Fehim Taştekin Al Monitor’daki (1 Temmuz) yazısında, okurlarıyla “İktidarın dış politika tercihlerinin arkasına dizilen muhalefet bir türlü tutarlı bir söylemle karşı duruş sergileyemiyor” tespitini paylaşıyor. Bu tespit sadece dış politika için değil ekonomiden sosyal politikalara, enerjiden sağlığa hemen her alan için geçerli. Sadece CHP ve 6’lı masadaki diğer muhalefetle de sınırlı değil bu durum, pek çok konuda ama özellikle ekonomi politikalarına dair HDP için de benzer bir tespit yapılabilir aslında. HDP’nin ekonomi politikaları üzerine “AKP iktidarının da muhalefetin de takipçisi olduğu ana akım politikaların ötesinde” alternatif bir çözüm önerisine tanık olamıyoruz örneğin.
Madem ekonomiden söz açtık oradan bir misalle devam edelim: Son zamanlarda sıkça gündemde olan Merkez Bankası (MB) konusunda diğer muhalefet gibi HDP de MB’nin -siyasi iktidardan- bağımsız olması gerektiğini savunan açıklamalar yapıyor. Peki iktidardan bağımsız olduğunda MB’yi kim yönetip yönlendirecek? Piyasanın “görünmeyen el”i mi yapacak bunu? Piyasanın o “görünmeyen el”inde işçinin, emekçinin, yoksul halkın bir hükmü var mı? Yok tabi! Tamamen piyasa aktörlerinin yani ulusal ve uluslararası sermayenin çıkarlarına göre hareket eden bir mekanizma “görünmeyen o el”. O halde MB bağımsızlığını savunmanın, HDP’nin temsil ettiği kitlenin çok önemli kısmının hayrına olduğunu söylemek mümkün değil. Bu durumda savunulması gereken MB’nin bağımsızlığı yerine, seçim sisteminden iktidarın işleyişine kadar “tüm siyasetin demokratikleştirilmesi” değil midir? Siyasetin demokratikleşmesinin yolu ise toplumun tüm kesimlerinin özgürce örgütlenmesi ve tüm karar alma mekanizmalarında yer almasından geçmez mi? HDP bunu neden daha açık biçimde savunmuyor o halde? Egemen ideolojiye aykırı bir çıkış yapıp marjinal görünmekten mi çekiniyor yoksa?
Bir diğer örneği de “ülkede en yakıcı gündem olan enflasyon, ücretler ve yoksullaşma” üzerinden verelim: Geçen hafta bu köşede yine değinmiştik; Türkiye, 7 yıldır üst üste Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC) yayımladığı Küresel Haklar Endeksi’nde, 148 ülke içinde “işçiler için en kötü 10 ülke” arasında yer alıyor. Örgütlenmeye çalışan işçilerin işten çıkarıldığı, grevlerin yasaklandığı, sendikacıların yargılandığı, haklarını arayan işçilerin polisten şiddet gördüğü bir ülkede ücretlerin enflasyon karşısında ezilmemesi, emekçilerin yoksullaşmaması mümkün mü? Gelin görün ki muhalefet, ücretlerin enflasyon karşısında erimesini eleştiriyor ama çözüm olarak çalışma yaşamında demokrasinin gerekliliğinden, bunun için de sınıf mücadelesinin önündeki engellerin kaldırılmasından söz etmiyor. Düzen içinde yer alan, sınıfsal tercihini yapmış muhalefetin bu tavrı anlaşılabilir ama HDP’nin de bu konuda net bir politika ortaya koyması gerekmez mi? Zira HDP Parti Programı’nın ilk cümlesi “İnsanlık tarihi bir mücadeleler tarihidir” sözüyle başlar ve “Emeğin ve ezilenlerin kurtuluşu için; özgürlük, barış ve adalet için mücadele eden güçlerin birliğinden oluşan Partimiz, insanlığın sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir dünyaya ulaşacağına inanır” sözleriyle sürer. Benzer anlayış HDP Tüzüğü’nde de defaaten ifade edilir.
Partinin en temel belgelerinde yer alan anlayışın gereği, HDP’nin bir an önce işçi hareketinin, sendikal mücadelenin içinde fiilen yer alanları bir araya getirerek işçi sınıfı mücadelesinin önündeki engellerin kaldırılmasını sağlayacak politika, strateji ve taktikler geliştirilmesi; bu süreçte HDP’ye düşen sorumluluk ve görevlerin neler olması gerektiğinin tartışılmasıdır. Bunlar sendika bürokratları ve sadece HDP’ye yakın sendikacılarla “dostlar alışverişte görsün” babından toplantılarla olmaz elbette. Özellikle bu yıl önemli başarılara imza atan -örneğin kargo çalışanlarını, Migros depo işçilerini, Antep’te tekstil işçilerini ve benzeri birçok işçi eylemini örgütleyen, grev yapan, kazanım elde eden- sendikalar, öncü işçiler toplantılara mutlaka davet edilmelidir. Birileri HDP’nin kimi politikalarını işçilerle birlikte belirlemesini de marjinallik olarak sunulacak olsa da…
Tam burada marjinalliğe dair büyük fotoğrafın içindeki şu ibretlik durumdan da söz etmeliyiz: Geçen hafta Genel Kurul’da belirlenen Danışma Kurulu içinde yer alan Prof.Dr. Şebnem Oğuz, Genel Kurul’un hemen ertesi günü öğretim üyesi olduğu Başkent Üniversitesi’nde istifaya zorlandı. Gerekçe, yasal bir parti olan HDP’nin bir kurulunda görev alarak üniversitenin bir çalışanının isminin HDP ile yan yana gelmesiydi. Partiyi kapatma davası, hemen her gün partililere yönelik operasyonlar üzerine bir de sevgili Şebnem’in karşı karşıya kaldığı durum, HDP’nin devlete (ve devletten çok devletçi kesilenlere) nasıl “marjinal” göründüğünü ortaya koymuyor mu zaten? Örnekler çoğaltılabilir. Dolayısıyla “Daha ne kadar marjinalleştirilebilir ki?” sorusu devreye girer burada. Kaldı ki kuruluşundan bu yana HDP, “düzen partisi” olmadığını söyleyip “radikal demokrasi”yi savunmuyor muydu? Radikal demokrasi sadece Kürt meselesinin çözümü için mi geçerli? Tutarlı siyaset, başta ekonomi olmak üzere diğer sorunlar için de “radikal” çıkışları gerektirmez mi?
Şunu rahatlıkla iddia edebiliriz ki HDP’nin sadece Kürt meselesinde değil Türkiye toplumunun temel meselelerinde açıklıkla ortaya koyacağı “radikal” politikaları (bu noktada Demirtaş’ın “İğneyi Kendimize…” başlıklı yazısında söz ettiği “değişim”le de özdeşlik kurulabilir) oy kaybettirmez, tam tersine düzen partileri karşısında çözümün adresi olmasını sağlar!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder