31 Aralık 2010 Cuma

2011 Sendikal Bürokrasiyle Mücadele Yılı Olmalı!..

31/12/2010

ÖZGÜRCE

1990’lı yılların ortalarından itibaren sessizliğe bürünen Türkiye emek hareketi, 2007’de başlayan Novamed direnişi, THY grev süreci, Telekom grevi, Tuzla tersane işçileriyle dayanışma eylemleri, Yörsan, Tega, Sinter Metal ve daha birçok işyerindeki grev ve direniş sayesinde yeniden canlanmıştır. SSGSS’nin yasalaşma sürecinde ve 2008 krizinin ardından emekçilere yönelik saldırılarındaki artış karşısında küçüklü büyüklü birçok direniş sergilenmiştir. Bu sürecin devamı olarak 2009’un 25 Kasımında kamu emekçilerinin gerçekleştirdiği iş bırakma eylemi ve Ankara’da devam eden TEKEL direnişi sayesinde emekçiler, 2010 yılına üzerlerindeki ölü toprağını atıp yeniden topyekün mücadeleye girişecekleri umuduyla girmişlerdir.

Ama maalesef umutlar boşa çıkmış, 2007’den 2010 yılına kadar yükselen emek hareketi, yükselişini sürdüremeyerek, yeniden gerilemeye başlamıştır. Bu gerilemenin sinyalleri ilk olarak TEKEL işçilerinin 17 Ocakta düzenlediği mitingde görülmeye başlanmıştır. Bu mitingde DİSK ve KESK başta olmak üzere konfederasyonlar, TEKEL işçilerinin yanında yer almayarak, direnişi sahiplenmeyeceklerini, sadece göstermelik bir destekle yetineceklerini göstermişler ve TEKEL işçilerini Türk-İş bürokrasisiyle baş başa bırakmışlardır. Konfederasyonların direnişe yönelik desteğinin göstermelik olduğu 4 Şubat grevinde de açıkça görülmüştür. Nihayet konfederasyonların 22 Şubatta aldıkları kararla kendilerinden beklenen eylemliliği tam üç ay sonrasına 26 Mayısa ertelemeleri hem TEKEL direnişinin hem de son üç yılda emek hareketindeki yükselişin sonunu getirmiştir.

Oysa TEKEL direnişi, Türkiye’deki tüm işsizlerin, güvencesizlerin, örgütlü ve örgütsüz tüm emekçilerin ortak hareketi haline getirilebilir; direnişin emekçi kesimlerde yarattığı heyecan, emek mücadelesinde yeni mücadele dalgalarına dönüştürülebilirdi. Ama maalesef emekçilerin siyasi iktidar ve sermaye karşısındaki direnci yine sendikal bürokrasiye yenik düşmüştür(!)

Sendikal bürokrasi sadece TEKEL direnişinin değil, daha birçok mücadele alanının önünde engel haline gelmiştir. Hükümetin işsizliği önleme bahanesiyle emek piyasasını esnekleştiren, emekçiyi yoksullaştıran, güvencesizleştiren ve iş cinayetlerini olağan hale getiren uygulamaları karşısında sendikalar, kendilerini ölü toprağının en derinlerine gömmüşlerdir. Sendikaların bu hali, siyasi iktidara ve sermayeye öylesine büyük bir cesaret vermiştir ki; hükümetin bakanları, sendika genel kurul salonlarında, işçi sınıfının 200 yıllık kazanımlarını yok sayarak işçilerin 16-18 saat çalıştırılabileceklerini söylemekten bile çekinmemişlerdir.

Sendikal bürokrasinin örgütlülüğü anlamsızlaştıracak düzeydeki sorumsuzluğu sayesinde 2010 yılında gerileyen mücadelenin sonucu olarak, emekçiler 2011 yılına daha yoksul, daha güvencesiz, daha örgütsüz ve belki hepsinden önemlisi daha umutsuz girmektedir. Ama umutsuzluk, kabullenmişlik tüm sorunları daha da arttıracak, emekçilerin yaşamlarını daha da çekilmez hale getirecektir. Onurlu bir yaşam için emekçilerin kendilerine dayatılan koşulları kabullenmeleri mümkün değildir, bu nedenle emekçilerin umutsuzluğa kapılma ve mücadeleden uzaklaşma gibi bir lüksü olamaz(!)

2011 yılında emekçilerin her türlü olumsuz koşula karşın mücadeleyi yeniden yükseltmesi gerekir. Bunun başarılabilmesi için ise her şeyden önce emek mücadelesinin önünü tıkayan bürokratik sendikal anlayış yıkılmalıdır. Bürokratik sendikal anlayışın yıkılması, sendika içi mücadeleyi gerektirir. Burada görev öncelikle sendikalar içerisinde bürokratik anlayıştan uzak kalmayı başarmış, sınıf bilinciyle hareket eden sendikacılara ve sendikalı emekçilere düşmektedir. Halen örgütsüz olan emekçilerin de sendikalardan uzak durmak yerine örgütlenip, sendika içi mücadelede yerlerini almaları gerekir.

Sözün özü: Emekçiler yüzyıllarca süren mücadelelerle edinilmiş olan haklarına yönelik saldırıları durdurmak ve emeğine, ekmeğine sahip çıkmak için 2011 yılında emek mücadelesini yeniden yükseltmek zorundadır. Bunun için de öncelikle yapılması gereken; mücadelenin önünü tıkayan sendikal bürokrasiden kurtulmaktır(!)

2011’in sendikal bürokrasiyle mücadele yılı olması umuduyla, mutlu ve umutlu bir yıl dilerim…

24 Aralık 2010 Cuma

Sermayenin Güneydoğu’ya İlgisi Üzerine…

24/12/2010

ÖZGÜRCE

Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKONFED) ve Diyarbakır Organize Sanayi İşadamları Derneği (DOSİAD) tarafından düzenlenen 14’üncü Girişim ve İş Dünyası Zirvesi geçen hafta Diyarbakır’da yapıldı. Zirvede gerçekleştirilen görüşmeler medyanın gündeminde fazlaca yer almazken, TÜSİAD başkanı Ümit Boyner’in konuşmasına Kürtçe başlaması ve Büyükşehir Belediye Başkanı Baydemir’le halay çekmesi ön plana çıkartıldı. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki uzun yıllar baskı altında tutulmuş, görmezden gelinmiş bir dili, bir kültürü görünür kılacak adımları kimden gelirse gelsin olumlu olarak kabul etmek gerekir. Hele ki Boyner’in konuşmasındaki gibi barış ve dostluk mesajları içeriyorsa…

Zirve’nin medyada ön plana çıkartılan kısmıyla ilgili düşüncelerimizi paylaştıktan sonra, Zirve’nin içeriğine dair de birkaç söz söylememiz gerekir. Önce Zirve’nin düzenleyicilerinden olan TÜRKONFED’i kısaca tanıtmakta yarar vardır. Türkiye’nin en büyük sermaye örgütü olan TÜRKONFED, 2004 yılında Türkiye Sanayici ve İşadamı Dernekleri Platformu üyesi dernekler ile Sektörel Dernekler Platformu üyesi derneklerin oluşturduğu federasyonlar tarafından kurulmuştur. Kuruluş amacı, bölgesel ve sektörel kaynakların uluslararası entegrasyona ve rekabet gücünün artırılmasına olanak sağlayacak biçimde değerlendirilmesi için projeler üretmektir. DOSİAD ve TÜSİAD da TÜRKONFED üyesidir.

14’üncü Girişim ve İş Dünyası Zirvesi’nde gündem, TÜRKONFED’in de kuruluş amacına uygun olarak “Bölgesel Kalkınma ve İş Dünyasının Rolü” olarak belirlenmiştir. Hükümetin Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz tarafından temsil edildiği Zirve’de Bölgesel Kalkınma Ajansları çerçevesinde Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yatırım ikliminin oluşturulmasına yönelik çalışmalar yapılmıştır.

Bölgesel Kalkınma Ajansları kapsamında yatırım ikliminin oluşturulması, özü itibariyle, bölgede bulunan tüm kaynakların, rekabet gücünü arttırmak isteyen sermayeye “cazip koşullarda” sunulması anlamına gelmektedir. Bunun gerçekleşmesi durumunda dereler, ormanlar, yeraltı suları, madenler gibi doğal kaynakların kullanımı bölge halkının elinden alınarak, sermayeye devredilecektir. Sermaye de tüm bu doğal kaynakları, tıpkı Munzur’da olduğu gibi üzerinden kâr elde edeceği biçimde metalaştıracak, bir taraftan doğayı tahrip ederken diğer taraftan da bölge halkının bin yıllardır sahip olduğu kaynakları onlara parayla satacaktır. Doğanın kâr alanlarına dönüşme sürecinde kültürel değerler de Hasankeyf gibi acımasızca yok edilecektir.

Bir bölgenin, sermayenin yatırımları için uygun hale getirilmesi yani üretim maliyetlerini minimum düzeye çekebilmesi sadece doğanın ve kültürel değerlerin talan edilmesiyle kalmamaktadır. Bunun yanında sermayenin yatırım için en öncelikli koşulu ucuz emek gücüdür. “Güneydoğu’yu Türkiye’nin Çin’i yapacağız” açıklamalarıyla sermaye çevreleri bu bölgeyi ucuz emek bölgesi haline çevirme özlemlerini uzun zamandır gündemde tutmaktadır. Hükümet de sermayenin bu özlemini karşılamak üzere yatırımı ve istihdamı arttırmak görüntüsü altında önemli adımlar atmıştır. Öte yandan bölgesel asgari ücret uygulaması ve bölgede çalışma yaşamının tamamen kuralsız hale getirilmesine yönelik çalışmalar da halen devam etmektedir.

Sermaye çevrelerini temsil eden iş adamı ve iş kadınlarının, 30 yıldır yaşanan baskılar ve acılar karşısında sessiz kalarak göz ardı ettikleri bir kültürü, bir dili bugün birden bire hatırlamalarını bölge halkı, demokrasi ve insan haklarına olan saygının bir ifadesi olarak kabul eder mi bilemiyorum(!) Bu konuda naçizane benim düşüncem, doğası gereği sermaye burada da çıkarlarıyla hareket etmekte ve daha fazla kâr elde etmek uğruna doğasıyla, kültürüyle ve insanıyla bu bölgeyi de sömürü alanı haline getirmeye çalışmaktadır. Kürt sermayesinin bu süreçten nemalanma beklentisinde olması ve tüm bu gelişmeleri desteklemesi doğaldır. Ancak Kürt nüfusun çok önemli kesimini oluşturan emekçiler, kendi emekleriyle birlikte doğayı ve kültürlerini de korumak gibi bir sorumlulukla karşı karşıya kalacaktır. Bu sorumluluğun yerine getirilmesi için en önemli koşul ise Türk ve Kürt emekçilerin birlikte mücadelesidir(!)

17 Aralık 2010 Cuma

ÖĞRENCİLER ŞAŞIRTIYOR…!

17/12/2010

ÖZGÜRCE

Üniversite öğrencilerinin siyasetçilere tepki göstermesi büyük bir şaşkınlık yarattı. Özellikle siyasetçiler gördükleri tepkiler karşısında şaşkınlığın da ötesinde hayal kırıklığına uğradı. Öyle ya bugün kendilerinin temsil ettiği 1980 sonrası siyaset anlayışında eğitim ve yükseköğretim politikalarının temelinde düşünmeyen, sorgulamayan ve dolayısıyla ne olursa olsun tepki göstermeyip, kendilerine her söyleneni kuzu gibi dinleyip, kabullenen bir gençlik yaratmak vardı.


Geçen 30 yıl içinde her türlü baskı ve sindirme yöntemleri de kullanılarak bu politikalar önemli ölçüde amacına ulaşmıştı. Artık okulda öğretmeninden, okul idaresinden, sokakta polisten, işyerinde patronundan korkan, sorgulama yetisini kaybetmiş, kendisinden tüm istenenlere itaat eden bir nesil ortaya çıkmıştı. Bundan üniversitedeki öğrenciler de ziyadesiyle nasibini almıştı. Üniversite öğrencileri sadece şiddet yöntemleriyle değil, üniversiteye girme yarışında önlerine konulan sınavlarla her zaman bireysel çıkarlarını düşünmeleri ve arkadaşlarıyla sürekli olarak rekabet etmeleri yönünde de baskılanıyorlardı. Üniversitede de bu rekabetçi anlayış, kariyer basamaklarını beşer onar atlamak hayaline dönüşüyor ve üniversiteyi, toplumu sorgulamayan, sorunların çözümünde söz sahibi olmayı aklının ucundan bile geçirmeyen, dayanışma düşüncesinden uzak bir üniversite gençliği yaratılmak isteniyordu.

Gençliği toplumdan soyutlayarak bencilliğe sürüklemeye çalışan, 12 Eylül darbesinin ardına gizlenmiş olan piyasacı anlayış amacına büyük ölçüde ulaşmış görünüyordu. Dolayısıyla politikacılar, üniversitelere giderken karşılarında 30 yıllık politikalarının ürünü olan öğrencileri bekliyordu. Ama üzerlerindeki tüm baskılara rağmen, halen üniversitenin ve toplumun sorunlarına sahip çıkmaya çalışan, kendilerine dayatılanlara itaat etmek yerine sorgulayan ve belki hepsinden önemlisi dayanışmayı bireysel çıkarlarının önüne çıkartan bir gençlikle karşılaşınca doğal olarak şaşkınlığa uğradılar. Bu şaşkınlığın ve belki şaşkınlığın da ötesinde yaşadıkları hayal kırıklığının nedeni, geçen 30 yılda tüm yapmaya çalıştıklarının boşa çıkma düşüncesiydi.

Üniversite öğrencilerinin son dönemlerdeki tepkilerini şaşkınlıkla karşılayan diğer bir kesim de kendi öğrenciliklerinde toplumsal duyarlılıkla mücadele etmiş ama daha sonra kendisini piyasaya ve siyasi iktidara adamış olan 68 ve 78 kuşağından olan kalem erbabıydı. Çok şaşırmışlardı, çünkü gençlikten ilk umudu kesen onlar olmuştu. Onlara göre kendi gençliklerindeki dünya değişmişti. Artık, Doğu bloğu çökmüş, işçi sınıfı mücadelesi iflas etmiş, piyasa anlayışı alternatifsiz kalmıştı. Bu durumda uzlaşmadan ve piyasa değerlerine sahip çıkmaktan başka bir yol yoktu. Bunları kabullenmeyen ve hala emekten, sömürüden söz edenler çağdışı kalmış dinozorlardı. Bu kesimin kendi çocukları başta olmak üzere tüm gençliğe önerisi bireysel çıkarlarının peşinde en kısa yoldan köşeyi dönüp, liberalizmin nimetlerinden yararlanmalarıydı. Aslında bunları savunmaktan başka çareleri de yoktu. Zira yaşadıkları ideolojik sapışı kendi vicdanlarında ve toplum gözünde meşrulaştırabilmek hiç de kolay olmuyordu.

Eskinin öğrenci hareketi içinde olup bugünün piyasa savunucusu olanlar, öğrencilerden yükselen tepkiler karşısında şaşkınlıktan da öte ideolojik sapışlarının deşifre olacağı telaşına kapıldılar. Ve bu telaşla öğrencilerin tepkilerinin ardındaki nedenleri sorgulamak yerine eylem biçimlerini ön plana çıkartarak eylemlerin içeriğini boşaltıp eylem biçimlerini savunmaya çalıştılar. Böylece siyasi iktidarı ve patronlarını kızdırmadan -tıpkı TÜSİAD başkanı gibi- demokrasi görüntüsüne halel getirecek polis müdahalelerini eleştirip, yumurta atmanın hoş görülmesi gerektiği üzerinde durdular.

