29 Nisan 2022 Cuma

1 Mayıs...

                                30 Nisan 2022

Bundan tam 131 yıl önce II. Enternasyonal’in 1891’de yapılan 2. Kongresi’nde 1 Mayıs’ın İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü olarak her yıl kutlanması kararlaştırılmıştır. Bu yıldan sonra egemenlerin her türlü yasaklamaları, provakasyonları ve hatta katliam girişimlerine rağmen dünyanın hemen tüm ülkelerinde emekçiler ekonomik, demokratik ve siyasi talepleriyle 1 Mayıs’ta alanlara çıkmıştır.

Dünyada 1 Mayıs kadar kapsayıcı bir başka bayram yoktur. Dil, din, ırk, cinsiyet farkı gözetmeden başkasının emeğini sömürmeden sadece kendi emeğiyle geçinen tüm insanların ortak bayramıdır çünkü. Gerek kapsayıcılığı gerekse öne çıkartılan talepleri nedeniyle burjuvazi (sermayedarlar) de onların devletleri de 1 Mayıs’ı kendilerine tehdit olarak görür ve kutlanmasını engellemek için ellerinden geleni yapar. 

Egemenler 1 Mayıs’ı tehdit olarak görmekte haklıdır. Zira 1 Mayıs her şeyden önce unutturmak için büyük çaba sarfettikleri kapitalizmin sınıflı bir sistem olduğu ve patronla işçinin, sömürenle sömürülenin, ezenle ezilenin aynı safta aynı gemide- olmadığını anımsatır. Tüm ayrıştırma, ötekileştirme çabalarına rağmen emeğiyle geçinen, ezilen, sömürülenlerin ortak çıkarlara sahip tek bir sınıfın -işçi sınıfının- mensubu olduklarını görünür kılar. Ve nihayet yaşamı zehir eden sömürü döngüsünden kurtuluşun ancak ve ancak tüm işçi sınıfının, ezilenlerin birlikte mücadelesiyle gerçekleşebileceğini gösterir. İşte bu nedenle burjuvazi ve onun devleti, kurduğu sömürü düzeninin bozulmasından korkar, 1 Mayıs’ı tehdit olarak görür ve işçinin, emekçinin bayramını tüm gücüyle engellemeye çalışır. 

Birlikte yaşayan halklar arasında ayrışmanın, çatışmanın körüklendiği ya da ulus devletlerin birbirleriyle savaş halinde olduğu dönemlerde egemenlerin 1 Mayıs korkusu daha da artar. Çünkü 1 Mayıs’ın enternasyonel olma özelliği, savaşları meşrulaştırmak için kullanılan din, mezhep, vatan, millet, toprak gibi değerler üzerinden halklar arasında yaratılan düşmanlığın panzehiri gibidir. Bedelini ödeyenin her zaman işçi, köylü, küçük üreticinin oluşturduğu yoksul emekçi halk kesimler olan savaşların bir avuç sermaye sahibinin çıkarı ya da devlet yöneticilerinin iktidar hırsı için gerçekleştiği daha bir belirginleşir.

Kapitalizm tarihin pek çok döneminde olduğu gibi bugün de içinde bulunduğu krizi aşamamakta, savaşlar üzerinden varlığını sürdürmeye çabalamaktadır. Gerek Ortadoğu’da gerekse Ukrayna’da yaşanan savaşlar, bu çabaların faturasının  özellikle ve yine yoksul emekçi halklara kesilmesiyle bir tekerrürü de gözler önüne sermektedir. Bu bitmeyen/bitirilmeyen tekerrürlerin bilinciyle saflar belirlenmelidir. “Kürt, Türk, Laz, Çerkez; Alevi, Sünni, Hıristiyan, Musevi; kadın, erkek, LGBT-İ birey vs” ayrıştırma tuzağına düşmeden kapitalist sömürü düzenine karşı bir araya gelinmeli ve birlikte mücadelenin sesi yükseltilmelidir. 

Biji Yek Gulan!
Yaşasın 1 Mayıs! 

22 Nisan 2022 Cuma

Silahların gürültüsü midelerin gurultusunu bastırabilir mi?

                                    23 Nisan 2022

“Silahların gürültüsü, kanunun sesini boğar.” 16. yüzyılda yaşamış Fransız denemeci Montaigne‘nin ünlü sözlerinden biridir. Yüzyıllar önce söylenmiş bu sözün doğruluğunu yaşadığımız topraklarda geçtiğimiz 40 yıl boyunca, defalarca deneyimledik. Ve yine defalarca gördük ki, muktedirler ne zaman savaş tamtamları çalmaya başlasa bu ülkede ne hakkın hükmü kalıyor ne de hukukun.

Önce 12 Eylül darbecileri başlattı, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri körüklenen Kürt düşmanlığı üzerinden çatışma ortamı yaratarak, kendi zalimliklerini ve yanı sıra neoliberal sömürü düzeninin dayattığı haksızlıkların, hukuksuzlukların üzerini örtmeyi. Ardından 1989 Bahar Eylemleriyle başlayarak darbe artığı ANAP’ın iktidardan düşürülmesine uzanan demokratikleşme çabalarını boğmak ve ekonomik krizin yarattığı sosyal çöküntüyü örtbas etmek için 1990’ların başlarında suikastlerle, katliamlarla, operasyonlarla yeniden bir çatışma süreci başlatıldı. Gözünü düşmanlık bürüyenlerin yarattığı gürültüde hak, hukuk arayanların sesi yine kesildi…

7 Haziran seçimlerinde halkın desteğini kaybedenler, iktidarlarını korumak amacıyla zaten ayakları altında çiğnedikleri hukukun sesini tamamen kesmek için Montaigne’nin sözünü yine haklı çıkardılar. Çözüm sürecini rafa kaldırıp, halklar arasında serpiştirilmiş düşmanlığın küllerini yeniden alevlendirip, hukuku ve en temel insan haklarını bombaların gürültüsü arasında boğup yerin yedi kat dibine gömdüler. Amaçlarına ulaşıp iktidarlarını sürdürdüler böylece.

İktidar haksızlık, hukuksuzluk üzerine inşa edilmişse bir kez artık iflah olmuyor; sürgit devam eden haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı çıkan sesleri kesmek için silahların gürültüsüne ihtiyaç duyuyor her daim.

Silahların gürültüsüyle sesi kesilen, boğulan hukuk olmuyor sadece; hukukla birlikte ezilenlerin, sömürülenlerin, yoksulların da sesi kesiliyor. Zaten muktedir de yolsuzluğun, sömürünün, talanın en çok olduğu zamanlarda hakkın, hukukun sesini kesmeye ihtiyaç duyuyor. Ki aç midelerden gurultu sesleri de en çok bu zamanlarda geliyor.

Türkiye’de bugün yaşanan krizin benzerleri geçmişte de yaşandı pek çok kez ancak bugün yaşanan krizin yarattığı toplumsal sorunların Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri yoktur. Zira bu kriz sadece yoksulluğu, işsizliği derinleştirmemiş, halkın çok geniş kesimlerini bugüne dek olmadığı boyutta bir “açlık”la da karşı karşı karşıya bırakmıştır. Bu nedenle “mide gurultusu” mecaz anlam taşımanın ötesinde ciddi bir gerçekliği ifade etmektedir.

Peki hukukun sesini boğan silahların gürültüsü, “midelerin gurultusu”nu yani “açlığın sesi”ni de bastırabilir mi?

Türkiye, tarihinin en büyük toplumsal krizini yaşadığı, siyasi iktidarın krizi aşmaya dair herhangi bir irade göster(e)mediği gibi krize neden olan uygulamaları inatla sürdürdüğü; bu nedenle toplumsal desteğini büyük ölçüde kaybettiği bir dönemde Kuzey Irak’ta “Pençe-Kilit” adlı yeni bir askeri operasyon başlattı. Pek çok kez olduğu gibi bu operasyonun da amacı iktidarın bekâsıdır. Ekonomik koşulların çok sert olduğu bugünlerde, başlatılan operasyon öncekiler gibi birçok şeyle birlikte mide gurultusunu da bastırarak amacına ulaşacak, ve AKP/saray iktidarını tahkim ederek, bekâsını koruyabilecek midir?

Yukarıda da ifade edilmeye çalışıldığı gibi daha öncekilerden farklı olarak bu kez “midelerden çıkan ses bir hayli yüksektir” ve iktidarın bekâsını koruyabilmesi için “Pençe-Kilit operasyonu”nun halkın “mide gurultusu”nu bastıracak ölçüde büyük bir gürültü çıkarması gerekir. Ama silahların gürültüsü arttıkça, savaş bütçesi yükseldikçe yoksul halkın ekmeği daha da küçülecek, midelerin gurultusu daha da artacaktır. Silahların sesinin midelerin gurultusunu bastırıp bastıramayacağını ise halkların kendi üzerlerinde oynanan oyunu görerek, bu kez oyuna gelmeme iradesini gösterip göstermeyeceği belirleyecektir.

15 Nisan 2022 Cuma

TTB Pandemi Raporu

                                   16 Nisan 2022

Türk Tabipleri Birliği (TTB) Pandeminin İkinci Yılı Değerlendirme Raporu’nu açıkladı. TTB, pandemi sürecini ve bu süreçte siyasi iktidarın politikalarını en yakından izleyen ve tüm baskı, engelleme ve karalama çabalarına rağmen gerçekleri toplumla paylaşan ve siyasi iktidara uyarılarda bulunan en etkili kurum. Bu rapor ile TTB, sadece pandemi sürecinde yaşananları çeşitli yönleriyle ele almakla kalmıyor, yaşananların ardındaki yapısal sorunları da değerlendiriyor: (https://www.ttb.org.tr/kutuphane/pandemi_2yil.pdf).

Rapora göre ikinci yılını dolduran pandeminin yarattığı tahribat son derece ağır. Bu tahribatın en başında pandeminin aldığı canlar geliyor elbette. Dünyada pandemi nedeniyle yaşamını yitirenlerin sayısı 6 milyon 150 bin civarında. Türkiye’de resmi verilere göre pandemi nedeniyle ölenlerin sayısı 100 bine yaklaşıyor. Ancak raporda bu rakamın gerçekleri yansıtmadığı, hükümetin pandemi süresince diğer pek çok veri gibi vaka ve ölümlere ilişkin de yanlış ya da eksik bilgilendirme yaptığı; TTB’nin hesaplamalarına göre Türkiye’de pandemi dönemindeki fazladan ölüm sayısının 275 bini aştığı belirtiliyor.

“Pandemide daha korumasız olan ve sağlık hizmetlerine ulaşmakta zorlanan yoksulların en çok hastalanan ve yaşamını yitiren kesimi oluşturduğu” rapordaki en önemli tespitlerden biri. Öte yandan bu süreçte gelir eşitsizliklerinin, işsizliğin arttığı; gelirsiz ve işsiz kalan emekçilerin daha fazla sömürüye maruz kalmasıyla çalışma koşullarının kötüleştiği vurgulanarak Covid 19’un “bir işçi sınıfı hastalığı” olduğu ifade ediliyor.

Sağlık emek ve meslek örgütlerinin sürekli gündeme getirdiği gibi pandemide en ağır bedeli ödeyenlerin insan yaşamını ve toplum sağlığını korumak için canla başla çalışan sağlık çalışanları olduğu bu raporda da yer alıyor ve Covid 19 nedeniyle 500’den fazla sağlıkçı, 200’den fazla hekimin yaşamını yitirdiği belirtiliyor.

TTB bu raporda, pandeminin gerek toplumsal etkileri gerekse doğrudan pandemiyle mücadelede ön saflarda yer alan sağlık çalışanlarına etkilerinin ne kadar vahim olduğunu gözler önüne sermekle yetinmeyip, bu vahametin nedenlerini de irdelemiş. Pandeminin yarattığı toplumsal tahribatın nedenlerinin sistemsel ve pandemi yönetiminden kaynaklanan nedenler olarak iki düzlemde ele alındığı söylenebilir.

Buna göre pandeminin dünyada milyonlarca, Türkiye’de yüz binlerce insanın yaşamına mal olmasının en önemli nedeni eşitsizlikleri, sömürüyü özünde barındıran kapitalist sistem ve özellikle de sağlığı “hak” olmaktan çıkartıp metalaştıran sağlıkta neoliberal dönüşüm süreci olduğu vurgulanmış. Özelleşen ya da ticarileşen sağlık kuruluşlarının kâr odaklı olması, koruyucu sağlık hizmetleri yerine kâr getiren tedavi edici sağlık hizmetlerinin tercih edilmesi nedeniyle sağlık kuruluşlarının pandemiye hazırlıklı olmadığı belirtilmiş.

Kapitalist sistemin kuralları içinde hükümet eden siyasi iktidarların pandemi yönetimi ise mücadele etmek bir tarafa adeta pandemiyi insanlığın başına bela edecek türden. Siyasi iktidarın sermayenin çıkarlarına sıkı sıkıya bağlı olduğu ve toplumun sesinin otokratik rejim sayesinde susturulduğu Türkiye, Covid 19 sürecini en ağır yaşayan ülkelerin başında geliyor. Raporda pandemi yönetiminin bilimsel değil kâr odaklı olmasının ortaya çıkan ağır hasarın en önemli nedeni olduğu vurgulanıyor. Pandeminin ardından sağlık kuruluşlarında gerekli önlemlerin alınmaması; gerçek verilerin gizlenmesi; sağlık çalışanlarının sağlığının göz ardı edilmesi; kapitalizmin çarklarını durmamak için ekonomik faaliyetlerin (üretim, ticaret, finans vb) yeterli önlem alınmadan sürdürülmesi; yoksulların ekonomik olarak desteklenmemesi gibi birçok örnekle bu durum somutlanmış.

Raporda anımsatıldığı üzere ilk vakaların ortaya çıkmasından sadece iki hafta sonra TTB, DİSK, KESK ve TMMOB’nin açıkladığı 7 acil önlemin hiçbiri dikkate alınmamış. Bu da pandeminin neden olduğu hasarın siyasi erkin bilgisizliği değil tercihlerinin sonucu olduğunun en önemli göstergesi. Pandemi süreci bilimsel yöntemlerle, şeffaf ve demokratik kitle örgütlerinin, uzman kuruluşların görüşleri dikkate alınarak ve onlarında katılımıyla yönetilseydi yaşamını yitiren yüzbinlerce canımız belki de hala yaşıyor olacak; ekonomik, sosyal yıkım da bu kadar ağırlaşmayacaktı.

TTB’nin raporu iki yılda yaşananları tüm açıklığı ile gözler önüne serdiği gibi bu süreçte yapılanları ve yapılması gerekip de yapılmayanları kayıt altına alarak, gelecekte yaşanabilecek benzeri durumlar için de yol gösterici oluyor.

Önemli bir not: Hükümetin tehlikenin geçtiği yönündeki açıklamalarına ve önlemleri gevşetmesine rağmen “pandeminin yaşamsal tehdidinin ortadan kalkmadığı ve önlemlerin sürdürülmesi gerektiği” uyarısını TTB bu raporda da tekrarlıyor.

8 Nisan 2022 Cuma

Çözüm sandıkta mı direnişte mi?

                                    9 Nisan 2022

Enflasyon halkın üzerinden silindir gibi geçiyor; yoksulluk her geçen gün artıyor, yaygınlaşıyor. Toplumun büyük çoğunluğu en temel ihtiyaçlarını (barınma, gıda, sağlık, eğitim, ulaşım vs) karşılayamaz hale geldi. Devlet kasasından 3-5 maaş “ulufe” alan iktidar temsilcileri “sabır, şükür” telkin eden açıklamalarıyla sefalete sürüklenen halkla adeta alay ediyor. Muhalefet partilerinin, savaş dönemlerinde bile görülmedik bu hızlı yoksullaşma sürecinde hiçbir somut alternatifi yok; çaresizlik içinde gittikçe yoksullaşan halkın kendilerini iktidara taşıyacağı hülyasına dalmış, halkın yaşadığını halka anlatmak dışında bir şey yapmıyorlar. Sendikalar derin bir sessizlik içinde; ücretlerin gün be gün eridiği, günde 10-12 saat alın teri döken emekçilerin karınlarını bile doyuramadığı bir ülkede değillermiş gibi davranıyorlar.

Halkın örgütsüzlüğünü, alternatifsizliğini gören iktidar, umursamazlık içinde; saray ve AKP şürekâsı, halkın cebinden çıkan paralarla sürdürdüğü şatafatlı yaşamı halkın gözünün içine sokarcasına teşhir etmeye devam ediyor. Patronlar ise devletten aldıkları ihaleler, imtiyazlar, vergi istisnaları yetmezmiş gibi örgütsüzlüğü, çaresizliği “fırsata çevirip” emekçileri daha kötü koşullarda çalışmaya zorluyor, sömürüyü daha da yoğunlaştırıyor. Aynı fırsatçılar, yıllardır gerçekleştirdikleri doğa talanını (bedelini halk, -fiyatları yüzde 300-400 artan- temel gıda maddelerine bile ulaşamayarak öderken) daha da katmerlendiriyor.

Emeğini, ekmeğini, toprağını, suyunu savunanlarla barınamadığını, geçinemediğini haykıranların karşısına devlet, her zaman olduğu gibi kolluk güçleriyle dikiliyor. Tüm baskılara, muhalefetin aymazlığına, sendikaların “haince” suskunluğuna rağmen bireysel tepkisini haykırmak isteyen halkın sesi cılız kalıyor, duyulmuyor. “Hukuk yoluyla hak aramak, adalet beklemek” uzun zaman önce masal olmuş zaten. Medya, geçinemediği için kendini yakan, intihar edenlerin haberini ya yayımlamaya bile değer görmüyor ya da istibdat rejiminin baskısı nedeniyle yayımlayamıyor.
Ama en kötüsü umutları tükenmiş, çaresizlik içindeki halkın yoksulluğu, sefalet içinde yaşamayı kanıksamaya, kabullenmeye başlamış olması. Bu kabullenme, sessiz çoğunluğun daha derin bir sessizliğe gömülmesine neden oluyor. Bundan kazançlı çıkan ise “miadı dolduğu” söylenen AKP/saray iktidarı. Çaresizliğini, umutsuzluğunu otokratik rejimin korku iklimiyle besleyerek yarattığı kaos ortamında halkın bir alternatif bulamayarak sefalet içinde yaşamayı kanıksaması AKP’nin tükenmiş olan iktidarını yeniden tahkim ediyor.

Halkın sürüklendiği sefaleti kabullenmesini engelleyecek bir şeyler yapılmazsa ülkenin çok daha karanlık günlere gebe olduğu aşikâr.

Araştırma şirketlerinin yaptığı anketlere bakılırsa iktidar, toplumsal desteğini kaybediyor ama toplumun siyasi tercihlerinin anlamlı olabilmesi için “seçimlerin demokratik koşullarda gerçekleşmesi gerektiği” genellikle göz ardı ediliyor. Oysa otoriter rejimlerde seçimlerin demokratik koşullarda olmayacağını, ortalama zekaya sahip herkesin bilmesi beklenir. Bu nedenle sabah akşam sandığı adres gösteren muhalefeti de bu anket sonuçları üzerinden “gitti gidiyor” yorumları yapan “uzmanlar(!)”ı da anlamak mümkün değil. Kaldı ki seçimlerin demokratik koşullarda olacağını varsaysak bile siyasi iktidardan desteğini çeken halkın tercihine mazhar olacak bir “alternatif” gerekmez mi?

Muhalefetin özellikle de ortak deklarasyon yayımlayan altı partinin toplumun dertlerine derman olma umudu veremediği açıkça görülüyor. Devlet idaresinin liberal demokrasi çizgisine çekilmesinden ibaret olan “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” üzerindeki uzlaşıyla bir araya gelen bu oluşum kimilerinin büyük beklenti içinde olduğu sinerjiyi yaratamadı. Zira “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” son altı ayda derinleşen ekonomik krizle beraber halkın sürüklendiği sefalete çözüm olarak görülmedi. Halkın sorunlarını çözmeye yönelik başka bir alternatif de ortaya konulamayınca umutlar yeşermeden solmuş oldu.

Umutsuzluğu, kanıksamayı kırmanın yolu, çözümü sandığa bırakmadan çarşıda, pazarda, işyerinde, meydanlarda, sokaklarda velhasıl sefalete neden olan soygun düzeninin var olduğu her yerde direnişin yükseltilmesidir. Bu nedenle EMEP, EHP, Halkevleri, SMF, TİP, TÖP ve HDP’nin seçim işbirliğinin ötesinde 1 Mayıs’ta “Zamlara, yoksulluğa, savaşa ve sömürüye karşı” hep birlikte alanlarda olacaklarını açıklaması son derece önemlidir. Bu tür ortaklaşa eylemlerin 1 Mayıs gibi mutat günler dışında da yaygınlaşarak sürmesi gerekir.

2 Nisan 2022 Cumartesi

Üniversitede ‘kötülük’

                                       2 Nisan 2022

Son yıllarda mantar gibi biten üniversite tabelalı işletmelerden biri olan Nişantaşı Üniversitesi, yasal haklarını istediği için çok sayıda (bu yazı kaleme alındığında 60’ı bulmuştu) asistan ve öğretim üyesinin işine son vermiş. Bunu yaparken de “İşçinin ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan halleri” nedeniyle tazminatsız işten çıkartmayı olanaklı kılan İş Kanunu’nun 25/2. maddesini kullanmış.

Kod 25 olarak bilinen bu madde işçinin kazanılmış hakkı olan tazminatına el koymanın yanı sıra SGK kayıtlarına “ahlaksız ve iyi niyetli olmadığı” kaydı düşerek bir başka iş bulmasını da engellemeye yönelik. Anımsanırsa pandemi nedeniyle işçi çıkartmanın yasak olduğu dönemde hakları gasp edildiği için direnen işçilerin direnişini kırmak üzere patronlar bu maddeyi sıkça kullanmış ve yapılanlar büyük tepkilere neden olmuştu.

Sergilenen bu kötülükler çok ciddi, çok büyük boyuttadır: Hakkını arayan çalışanlarına iftira atmak, bunu yaparak onuruyla oynamak, haklarına el koymak ve bir daha iş bulabilmelerini engellemeye çalışmak… Bu kadar büyük bir “kötülük” halini bırakın insanı, bir canlı başka bir canlıya nasıl yapar? Hele de bu kötülük -kapısındaki tabeladan ibaret de olsa- üniversite sıfatı taşıyan bir çatının altında, akademik sıfatlı kişiler tarafından yapılıyorsa, sorunun yanıtını daha uzunca düşünmek gerekir. Zira üniversite sıfatını taşımak, Nişantaşı’nın bilimsel bilgi üreten ve bu bilgiyi paylaşan bir kurum olduğunun kabulüdür. Bir akademisyen ise bu kurum içinde bilimsel bilgi üreten ve bu bilgiyi öğrencileriyle, toplumla paylaşma sorumluluğunu üstlenen kişidir. Dolayısıyla öğrenciler, taşıdığı “üniversite” sıfatı nedeniyle bu kurumları tercih eder ya da herhangi bir konuda görüş bildiren akademisyene taşıdığı bu sıfatı nedeniyle itibar eder, inanır.

Kendi çalışanları, meslektaşları haklarını aradıkları için onlar hakkında yalan söyleyerek, iftira atarak, haklarına el koyan ve daha önemlisi fişlenmelerine sebep olup geleceklerini karartma “kötülüğü”nü yapacak kadar karakterden yoksun olanlardan topluma, öğrencilere, bilim dünyasına nasıl bir fayda gelebilir? Gelmiyor da zaten! Nişantaşı Üniversitesi’nin ne uluslararası alanda ne de ulusal düzeyde herhangi bir akademik başarısı yok. Tek yaptığı öğrencilerden para toplayıp dört yılın sonunda diploma dağıtmak ve bir de üniversite sıfatı taşıdığı için devletten teşvikler ve imtiyazlar almak. Kısacası bilimle uzaktan yakından bir bağı olmadan “diploma satarak” kasasını dolduran ticarethane olmak dışında herhangi bir vasfı bulunmuyor.

Diğer üniversitelerin de Nişantaşı Üniversitesi’nden pek farkı yok. Onlar içinde de enflasyonun resmi rakamlarla bile yüzde 50’leri aştığı koşullarda öğretim elemanlarına “sıfır” zam verdiğini açıklayanlar oldu. Bu üniversitelerde çalışanlar da “akıl ve ahlak dışı” ücret artışlarına tepki gösterirse Nişantaşı Üniversitesi’nde yaşananların diğer özel üniversitelere de yayılmasını bekleyebiliriz. Zira diploma satan işletme olmanın ötesine geçen özel üniversite neredeyse yok gibi.

Özel üniversiteler böyle de devlet üniversitelerinde durum çok mu farklı? Değil elbette. Kamu üniversitelerinin de birçoğu tabeladan ibaret ve bilimle bilimsellikle uzaktan yakından ilgileri yok. Çalışanlarına özellikle de asistanlara yaklaşımları da özel üniversitelerden farksız ama şimdilik oralarda yönetsel konumdaki akademisyen sıfatlılar “kötülük” halini bu kadar yaygın biçimde ve açıkça ortaya sermiyorlar. Ama devlet üniversiteleri meselesini başka bir yazıya bırakalım.