ÖZGÜRCE
14/02/2014
Yerel seçimlere 45 gün kaldı. Ancak memlekette genel konular gündemi öylesine işgal ediyor ki yereli konuşmaya fırsat kalmıyor. Siyasi krizin ekonomik krizle el ele tutuşup üzerimize üzerimize geldiği bir dönemde başka türlüsünü beklemek pek de mümkün gözükmüyor. Aslında merkezi yönetimin iktisadi ve siyasi anlayışını yerel yönetimlere dayattığı, her şeyin merkezden belirlendiği bir idari yapıda yerelleri ayrıca konuşmaya pek gerek de duyulmuyor. Oysa yaşadığımız siyasi ve ekonomik krizlerin kaynağı merkeziyetçi yapıdan beslenen antidemokratik düzendir. Merkeziyetçiliği aşmanın tek yolu ise halkın doğrudan katılımının sağlandığı yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir. Bunun için de yaşanan krizlerin neden ve sonuçlarını genelden bağını kopartmadan yereller üzerinden tartışmak ve yerel yönetimlerde demokratik katılımın yollarını aramak gerekir.
Merkeziyetçilik, Türkiye Cumhuriyetinin temel prensiplerinden biridir. Halka güvensizliğin bir yansıması olarak yerel yönetimler daima merkezi yönetimin vesayeti altında olmuştur. Ancak darbe dönemlerinde bu vesayet en üst düzeye çıkar. Zira en son 12 Eylül darbesinde de olduğu gibi darbeciler sadece parlamentoya ve yürütmeye değil yerel yönetimlere de el koyarlar. Çünkü halkın iradesi mahalleden, kentten başlayarak kırılmazsa, demokratik katılım engellenemez ve bu da merkezi idareye karşı demokratik taleplerin yükselmesine neden olur.
Yerel yönetimleri vesayet altında tutmaya dayanan merkeziyetçi anlayış, AKP’nin iktidarı döneminde artarak sürmüştür. AKP, yerel yönetimlerde kendi dünya görüşü çerçevesinde bir takım yasaklamaları dayatmanın yanı sıra özellikle yerel yönetim hizmetlerinin neoliberal politikalar çerçevesinde özelleştirilmesi ve piyasalaştırılmasının yasal zemini oluşturulmuştur. Özellikle 2005 yılında çıkartılan 5393 sayılı Belediyeler Yasası’yla yerel yönetimlerin sunması gereken neredeyse tüm hizmetlerin üçüncü kişilere gördürülmesine olanak sağlanmıştır. Yine aynı yasaya göre belediyelerin toplam personel giderleri belediye bütçelerinin yüzde 30’uyla sınırlandırılmıştır. Yerel yönetimleri önce piyasaya açan sonra da emek yoğun bir çalışma alanı olan yerel yönetimlerde personel giderlerini sınırlandıran bu yasa, belediyeleri taşeron şirketlerden hizmet alımına adeta zorlamaktadır. Taşeronlaşma bir taraftan yerel yönetim hizmetlerinde güvencesiz, düşük ücretli taşeron işçilerin istihdamına neden olurken diğer taraftan da rüşvet ve yolsuzluğun önünü açmaktadır.
Yerel yönetim hizmetlerinin kamu anlayışından çıkıp kâr amacı güden şirketler eliyle yürütülmesi, hizmetlerin fiyatını arttırırken, niteliğini düşürmüştür. Böylece yurttaşların vergileriyle oluşturulan yerel yönetim bütçesinden yandaş şirketlere kaynak aktarılmasının yolu açılmıştır.
AKP, belediyeleri kamusal hizmet anlayışından uzaklaştırarak piyasalaşmaya yönlendiren merkezi düzenlemelerin yanı sıra yerel yönetimlerin merkezileşmesini sağlayacak düzenlemeler de yapmıştır. Bu bağlamda 2012 yılında yürürlüğe konulan 6360 sayılı “Büyükşehir Belediyeler Kanunu ile bazı kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik yapılmasına dair kanun” ile 13 büyükşehir belediyesi açılırken 29 il özel idaresi, 16 bin 82 köy ve 1582 belde belediyesi kapatılmıştır. Böylece belde belediyelerin, köylerin tüzel kişilikleri ortadan kaldırılmış, halk yerel yönetimler ve yöneticilerden daha da uzaklaştırılmıştır.
Sözün özü: Yerel seçimlerde sadece trafik sorununu kimin çözeceği, çöpleri kimin toplayacağı değil, halkın kendini ve yaşam alanlarını yönetme hakkını ne ölçüde kullanabileceği de belirlenir. Katılımcı, demokratik ve idari özerkliğe sahip bir yerel yönetim anlayışı, ülkenin bütününde yürütülecek olan demokrasi mücadelesi için seferberliğin de başlangıcı olacaktır. Dolayısıyla önümüzdeki 45 günde seçim çalışmalarının bu seferberliğin ruhuna uygun olarak yürütülmesi gerekir.
