ÖZGÜRCE
IMF, DB ile birlikte II. Dünya Savaşının ardından ABD hegemonyası altında yeniden düzenlenen kapitalist sistemde ekonomi politikalarını tüm ülkelerde hakim kılmak üzere kurulmuş bir örgüttür. Türkiye, bu yeniden yapılanan kapitalist düzen içerisinde yerini almak için 1947 yılında IMF üyesi olmuştur. 1970’ler sonrasında neoliberal politikalar doğrultusunda kapitalizmin yeniden yapılandığı süreçte işlevi artan IMF’nin neoliberal politikaların Türkiye’de yerleşmesinde de önemli rolü olmuştur.
AKP Hükümeti iktidara geldiğinde Şubat 2002’de Kemal Derviş döneminde imzalanmış olan stand-by anlaşmasına sahip çıkmış ve bu anlaşmanın sona ermesiyle birlikte Mayıs 2005’te yeni bir stand-by daha gerçekleştirmiştir. Mayıs 2008’de biten anlaşmasının ardından ortaya çıkan krizle birlikte yeni bir stand-by sürekli gündemde olmuş ama imzalanmamıştır. Nihayet çarşamba günü de hükümet IMF ile anlaşma yapılmayacağını açıklamıştır.
Hükümetin IMF ile anlaşma yapılmayacağını açıklaması -beklendiği gibi- hükümet yandaşı medya tarafından ekonomi yönetiminin başarısı olarak gösterilmiştir. Aslında Türkiye’nin IMF ile macerasında yapılan bütün anlaşmalar ekonomideki olumsuzluklar gerekçe gösterilerek yapılmış ve IMF ile anlaşma yapan ekonomi yönetimleri başarısızlıkla suçlanmıştır. IMF ile yapılan anlaşmalara en büyük tepki ise her zaman sol, sosyalist, emekten yana kesimlerden gelmiştir. Çünkü IMF ile anlaşmak demek neoliberal politikaların yaşama geçmesi yani toplumdan alınan vergilerin artması, sosyal harcamaların azalması, paranın değer kaybetmesi ve ücretlerin baskılanması demektir.
Bu durumda akıllara gelen soru şudur: Emekten yana kesimlerin sömürüyü ve yoksulluğu arttırdığı için karşı çıktığı IMF ile hükümetin anlaşma yapmamasını nasıl değerlendirmek gerekir?
AKP’nin emekçilere yönelik yaklaşımını bilen hiç kimse AKP’nin emekçileri ve sermaye dışındaki geniş toplum kesimlerini düşündüğü için IMF’yle yeni bir anlaşma imzalamadığına inanmayacaktır. Sokağa biraz olsun bakıp işsizliği, yoksulluğu görenler ise hükümetin söylediği gibi ekonominin -en azından emekçi kesimler için- olumlu olmadığını görecektir.
Devlet Bakanı Babacan’ın da belirttiği gibi bundan böyle IMF programları yerine hükümetin hazırladığı Orta Vadeli Program (OVP) uygulanacaktır. Eylül 2009’da açıklanan ve 2010-2012 yıllarını kapsayan OVP, muhtemel bir stand-by anlaşmasından pek de farklı değildir. OVP’nin hedeflerinin başında kriz sonrasında artan bütçe açığının kapatılması için “mali disiplin” ve “küresel rekabete uyum” gelmektedir. OVP kapsamında 2010 bütçesine de yansıyan mali disiplin, bütçe gelirlerinin arttırılmasını ve bütçe giderlerinin azaltılmasını öngörmektedir. Bütçe gelirlerinin arttırılması için toplumdan alınan vergilerin ve özelleştirme gelirlerinin arttırılması amaçlanmaktadır. Bütçe giderlerinin azaltılması için de personel giderlerinin (personel sayısı azaltılarak ve ücretler baskılanarak) ve başta sağlık olmak üzere (global sağlık bütçesi yoluyla sağlıkta tasarruf) kamu harcamalarının azaltılması öngörülmektedir. OVP’nin küresel rekabete uyuma yönelik hedefleriyse esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, eğitim sisteminin sermayenin taleplerine göre uyarlanması ve teşvik adı atında sermayeye kaynak aktarılmasından ibarettir.
Özü itibariyle IMF’nin stand-by anlaşmalarından farklı olmayan OVP, AB’nin neoliberal politikalar çerçevesinde serbest piyasa ekonomisine uyumu şart koşan normları öncelik alınarak hazırlanmıştır. Dolayısıyla ekonomi yönetiminin IMF’nin mi yoksa AB’nin mi güdümünde yürüdüğünün fazla bir önemi yoktur. Sonuçta emekçiler yeterli tepki göstermediği sürece kapitalizmin hangi kurumu üzerinden gelirse gelsin işsizlik, yoksulluk ve sömürü giderek derinleşecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder