle baktığımızda 1961 Anayasası, devlete sosyal işlevler yükleyerek ve başta grevli toplusözleşme hakkı olmak üzere kişi hak ve özgürlüklerini geliştiren düzenlemeler yaparak Türkiye’nin kapitalizmin talep yönlü politikalarına uyumunu sağlamış ve sisteme uyum sancılarını sona erdirmiştir.
1982 Anayasası’na vesile olan 12 Eylül darbesi de özünde 27 Mayıs gibi kapitalizmin dönemsel koşullarına uyum sürecindeki sancıları sonlandırmaya yönelik olarak gerçekleştirilmiştir. Ancak bu kez uyulmaya çalışılan kapitalizm “farklıdır”. Bu kapitalizmde devlet artık sosyal değil, piyasa devletidir. Diğer taraftan örgütlenme hakkı başta olmak üzere kişi hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi değil, olabildiğince kısıtlanması hedeflenmektedir. 12 Eylül darbesinin yarattığı baskı ortamı kapitalizmin Türkiye’den istediği uyumlaşmayı fiilen sağlamıştır. 1982 Anayasası da bu ortamı kalıcılaştıran bir belge olmuştur.
1982 Anayasası’nın üzerinden 28 yıl geçtikten sonra bugün yeni bir anayasa değil ama Anayasa’daki temel yaklaşımı değiştirecek bir düzenleme gündeme getirilmiştir. Bu kez söz konusu köklü değişimin gerçekleştirilmesine vesile olan bir askeri darbe yoktur. Değişimi yapmaya talip olan parlamenter sistem içinde seçimle iktidara gelmiş bir siyasi partidir. Dolayısıyla yapılmak istenen değişim ne kadar köklü de olsa Anayasayı değiştirme süreci en azından görüntü olarak bundan öncekilerden daha “demokratik” bir ortamda gerçekleşmektedir.
Anayasa’da yapılmak istenen değişikleri içerik olarak ele aldığımızda özgürlükçü demokrasi anlayışını asla temsil etmese de liberal demokrasi anlayışına göre yapılanmış olan devlet aygıtı temelden dönüştürülmek istenmektedir. Ancak Anayasa’da yapılmak istenen değişiklikleri AKP’nin dünya görüşü ve benimsediği ekonomi politikalarıyla birlikte değerlendirdiğimizde hedeflenenin liberal düzene aykırı bir durum olmadığı görülecektir. AKP’nin tüm kurum ve kurallarıyla yerleştirmeye çalıştığı, liberalizmin en rafine hali olan serbest piyasa düzenidir. Dolayısıyla AKP’nin derdi liberal demokrasinin liberal kısmı değil, demokrasi kısmıdır. Çünkü serbest piyasanın gereği olarak yapılmak istenen birçok düzenleme bırakınız özgürlükçü demokrasiyi, liberal demokrasi anlayışının bile kabullenemeyeceği boyuttadır. Bu nedenle serbest piyasanın gereği olarak getirilmek istenen pek çok düzenleme liberal demokrasi anlayışıyla yapılanmış olan yargıdan dönmektedir.
AKP’nin anayasa değişikliği projesinin gerisinde yatan işte demokrasinin hiçbir biçiminin kabullenemeyeceği kadar acımasız, vahşi bir düzendir. Elbette bu vahşetin en başta gelen muhatabı geniş emekçi kesimlerdir. Destekçisi ise AKP temsilcilerinin de her vesile ile belirttiği başta AB ve kapitalizme yön veren diğer ülke ve kurumlardır. Ulusal sermayenin temsilcilerinin de belki birkaç ufak itiraz dışında yapılmak istenen değişikliği destekleyeceğine kuşku yoktur. Zaten AKP, bu desteği arkasında hissetmese bu köklü değişimi göze alamaz ve kendisi için de riskli olan bu işe girişmezdi.
Sözün özü: Türkiye’de yapılan anayasaların arkasında daima bir darbe ile iktidarı ele geçirmiş olan askerin vesayeti olmuştur. AKP, asker vesayeti olmadan yeni bir anayasa değil ama mevcut anayasal düzeni köklü biçimde değiştirecek bir düzenlemeye gitmektedir. Ancak, arkasında asker vesayeti olmaması, yapılmak istenen anayasa değişikliğinin demokratik bir biçimde gerçekleşeceği anlamına gelmez. Zira bu kez de yapılmak istenen anayasa değişikliğinin arkasında, kapitalizmin uluslararası kurumları ve sermaye vardır. Ne ilginçtir ki 1961 ve 1982 Anayasası’nın arkasında askerin vesayetinin bulunmasını sağlayan darbeler, bugün anayasa değişikliği için AKP’yi destekleyenlerdir. Yani Türkiye’de anayasaların arkasındaki gerçek vesayet sahipleri hangi görünüm altında olursa olsun değişmemektedir. Emekçi sınıflar siyasal bir güç oluşturamadığı sürece herhangi değişim de beklenmemelidir.