Yerel seçimlere 45 gün kaldı. Ancak memlekette genel konular gündemi öylesine işgal ediyor ki yereli konuşmaya fırsat kalmıyor. Siyasi krizin ekonomik krizle el ele tutuşup üzerimize üzerimize geldiği bir dönemde başka türlüsünü beklemek pek de mümkün gözükmüyor. Aslında merkezi yönetimin iktisadi ve siyasi anlayışını yerel yönetimlere dayattığı, her şeyin merkezden belirlendiği bir idari yapıda yerelleri ayrıca konuşmaya pek gerek de duyulmuyor. Oysa yaşadığımız siyasi ve ekonomik krizlerin kaynağı merkeziyetçi yapıdan beslenen antidemokratik düzendir. Merkeziyetçiliği aşmanın tek yolu ise halkın doğrudan katılımının sağlandığı yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir. Bunun için de yaşanan krizlerin neden ve sonuçlarını genelden bağını kopartmadan yereller üzerinden tartışmak ve yerel yönetimlerde demokratik katılımın yollarını aramak gerekir.
Merkeziyetçilik, Türkiye Cumhuriyetinin temel prensiplerinden biridir. Halka güvensizliğin bir yansıması olarak yerel yönetimler daima merkezi yönetimin vesayeti altında olmuştur. Ancak darbe dönemlerinde bu vesayet en üst düzeye çıkar. Zira en son 12 Eylül darbesinde de olduğu gibi darbeciler sadece parlamentoya ve yürütmeye değil yerel yönetimlere de el koyarlar. Çünkü halkın iradesi mahalleden, kentten başlayarak kırılmazsa, demokratik katılım engellenemez ve bu da merkezi idareye karşı demokratik taleplerin yükselmesine neden olur.
Yerel yönetimleri vesayet altında tutmaya dayanan merkeziyetçi anlayış, AKP’nin iktidarı döneminde artarak sürmüştür. AKP, yerel yönetimlerde kendi dünya görüşü çerçevesinde bir takım yasaklamaları dayatmanın yanı sıra özellikle yerel yönetim hizmetlerinin neoliberal politikalar çerçevesinde özelleştirilmesi ve piyasalaştırılmasının yasal zemini oluşturulmuştur. Özellikle 2005 yılında çıkartılan 5393 sayılı Belediyeler Yasası’yla yerel yönetimlerin sunması gereken neredeyse tüm hizmetlerin üçüncü kişilere gördürülmesine olanak sağlanmıştır. Yine aynı yasaya göre belediyelerin toplam personel giderleri belediye bütçelerinin yüzde 30’uyla sınırlandırılmıştır. Yerel yönetimleri önce piyasaya açan sonra da emek yoğun bir çalışma alanı olan yerel yönetimlerde personel giderlerini sınırlandıran bu yasa, belediyeleri taşeron şirketlerden hizmet alımına adeta zorlamaktadır. Taşeronlaşma bir taraftan yerel yönetim hizmetlerinde güvencesiz, düşük ücretli taşeron işçilerin istihdamına neden olurken diğer taraftan da rüşvet ve yolsuzluğun önünü açmaktadır.
Yerel yönetim hizmetlerinin kamu anlayışından çıkıp kâr amacı güden şirketler eliyle yürütülmesi, hizmetlerin fiyatını arttırırken, niteliğini düşürmüştür. Böylece yurttaşların vergileriyle oluşturulan yerel yönetim bütçesinden yandaş şirketlere kaynak aktarılmasının yolu açılmıştır.
AKP, belediyeleri kamusal hizmet anlayışından uzaklaştırarak piyasalaşmaya yönlendiren merkezi düzenlemelerin yanı sıra yerel yönetimlerin merkezileşmesini sağlayacak düzenlemeler de yapmıştır. Bu bağlamda 2012 yılında yürürlüğe konulan 6360 sayılı “Büyükşehir Belediyeler Kanunu ile bazı kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik yapılmasına dair kanun” ile 13 büyükşehir belediyesi açılırken 29 il özel idaresi, 16 bin 82 köy ve 1582 belde belediyesi kapatılmıştır. Böylece belde belediyelerin, köylerin tüzel kişilikleri ortadan kaldırılmış, halk yerel yönetimler ve yöneticilerden daha da uzaklaştırılmıştır.
Sözün özü: Yerel seçimlerde sadece trafik sorununu kimin çözeceği, çöpleri kimin toplayacağı değil, halkın kendini ve yaşam alanlarını yönetme hakkını ne ölçüde kullanabileceği de belirlenir. Katılımcı, demokratik ve idari özerkliğe sahip bir yerel yönetim anlayışı, ülkenin bütününde yürütülecek olan demokrasi mücadelesi için seferberliğin de başlangıcı olacaktır. Dolayısıyla önümüzdeki 45 günde seçim çalışmalarının bu seferberliğin ruhuna uygun olarak yürütülmesi gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder