1 Aralık 2012 Cumartesi

Sendikacılık tartışmaları üzerine


ÖZGÜRCE
30/11/2012

Her kesimden emekçinin giderek güvencesizleştiği, işsizleştiği ve yoksullaştığı bir dönemde sadece kapitalist sistemi, sermayeyi ya da onun temsilcisi siyasi iktidarları sorgulamak, eleştirmek çözüm için hiçbir anlam ifade etmeyen beyhude çabalardır. Zira kapitalizm, sınıflar arası mücadelede oluşan dengelerin belirlediği bir zemin üzerinde değişime uğrayarak yoluna devam eder. Dolayısıyla sistem ve onun temsilcileri kadar ve hatta ondan çok daha fazla emekçi sınıfların bu süreçteki mücadele araçlarını ve mücadele yollarını sorgulamak, tartışmak gerekir. Bu nedenle Sinan Alçın’ın “sınıf” ve “sendikalar”ı tartışmaya davet eden 27 Kasım tarihli, “Sendikacılık Tartışması” başlıklı yazısının son derece anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Sinan Alçın tartışma davetinde büyük ölçüde benim 23 Kasım tarihli yazımdan hareket etmiştir. Söz konusu yazıda özellikle son dönemde gündeme gelen sporcu, sanatçı, yargıç ve polislerin “sendika” çatısı altında örgütlenme çabaları için kullandığım “..kendisini sınıfın içinde gören ve mücadele için sınıfın araçlarını kullanmayı seçen herkesin mücadelesinin ortaklaşması gerekir” ifadesi üzerine Alçın: Sınıfa dahilim demek, sendikaya kayıtlı olmak meseleyi çözecek mi diye sormaktadır. Alçın, özetle beyaz yakalı hizmet emekçilerinin proleterleştiğini (işçileştiğini) kabul etmekle birlikte bunları işçi sınıfına “kendini yakın hissedenler” olarak tanımlamakta ve sınıf mücadelesinde temel itici gücün bizatihi (anlayabildiğim kadarıyla mavi yakalı sanayi işçilerinden oluşan) işçi sınıfının kendisi olduğunu hatırlatmaktadır.
Toplumun dönüştürücü gücü olmak anlamında işçi sınıfını kimlerin oluşturduğu özellikle son dönemde popüler bir tartışma konusudur. Burada sınıfın, dönüştürme gücüne de sahip olan asli unsurunun üretken emek olarak da tanımlanan yani doğrudan sermaye için artı-değer üreten emekçiler olduğu yaygın bir görüştür. Bu görüşe göre üretken olmayan emek üretimi durdurma gücüne ve dolayısıyla da sistemi dönüştürme gücüne sahip değildir.
Üretken emeğin üretim sürecinin en vazgeçilmez unsuru olduğu asla yadsınamaz. Ancak küreselleşme süreci içinde sermayenin emeğin örgütsüz olduğu çevre ülkelere kaymış olması ve teknolojik gelişmeler, işçi sınıfının doğduğu ve önemli kazanımlar elde ettiği merkez kapitalist ülkelerde üretken emek olarak kabul edilen mavi yakalı işçilerin toplam işgücü içindeki payının azalmasına yol açmıştır. Böylece merkez ve (Türkiye gibi) yarı çevre ülkelerde üretken ve dolayısıyla da dönüştürme gücüne sahip olmadığı savunulan beyaz yakalı emeğin işgücü içindeki oranı artmıştır.
Beyaz yakalı işçilerin dönüştürme gücüne sahip olup olmadıkları bir tarafa kendilerini sınıf içinde tanımlama ve örgütlenme eğilimleri son derece zayıftır; bu da sermaye karşısında sınıfın örgütlü gücünün önemli ölçüde kırılmasına yol açmıştır. Öte yandan, sendikaların küreselleşme karşısında tüm işçi sınıfını kapsayacak (enternasyonel) bir tavır sergileyememeleri sınıfın mücadele gücünü zayıflatmış, sınıflar arası güç dengesi hiç olmadığı kadar sermaye lehine dönmüştür.
Özellikle 2000’li yıllarla birlikte beyaz yakalı işçiler de diğer işçiler gibi işsizlik, güvencesizlik ve yoksullukla karşı karşıya kalmıştır. Alçın’ın da kullandığı kavramla proleterleşen beyaz yakalılar, 19. yüzyılda proleterleşen işçiler gibi çareyi sınıfın sürekli mücadele örgütü olan sendikalarda bulmuşlardır.
Beyaz yakalıların sınıfı özümseyerek, sınıfsal bir mücadele yürütebilme olasılığını kuşkuyla karşılamak son derece doğaldır. Ancak tarihsel süreçte kapitalizm ve buna paralel olarak da sermaye sınıfında yaşanan değişim dikkate alındığında işçi sınıfının yapısında ve mücadeleci unsurlarında da bir değişimi göz ardı etmemek gerekir(!) 

Hiç yorum yok: