30 Mayıs 2014 Cuma

AB’nin milliyetçilikle imtihanı ve bize düşenler…

ÖZGÜRCE
30/05/2014

Hafta sonu sonuçlanan Avrupa Parlamentosu seçimlerinden çıkan tablonun AB üyeliğinden demokrasi, insan hakları beklentisi olan kesimleri oldukça şaşırtmış ve endişelendirmiş olduğu görülüyor. Ortalama yüzde 43 civarında katılımla gerçekleşen seçimlerin en çarpıcı sonucu aşırı sağın yükselişi oldu. Örneğin Fransa’da aşırı sağcı Ulusal Cephe oylarını yüzde 25 artırarak birinci oldu. Avusturya, Macaristan, Danimarka, Finlandiya ve Yunanistan’da aşırı sağcı partiler oylarını arttırdılar. İngiltere’de ise göçmen karşıtı parti (UKIP) oyların yüzde 27’sini alarak İşçi Partisi’ni geride bıraktı. Bu ülkeler dışında da birçok Avrupa ülkesinde aşırı sağ partiler oylarını yükseltti.

Avrupa, kapitalizmin gelişim sürecinde ortaya çıkan milliyetçilikten çok çekmiş bir coğrafya, bunun en çarpıcı örneği; iki dünya savaşı arasındaki dönemde yükselen faşizm ve Nazizm. Hatırlanacağı gibi 17 Ekim Devrimi sonrasında sosyalizm korkusuyla burjuvazinin desteklediği faşizm ve Nazizm Avrupa’yı on milyonlarca insanın yaşamına mal olan 2. Dünya Savaşı’na götürmüştü. Savaşın ardından ekonomik, siyasi krizler ve savaşlardan bıkan Avrupa halkları sosyalizme yönelmeye başlayınca yükselen sosyalizmin önüne geçmek için Batı, soğuk savaş sürecini başlattı. Kapitalizmin doğduğu, burjuvazinin geliştiği Avrupa topraklarını sosyalizmden korumak, savaş sonrası dönemde kapitalizm için ölüm kalım meselesi haline gelmişti ve kuru kuruya anti-komünizm propagandası Avrupa için ikna edici olamazdı. Önce ABD yardım musluklarını açtı sonra da refah devleti politikalarını da içeren satın alma gücünü ve tüketimi artırmayı hedefleyen bir ekonomik model uygulanmaya başladı. ABD yardımlarının yeniden kalkınmayı sağlaması için Avrupa ülkeleri arasında rekabet yerine iş birliği gerekiyordu. Önce Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (1948) kuruldu. Ardından da kıta Avrupası’nın erken sanayileşmiş ülkeleri önce Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğunu (1951) sonra da AB’yi kurdular. (1957) 

AB projesi, Avrupa halklarının sosyalizme yönelmesini engellemeyi büyük ölçüde başardı. ABD yardımları ve refah devleti politikalarına dayanan birikim rejimi sayesinde Avrupa hızla kalkınmaya başladı, refah arttı. Ancak 1970’ler sonrasında yaşanan krizden çıkış için neoliberal politikalar itibar görmeye başlayınca devletler refah politikalarını bir tarafa bırakıp, serbest piyasanın kurumsallaşması ve işlemesiyle görevli bir mekanizma haline geldi. Özellikle 1980’li yıllarda Doğu Bloku’nun güç kaybederek kapitalizme tehdit olmaktan çıkmasıyla birlikte AB, artık “sosyal” olmayı bırakmış ve serbest piyasayı kutsayan birikim rejiminin gereklerini uygulama ve yaygınlaştırma rolünü üstlenmişti. 2001 yılında “aday ülke” statüsü verdiği Türkiye ve 2004 yılından itibaren üye yaptığı eski Doğu Bloku ülkelerinin serbest piyasa koşullarına entegrasyonunu sağlamada AB, önemli başarı elde etti.

2010’lu yıllara gelindiğinde AB’nin savunucusu olduğu ve yaygınlaştırdığı birikim rejiminin sonuçları ekonomik krizler, işsizlik, yoksulluk olarak can yakmaya başlayınca Avrupa halkları da doğal olarak kendilerine bu ekonomik düzeni dayatan AB’yi sorgulamaya ve alternatif aramaya başladılar. Sol bir alternatif olmaktan çıkmıştı. Zira Kophenag kriterlerine dayanarak demokrasi, insan hakları için AB’yi destekleyen sol, Kophenag ekonomik kriterlerinin “Serbest piyasa ekonomisinin varlığını sağlayacak kurum ve kuralları oluşturma” maddesini ve serbest piyasayla demokrasinin bir arada olamayacağı gerçeğini de görmezden gelerek AB’yi savunuyordu. Dolayısıyla Avrupa’da sol, yaşanan işsizliğe, yoksulluğa neden olan politikaların da sorumlusu haline gelmiş ve yoksul, emekçi kesimler için bir alternatif olmaktan çıkmıştı. Geriye tek seçenek kalıyordu o da AB’ye milliyetçilik üzerinden karşı olan aşırı sağ.

Avrupa, tarihteki acı deneyimlerinden yola çıkarak “ırkçılık kabusu geri mi geliyor” endişesi yaşarken; Türkiye’de kendisini solda tanımlayan kesimlerin olan bitene şaşırmak yerine ders çıkartması gerekiyor. Çünkü Soma katliamı ve her gün yaşanan iş cinayetlerinin yüzümüze çarptığı, insanlık dışı üretim sistemi, ekonomi anlayışı ve bunları meşrulaştıran yasal mevzuatın büyük bölümü AB müktesebatına uyum gerekçesine dayanmaktadır. Öte yandan AB’nin Katılım Ortaklığı Belgeleri ve ilerleme raporları da sürekli olarak Türkiye’nin özelleştirme sürecini bir an önce tamamlaması, emek piyasalarını esnekleştirmesi gibi serbest piyasaya entegrasyonu içermektedir. Maalesef özellikle 2001’den bu yana sendikalar ve kendisini sol olarak tanımlayan yapıların büyük bölümü AB’yi desteklemiş ve bu süreçte sosyal hakların ve çalışma standartlarının aşınmasına pay sahibi olmuşlardır.  

Sözün özü: Emekten, barıştan yana olan, kendisini sol olarak tanımlayan partiler işsizliğin, yoksulluğun, iş cinayetlerinin nedeni olan politikaların savunucusu, uygulayıcısı ve yaygınlaştırıcısı AB’yi destekledikleri sürece aşırı milliyetçi, ırkçı partilerin yükselişi Avrupa’da da Türkiye’de de engellenemeyecektir.

1 yorum:

Yusuf Gürsucu dedi ki...

Kesinlikle doğru tespitler. AB sermayesinin faşizmin yükselişinde ki rolü ne olabilir? AB artık geldiği noktada, yoğun uygulanan esnek çalışma ve işsizlik gibi sonuçları planlı yaratmıştır. Önümüzde ki süreçte özellikle Alman sermayesinin "Kaya gazı" sürecini istediği ve AB'nin bu konuda Almanya'yı teşvik ettiğini ve Fransa ile Polonya'nın ortaklaşa Polonya'da bu süreci başlatmalarıyla gelecek yıllarda en çok ihtiyaç duyacakları şey faşizmin gelişmesinin önünü açmak olacaktır.