Hangi çerçeveden bakılırsa bakılsın üzerlerindeki tüm baskılara rağmen üniversite öğrencilerinin tepkilerini ve taleplerini ortaya koymaları son derece önemlidir. Zaten dikkat edilirse Başbakan’ın ve hükümet temsilcilerinin bu tepkilere karşı yaklaşımları, -birinci yılı dolan- TEKEL direnişine yönelik yaklaşımlarına çok benzer biçimde öfke ve tehdit içermektedir. Sadece bu bile öğrenci eylemlerinin doğru yönde olduğunu ve doğru adrese ulaştığını göstermektedir.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken birkaç nokta vardır. Bunlardan birincisi geçtiğimiz günlerde Başbakan ve YÖK başkanının da vurguladıkları gibi uzun yıllardır hazırlıkları yapılan yükseköğrenim sisteminde köklü bir değişiklik için harekete geçilmek üzeredir. Üniversitenin tümüyle piyasalaştırılmasını içeren bu köklü değişiklikler karşısında tepkileri engellemek için üniversitedeki baskılar arttırılmak istenecek ve öğrenci eylemleri de bunun için gerekçe haline getirilmeye çalışılacaktır. Geçmişte yaşanan pek çok deneyim, bu tür eylemlerin toplumdan tepki çekecek biçimlere dönüşmesini sağlamak üzere -derin güçler tarafından- provake edildiğini göstermiştir. Bu konuda başta öğrenciler olmak her kesimin son derece dikkatli olması ve geçmişte kurulan acı tuzaklara düşülmemesi gerekir. Ayrıca eylemlere gerekçe oluşturan nedenlerin açık biçimde toplumla paylaşılması ve başta üniversitenin diğer bileşenleri (akademisyen, idari ve tektik personel) olmak üzere sendika ve demokratik kitle örgütlerinin özgür ve demokratik üniversite mücadelesini sahiplenmesini sağlamak gerekir(!)

10 Aralık 2010 Cuma

(Asgari) Ücret Ne Kadar Olmalı?

10/12/2010

ÖZGÜRCE

Kapitalist üretim sisteminin doğuşundan bu yana işçi ve sermaye sınıfının arasındaki mücadelenin en temel konusu emeğin üretimden alacağı pay yani ücret olmuştur. Ücret, emekçilerin yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlayan gelirdir. İşverenler için ise ücret, üretimin gerçekleştirilmesinde bir maliyet unsurudur. İşveren işçiye ne kadar düşük ücret verirse kârı o kadar yüksek olacaktır.


Ücret, yaşamlarını sürdürecek bir gelir anlamına geldiği için emekçiler, işverenden ücret talep ederken, ihtiyaçlarını ne ölçüde karşılayabileceklerini göz önünde bulundururlar. Örneğin emekçi, 1 kilo daha fazla et satın alabileceği bir ücret artışını kazanım olarak görebilir.

Ücret pazarlığında işverenlerin yaklaşımı emekçilerden farklıdır. Onlar, ücret miktarını belirlerken, emekçinin temel ihtiyaçlarını karşılayacak ve ertesi gün yeniden işbaşında olmasını sağlayacak bir miktarı yeterli görür. Bu nedenle -Türkiye’de asgari ücretin hesaplanmasında da olduğu gibi- emekçiyi eşi ve çocukları olan, kültürel etkinliklere ihtiyaç duyan bir sosyal varlık olarak görmezler. Diğer bir söyleyişle emekçinin de insan olduğunu hesaba katmazlar. İşverenlerin emekçilere yönelik bu yaklaşımı, tarihsel süreçte işçi sınıfının mücadeleleriyle değişmiş ve işçi sınıfının önemli bir güç haline geldiği dönemlerde sermaye, -kendi işine geldiği ölçüde de olsa- emekçinin bir insan olduğunu kabullenmek zorunda kalmıştır.

Küreselleşme ve üretim süreçlerindeki esnekleşmeyle birlikte emekçiler arasında rekabetin artması ve sendikal örgütlenmelerin başarısızlıkları işçi sınıfının zayıflamasına neden olmuştur. Böylece sermaye, yeniden emekçiyi herhangi bir makine gibi kendisine kâr sağlayan üretim ya da hizmet sunum sürecinin bir unsuru olarak görmeye başlamış ve ücret konusundaki yaklaşımı da bu yönde değişmiştir.

Emekçilerin sermaye tarafından yeniden insan olarak kabul edilebilmeleri ve insanca bir gelire kavuşmaları, tarihsel süreçte de olduğu gibi mücadelenin yükseltilmesine bağlıdır. Ancak bu mücadele sürecinde emekçilerin, ücreti sadece yaşamı sürdürmeye yarayan bir gelir olarak görme anlayışını gerek bireysel pazarlıklarda gerekse işletme, iş kolu ya da asgari ücret gibi ulusal düzeydeki toplu pazarlıklarda değiştirmeleri gerekmektedir.

Emekçilerin ücret talepleri, emek gücünün üretim ya da hizmet sunum sürecinde yarattıkları değer üzerinden olmalıdır. Gerçi sermaye, emekçilerin, yarattıkları değer üzerinden pay istemelerini engellemek için üretim sürecini emeğin yarattığı değeri görünmez hale getirecek biçimde sürekli olarak karmaşıklaştırmaktadır. Ama tüm karmaşıklığa rağmen özellikle toplu düzeyde yürütülen pazarlıklarda toplam hasıla üzerinden emeğin hakkına sahip çıkılması gerekir. Örgütsüz emekçilerin işyerlerinde bunu gerçekleştirmeleri son derece zordur. Ancak örgütlü işyerlerinde sendikaların işletmenin satış hasılatı ve kârlılığı üzerinden yapacakları hesaplamalarla emekçilere düşen payın yükseltilmesi yönünde bir mücadele yürütmeleri mümkündür.

Bilindiği gibi özellikle son 30 yılda hemen her düzeydeki toplu pazarlıklarda emeğin ürettiği değer yerine enflasyon temel alınmıştır. Ücretin enflasyona endekslenmeye çalışılması ve enflasyon oranlarının da siyasi iktidarların ve sermayenin etkisiyle son derece sübjektif kriterlerle belirlenmesi yıllar içinde toplam hasıla içinde emeğin payının giderek düşmesine neden olmuştur. Bunun sonucu olarak da işçilere günlük bir simit fiyatına denk gelen komik ücret artışları yapılırken, birçok şirket kâr rekorları kırmıştır.

Asgari ücretin belirlendiği bir süreçte olmamız nedeniyle ücretin nasıl hesaplanması gerektiği yönündeki tartışmalar, yeniden gündeme gelmiştir. İşçi tarafını temsil eden Türk İş, asgari ücretin belirlendiği masaya her zaman olduğu gibi enflasyon oranı üzerinden yüzdelik ücret artışı talebiyle oturacaktır. Sonuç olarak da yine bir simit ya da bir çay fiyatına karşılık gelecek ücret artışına razı olarak masadan kalkılacaktır.

Emekçinin insan yerine konmadığı ve onu giderek daha fazla açlığa, yoksulluğa sürükleyen bu ücret belirlenme oyuna artık son verilmelidir(!) Asgari ücret pazarlığında ücretin emeğin yarattığı değerin karşılığı olduğu anlayışı içerisinde bir tutum alınmalıdır(!) Ulusal düzeyde bir pazarlık olan asgari ücret tespitinde işçileri temsil eden sendikaların masaya getirmesi gereken kriter, kişi başına düşen milli gelir olmalıdır(!). AKP Hükümeti iktidarda bulunduğu dönemde sürekli olarak Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYH) rekor derecede büyümesiyle ve kişi başına düşen milli gelirin artmasıyla övünmektedir. Bakanlar Kurulu’nun 25 Kasım tarihli Resmi Gazete’de yayınladığı düzeltmeye göre 2011 yılında her bir T.C yurttaşının başına düşecek olan milli gelirin 16.126 dolar olacağı öngörülmüştür.

Bu durumda Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda işçi sınıfının temsilcisi olarak masa başına oturanların milli gelirden kişi başına düşeceği öngörülen miktarı dikkate almaları gerekir(!) Eğer Türkiye iddia edildiği kadar büyüdüyse bunda en büyük pay kuşkusuz emekçilerindir. O halde işçilerin haklarını alabilmelerinin ön koşulu asgari ücretin en az kişi başına düşen milli gelir düzeyinde olmasıdır. Ayrıca eşi çalışmayan ve çocuk sahibi olan emekçiler için eş ve çocuklarına düşen pay da talep edilmelidir.

Asgari ücret masasında oturan sermaye ve hükümet temsilcilerinin birkaç simit bedelini bulmayan ücret artışlarını bile yüksek bulacaklarına şüphe yoktur. Böyle bir ortamda yukarıda paylaştığım yöntemle hesaplanacak talepler gerçekçi görülmeye bilir. Ama emek sömürüsünün gerçekliği karşısında hak aramanın ve hak almanın yolunun bize “gerçek” olarak gösterilenleri sorgulamaktan geçtiğini unutmamak gerekir (!)