18 Şubat 2022 Cuma

Ahlatlıbel’den ne çıkar?


19 Şubat 2022

Devletin en tepesindeki kişiden başlayıp silsileyle aşağıya indiğinizde, Anayasa’sında “hukuk devleti” olduğu ifade edilen bu ülkede yetkiyi, gücü her kim eline geçirmişse yasaları çiğnemeyi kendine hak gördüğüne tanık olursunuz. Anayasa başta olmak üzere tüm yasaların, devletçe onaylanmış uluslararası sözleşmelerin, evrensel hukuk normlarının hiçbir hükmü yoktur. Yasama organında yer alanlar kendi çıkardıkları yasalara bile uymaz. Sadece iktidardakiler değil, muhalefettekiler de işlerine geldiğinde “Anayasa’ya aykırı ama…” cümlesini kurup yasa tanımazlar kervanına katılırlar. Yasaları en sık en kolay çiğneyenler ise yasaların uygulanmasını sağlamakla görevli kolluk güçleri ile kendilerinden yasalar çerçevesinde adalet dağıtmaları beklenen yargı mensuplarıdır. Devlette gücü ele geçiren yasaları çiğner de sermaye sahipleri durur mu? Onlar da devlet içindeki yasa çiğneyicilerden cesaret alarak -zaten kendi çıkarları gözetilerek çıkartılmış olan- yasaları bile tanımazlar.

Hal böyle olunca da ne zırhlı aracın çarpıp öldürdüğü çocukların ne erkek şiddetine uğrayıp taciz edilen, öldürülen kadınların, çocukların ne de patronun servetine servet katmak için en basit önlemler bile olmadan çalıştırılırken iş cinayetinde yiten işçilerin failleri, ceza almadan ellerini kollarını sallayarak dolaşırlar. Buna karşılık cezaevleri, yasaların çiğnenmesine karşı çıkan, hakları için mücadele eden siyasetçiler, öğrenciler ve yasa çiğneyenleri haber yapan gazetecilerle dolup taşar.

“Anayasa”ların darbe koşullarında yapılması ve yasama süreçlerine toplumun demokratik katılımını sağlayacak mekanizmaların eksikliği, Türkiye’de yasaların hukukiliğini oldum olası tartışılan bir mesele haline getirmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana devlet elitlerince, genellikle uluslararası mecburiyetlerle “demokrasi görünümlü” birtakım düzenlemeler yapmışsa da hiçbir dönemde ellerinde bulundurdukları erk halkla paylaşılmak istenmemiştir. Bir taraftan seçim yasalarında halkın iradesinin demokratik temsiline imkân tanınmazken diğer taraftan akademi ve basın tahakküm altına alınarak gerçeklerin ortaya çıkarılması ve halkın gerçekleri öğrenme hakkı engellenmiştir. Öte yandan müesses nizamın kabullenmediği, adeta düşman olarak tanımladığı etnik, mezhepsel ve sınıfsal kimlikler baskı altına alınmış, bunların özgürce örgütlenmesine ve hakları için mücadele etmesine olanak verilmemiştir. 2017’de OHAL koşullarında yapılan referandumla inşa edilen otokratik rejimle birlikte Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana tartışılan hukuksuzluk meselesi daha ileri bir aşamaya evrilmiştir.

Altı muhalefet parti liderini Ahlatlıbel’de geçen hafta bir araya getiren şey, 2017’de inşa edilen otokratik rejimden duyulan rahatsızlık ve “yeniden Cumhuriyet’in fabrika ayarlarına dönmesi” için Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortak hareket etme düşüncesiydi. Otokratik rejime geri adım attırmaya yönelik her girişim gibi bu toplantı da önemliydi elbette. Ancak herbiri müesses nizamın sadık temsilcisi olan siyasi geleneklerden gelen bu parti liderleri, toplantı sonrasında yayınladıkları -süslü ifadelerden oluşan- ortak bildiri dışında “2017 öncesine dönmenin ötesinde” demokrasiyi ileri taşıma niyetinde olduklarına ilişkin bir irade ortaya koymadılar. Kaldı ki HDP’nin kapatılması, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması gibi konularda izledikleri tavır da ortak bildirideki süslü sözlerin anlamını yitirmesi için yeterliydi.

Ahlatlıbel toplantısı üzerine olumlu olumsuz pek çok yorum yapıldı, yapılan yorumların hepsi değerliydi kuşkusuz. Ama ben yine de bu toplantının anlamını şu sorunun yanıtında aramak gerektiğini düşünüyorum: Toplantıda boy gösterenler yarın iktidara gelirse çocukların zırhlı araçlar tarafından ezilmeyeceğini, kadınların, çocukların erkek şiddetine maruz kalmayacağını, emekçilerin iş cinayetlerinde ölmeyeceğini gönül ferahlığıyla söyleyebilmek mümkün müdür? Bu soruya benim yanıtım maalesef olumlu değildir.

Yasaların hukuki olduğu ve gücü ele geçirenin yasaları çiğneyemediği demokratik bir ulus ancak “halkın ülke yönetimine demokratik katılımı”yla mümkündür. Bunun için Türklük ve Sünnilik dışındaki tüm kimlikleri, inançları ve işçi sınıfını inkâr eden müesses nizamı karşına alacak ve onunla mücadele edecek bir irade gerekir. “Demokrasi İttifakı” bu iradeyi ortaya koyabilir. Dahası mevcut siyasi konjonktür içindeki kilit konumu sayesinde Türkiye’nin demokratikleşmesinde belirleyici bir rol de üstlenebilir. Bu fırsat mutlaka değerlendirilmelidir. Demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, halkların barışını, sosyalizmi savunduğunu iddia eden hiçbir anlayışın belki bir daha ele geçmesi mümkün olmayacak bu fırsata duyarsız kalma lüksü yoktur!

Hiç yorum yok: