30 Aralık 2022 Cuma

AKP’nin müjdeleri (!)

                                  31 Aralık 2022


Muhalefet Cumhurbaşkanı adayının kim olacağını belirlemek için debelenedursun AKP/saray iktidarı seçim çalışmalarına son sürat devam ediyor! Geçen hafta milyonlarca emekçiyi açlığa mahkum edecek olan asgari ücreti “müjde” olarak ilan eden Cumhurbaşkanı, bu hafta da kendi marifetleri olan “mezarda emeklilik” yasasının yarattığı EYT sorununa kısmen çözüm olması beklenen bir düzenlemeyi yine “müjde” olarak duyurdu. Seçim yaklaştıkça bunlara kamuda sözleşmeli çalışanların kadroya alınması, istihdamı arttırmayı da içeren bir takım teşvik paketleri gibi kimi “müjdeler” de eklenecektir.


Aslında oy kaygısıyla emekçilerin ekonomik ve sosyal taleplerini karşılayacak düzenlemeler yapmak AKP’nin adeti değildir. AKP iktidar olduğu dönemde katıldığı -dördü genel, dördü yerel, ikisi referandum- on seçimin hemen hiç birinde bu yönde bir düzenleme yapmamış; genellikle yoksulluk yardımları, kredi (borçlanma) kolaylıklarını vb seçim yatırımı olarak yeterli görmüştür. Yanı sıra esnek ve güvencesiz çalışma rejimini, kamu hizmetlerinin piyasalaşmasını, özelleştirmeleri, sosyal hakların gasp edilmesini -reform, dönüşüm vs adlarla- toplum yararına(-imiş) gibi sunmuştur. 


AKP’nin toplumun ve dolayısıyla seçmenlerin çok büyük kesimini oluşturan emekçilerin haklarını, taleplerini görmezden gelmesi elbette onların oylarına ihtiyacı olmadığından değil; özellikle Kürtlere, Alevilere yönelik düşmanlığı körükleyerek milliyetçilik ve mezhepçilikle sınıfsal çelişkilerin üzerini örtmeyi becerebilmesindendir. Bu yolla yıllardır haklarını gasp ettiği, güvencesizliğe, işsizliğe, yoksulluğa sürüklediği halde emekçi kesimlerden oy alabilmiştir. Bunun tek istisnası, Kürt sorununda kutuplaşma yerine çözüm sürecinin olduğu dönemde yapılan ve AKP’nin tek başına iktidarı elde etme olasılığını yitirdiği 7 Haziran 2015 seçimleridir. AKP’nin bu seçimlerin hemen sonrasında ülkeyi hızla çatışma ve kutuplaşma ortamına sürüklemesinin nedenlerinden biri de budur!  


Peki ne olmuş da onca seçimde emekçi kesimlerin oyunu almak için emek düşmanı politikalarından “ödün” vermeyen AKP, bugün emekçi kesimlere “müjde” verme çabası içine girmiştir? 


AKP’nin neoliberal politikaların izinden gittiği 20 yıllık iktidarının sonunda dar bir sermaye grubu ve yakın çevresinin çıkarları uğruna toplumun çok geniş bir kesimini açlığa varan öylesine derin bir yoksulluğa itmiştir ki milliyetçilik, mezhepçilik bile artık bunun üzerini örtememektedir. OHAL ve sonrasında kurulan otokratik rejiminin yoksullaşan, sömürülen, ezilen halk üzerine kurduğu baskıya rağmen küçük ve birbirinden kopuk da olsa gerçekleştilen direnişler sadece baskı düzeninin AKP’nin kendisini halka dayatmaya yetmeyeceğini göstermektedir. EYTlilerin örgütlü olarak verdiği ısrarlı mücadele de bunun örneklerinden biridir.


Öte yandan AKP’nin emekçi kesimlere verdiği “müjde”lerin samimiyetini de sorgulamak gerekir. Yaşamın -çarşının, pazarın- gerçeklerinden tamamen kopmuş olan TÜİK’in enflasyon verileri üzerinden hesaplanan açlık sınırının bir kaç yüz lira üzerinde belirlenen 2023 yılı asgari ücret rakamının, -Aralık ve Ocak ayı enflasyonu da eklendiğinde- işçilerin eline geçmeden açlık sınırının altına düşeceği kesindir. Bir milyon yeni istihdam sağlayacağı iddia edilen -kaçıncısı olduğunu saymaktan yorulduğumuz- paketlerin işsizliğe çare olmayacağı da aşikardır. Dolayısıyla bunlar ve benzeri konularda verilenmüjde”ler aldatmacadan ibarettir.


Cumhurbaşkanı’nın söylediğine göre 2 milyon 250 bin kişinin yararlanacağı EYT düzenlemesi ve kamuda sözleşmeli çalışanların kadroya alınması, AKP tarafından yaratılan haksızlıkların bir ölçüde giderilmesi olarak değerlendirilebilir. Ancak bu düzenlemeler, doğrudan yararlananlar için olumlu karşılanmışsa da sınırlı kazanımlardır. Örneğin EYT düzenlemesi sadece 8 Eylül 1999 öncesinde sigortalı olanları kapsamaktadır. Bu tarihten sonra sigortalı olanlar için “mezarda emeklilik” uygulaması devam etmektedir. Kaldı ki -EYT’den yararlananların da dahil olacağı- emeklilere açlık sınırının yarısı kadar bir ücretle yaşamalarının reva görüldüğü de unutulmamalıdır. Kamuda esnek ve güvencesiz çalıştırılan emekçilerin kadroya alınması da EYT’de olduğu gibi kalıcı, kapsayıcı ve insanca yaşama koşullarını sağlayacak bir düzenleme olmayacaktır. Aynı şekilde sözleşmelilerin kadroya alınması da esnek çalışma rejimi var olduğu sürece güvencesiz istihdam için kalıcı bir çözüm olmayacaktır.


Şurası açık ki toplumsal barış sağlanarak milliyetçilik ve mezhepçilik politikaları boşa düşürülmedikçe ve emekçiler haklarını savunmak için örgütlü bir mücadele ortaya koymadıkça -seçimleri kim kazanırsa kazansın- verilen “müjdeler” bu halkın burnundan misliyle getirilecektir. 


2023’ün mücadelelerin ve toplumsal barış çabalarının yükseldiği ve sonuç verdiği bir yıl olmasını dilerim.   


23 Aralık 2022 Cuma

Gezi-Kobani Kardeşliği

                                  24 Aralık 2022                                 

Kobani davası tutsaklarından Bülent Parmaksız “Hikayede farklı Mücadelede Ortak: Gezi Kobani Kardeşliği” başlığıyla bir makale kaleme aldı. Sebahat Tuncel’in önsözünü yazdığı makale el
yazmaları.com  internet sitesinde dört bölüm halinde yayınlamdı*. 


“Biri dar anlamda bir parkın savunulması, diğeri ise bir şehrin savunulmasıdır. Biri kent talanına karşı, diğeri ise tarih dışı bir örgüt olan IŞİD barbarlığına karşı bir savunmadır. Geniş anlamda ise Gezi Direnişi hayat tarzına müdahaleye karşı kendi benliğini/var oluşunu, artan baskılara karşı özgürlük alanlarını, kent talanına karşı şehrin tarihsel kimliğini/dokusunu, betona ve AVM’lere karşı yeşili/doğayı, gericiliğe karşı mod
ernleşmenin ve aydınlanmanın tarihsel birikimini, artan yoksulluk ve işsizliğe karşı “orta” ve “alt” sınıfların eşitlik ve adaleti savunma mücadelesidir… IŞİD tarafından işgal edilmek istenen Kobani şehir savunması da dar anlamda bir kent savunmasının sınırlarını aşmış, tarih dışı olana karşı yeni bir yaşamın ve barbarlığa karşı özgürlüğün, tecavüze uğrama ve köle gibi alınıp satılma riskine karşı kadınların direnişine, IŞİD gericiliği ve barbarlığının Irak’tan başlayıp Suriye’ye ve oradan tüm Orta Doğu’ya yayılma stratejisine karşı ilk kez bir barajın inşa edildiği bir mücadeleye dönüşmüştür. Gezi ve Kobani görüntüde biri “içeride” diğeri de “dışarıda” iki ayrı mekândır. Ve her ikisi de mekânın, o mekâna içerilmiş, o mekânda yaşanmakta olan yaşayış biçimlerinin savunulması mücadelesidir.”
 


Bir yıl arayla gerçekleşen, son yılların en büyük iki toplumsal eylemini "bir madalyonun iki yüzü” olarak tanımladığı makalesine bu tespitlerle başlıyor Parmaksız; Gezi ve Kobani direnişlerinin ortak yönlerini vurgulayarak yaptığı kapsamlı bir analizin ardından Gezi’ye katılanların ama özellikle de Türkiye sosyalistlerinin Kobani davasına ilgisizliğinin nedenlerini sorguluyor.


“Gezi’ye katılan kitlelerin Kobani sürecine olan ilgisizliği hem olgular arasındaki ilişkiyi kurmaktaki bilinç yetersizliğiyle hem milliyetçilikten kaynaklı etkilenmeyle hem de devletten gelebilecek baskıları göğüslemek istememesiyle iniltilidir.” tespitinin ardından şu soru geliyor akıllara: Peki ya sosyalistler? Gezi’ye katılan genel kitle gibi kendini “sosyalist” tanımlayanlar da bu iki eylem/direniş arasındaki ilişkiyi kuracak, milliyetçi hezeyanın etkilerinden kaçınacak bilinçten yoksun; devletin baskılarına direnemeyecek kadar aciz oldukları için mi Gezi davalarını sahiplenirken Kobani davasından uzak duruyorlar? 


Gezi ile özdeşleşen Türkiyeli sosyalistlerin, Kobani süreciyle ve ona içerilmiş olan Kürt meselesiyle arasına koyduğu mesafeyi “sınıf siyaseti” eksenli siyasal bir programa sahip olmaları gerekçesiyle teorize ettiklerini savunan Parmaksız, Kobani’yi “kimlik siyaseti” ile tanımlayarak uzak durduklarını düşünüyor. Bu “sosyalist” kesimler, “Kürt meselesiyle arasına mesafe koymasının esas nedenlerinden biri olan Türk milliyetçiliğinin üzerindeki etkisini ve devletten gelebilecek baskılanmayı göğüslemek istemediği gerçeğinin üzerini de böylece örtmüş oluyor.”

 

Bu tespitlerin ardından biri Kürt siyasetine ilişkin diğeri de sınıf siyaseti güttüğü gerekçesiyle  Kürtlerle arasına mesafe koyan sosyalistlere ilişkin iki soru kümesi getiriyor Parmaksız: İlki “Türkiye’deki Kürt siyaseti sadece kimlik siyaseti mi yapıyor?”, “Kobani, Gezi’nin kodladığı haliyle sadece kimlik siyaseti sınırları içine hapsedilerek tanımlanabilir mi?” sorularını içeriyor. İkincisi ise “Kürtlerden uzak durarak sınıf siyasetinin önü açılabilir mi?”, “Kitlelerin milliyetçi-şoven yanlarını görmezden gelerek yürütülecek bir mücadele programı ile varılmak istenen emek yanlısı toplumcu hedeflere ulaşmak mümkün olabilir mi?” soruları.


Bu ve benzeri birçok soru ile toplumsal mücadelelerin birbirinden ayrılmaz iki ayağı olan “sınıf siyaseti” ve “kimlik siyaseti” üzerinden yürüyen tartışmaları derinleştiren yazar, bu tartışmalara katkı olarak “Gezi ve Kobani ilişkisini siyasette, programda, taktikte, stratejide, gönüllerde yeniden kurmalıyız. Kopan, zayıflayan ilişkileri onarmak gerekir. Hem her iki halk nezdinde hem de siyasal hareketler nezdinde bu ilişkiler yeniden kurulmalı. Bunun başlangıç noktalarından biri hukuki süreçleri hala devam eden Gezi ve Kobani davaları olabilir.” önerisinde bulunuyor.


Bülent Parmaksız’ın bu öğretici ve aynı zamanda “Türkiye halkları barış içinde mi yaşayacaklar yoksa geçen on yıllarda olduğu gibi egemenlerin halkları düşmanlaştıran politikalarının kurbanı mı olacaklar?” sorusuna yanıt aradığı tartışmaya katılmak isteyenlere bu makaleyi mutlaka okumalarını öneririm.


https://elyazmalari.com/2022/12/05/hikayede-farkli-mucadelede-ortak-gezi-kobani-kardesligini-yeniden-kurmak-1-bulent-parmaksiz/

16 Aralık 2022 Cuma

AKP’nin grev korkusu!

                                 17 Aralık 2022


Cumhurbaşkanı Erdoğan; Bekaert Çelik şirketinin, Birleşik Metal-İş ve Özçelik-İş sendikalarının örgütlü olduğu iki fabrikasında aldığı grev kararını "Millî Güvenliği Bozucu Nitelikte Görüldüğü" gerekçesiyle 60 gün ‘erteledi’. İşin aslında bakarsanız, bu iki fabrikada üretim sonsuza kadar dursa bile bundan ne milli güvenlik etkilenir ne de halk! AKP daha önce 19 kez yaptığı gibi yine 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununun 63. maddesinde yer alan* “Karar verilmiş veya başlanmış olan kanuni bir grev; genel sağlığı veya millî güvenliği bozucu nitelikte ise Cumhurbaşkanı bu uyuşmazlıkta grevi altmış gün süre ile erteleyebilir.” hükmüne sığınarak emekçilerin en doğal ve meşru hakkı olan üretimden gelen gücünü kullanmasını yani grev hakkını gaspetmiş oldu. 


Grev, üretim araçları ellerinden alınan, mülksüzleştirilen ve emek gücünü kapitalistlere (sermaye sahiplerine) satmak zorunda bırakılan emekçilerin; “emek gücünün alınır satılır bir meta haline dönüşmesine, değersizleştirilerek sömürülmesine karşı durmak için üretimden çekilmesi”dir. Grevin engellenerek emek gücünün zorla üretimde tutulması, çalışmadığı taktirde yaşam olanaklarından tamamen yoksun bırakılan emek gücünün sahibi olan insanların iradeleri dışında çalıştırılmasıdır. Ki bu temel bir insan hakkı ihlalidir. Dolayısıyla -açlık tehdidi altında çalışmaya zorlananların- grev hakkının gasp edilmesi, aynı zamanda insan hakları ihlali olarak da değerlendirilmelidir.


Grev hakkının gasp edilmesi sadece siyasi iktidarın “grev erteleme”si ile olmaz. Burjuva hukukunda  grev hakkını engellemek için pek çok yasal düzenleme yapılır. Örneğin, AKP döneminde çıkartılan 6356 sayılı yasanın “Grev Yasakları” başlığını taşıyan 62. maddesinde birçok iş kolu ve işyerinde grev yasaklanmıştır. Dahası toplu iş sözleşmesinde uyuşmazlık olması dışında “hak grevi” yapılması yasaktır. “Grev ertelemeleri”, tüm bu yasaklar aşılarak gerçekleştirilmeye çalışılan grevleri de engelleyerek grev hakkının -yasal çerçeve içinde- kullanılmasını tamamen imkansız hale getirmek için kullanılmaktadır.  


Burjuvazinin ve onların temsilcisi olan iktidarların grev hakkını ortadan kaldırma çabasının nedeni, emek gücünün üretim sürecinden çekilmesi durumunda kapitalizmin varlık koşulu olan sermaye birikiminin sağlanamaması; -F. Engels’in ifadesiyle- grevin, tüm sistemin can damarını kesmesidir! İşte bu nedenle grev, kapitalist sistem tarafından tehdit olarak kabul edilerek yasaklanır ya da yasalarla işveren ve sistem için tehdit oluşturmayacak biçimde sınırlandırılmak istenir. Tüm yasak ve sınırlamalara rağmen greve giden işçiler ise güç kullanılarak baskı altına alınmaya çalışılır.


Grev hakkının kullanılamadığı koşullarda emekçilerin işverenlerle uzlaşmak için toplu sözleşme masasına oturmasının hiçbir anlamı kalmaz. Zira kapitalist üretim sisteminin emekle sermaye arasında yarattığı eşitsiz ilişkide emekçilerin sahip olduğu gücün temel dayanağı “grev”dir. Grev hakkının bunmadığı bir toplu pazarlık sisteminde işveren, istediği koşulları tek yanlı olarak emekçilere dayatacaktır. Asgari ücretin belirlenmesi için yapılan görüşmeler vs. bunun en yakın örneğidir. Türkiye’nin dünyada en kötü çalışma koşullarına sahip ülkeler içinde yer alması ve emekçileri açlığa iten ekonomi politikaların hiçbir dirençle karşılaşmadan uygulanabilmesi de yine bir mücadele aracı olarak “grev”in kullanıl(a)mamasının bir sonucudur.


Grevler sadece emekçilerin üretim sürecindeki talepleriyle sınırlı eylemler değildir; politik sonuçlar da doğurur. Çünkü grevlerle birlikte bir taraftan emekçiler, üretimden ve dayanışmadan gelen gücünün bilincine varırken diğer taraftan sermaye düzenini ve iktidarı ideolojik olarak sorgular; ardından da o düzeni sarsmaya başlar. Önemli değişimlere yol açmış toplumsal hareketlerin ardında yaygın grev dalgalarının bulunması da bundandır. Bu nedenle grev, sermayenin çıkarlarının yanı sıra totaliter rejimlerin bekası için de tehdit olarak görülür ve özellikle faşist iktidarlar grevlere tahammül edemez, yasaklama yoluna gider.


Tüm sınırlandırmalara ve yasaklamalara rağmen kapitalist üretim sisteminin yarattığı “emek-sermaye çelişkisi” devam ettiği sürece işçi sınıfı -kaçınılmaz olarak- kendi varlığını emek gücü üzerinden ifade etmeye devam edecektir. Eğer koşullar başka çıkış noktası bırakmıyorsa emekçiler tüm yasal engellemelere rağmen üretimden gelen gücünü devreye sokacak ve grevi tarihin diğer dönemlerinde olduğu gibi emek gücüne sahip olmaktan kaynaklanan “doğal bir hak” olarak kullanacaklardır. Kısacası yasalarla grev hakkının kullanımını bütünüyle sınırlandırmak mümkün değildir. Grev hakkının kullanılmasını engelleyen yasalardan çok, kendisini yasalarla sınırlandırmış olan sendikal anlayışlardır!



(*) Aynı hüküm 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun 33. maddesinde yer alıyordu ve grev erteleme yetkisi Cumhurbaşkanı yerine Bakanlar Kurulu’ndaydı.


9 Aralık 2022 Cuma

Asgari ücrette utanç pazarlığı!

                                  10 Aralık 2022

200 yıllık sınıf mücadeleleri tarihi, “işçilerin örgütsüz olduğunda ve üretimden gelen gücünü yani grevi bir mücadele aracı olarak kullan(a)madığında işverenle toplu pazarlık masasına otursa bile o masadan bir kazanımla kalkmasının mümkün olmadığını” gösterir. 


Kapitalist üretim sisteminde üretim araçlarının sahibi olan işveren karşısında yaşamını sürdürecek bir gelir için emek gücünü satmaktan yani bir işveren için çalışmaktan başka çaresi olmayan işçilerin -patrona çok büyük paralar kazandıracak özel ve özgün niteliklere sahip değilse- bireysel olarak hiçbir söz hakkı olamaz. Çünkü gıda, barınma, sağlık gibi yaşamını sürdürebilmesi için gereken temel gereksinmeleri karşılamak için acilen bir işe ihtiyacı vardır ve bu, işçiyi emeğinin karşılığını elde edecek pazarlık gücünden yoksun bırakır. Öte yandan ihtiyaçlarını karşılayacak geliri elde edebileceği bir işe sahip olabilmek için kendisiyle aynı durumda olan diğer emekçilerle rekabet etmek zorunda kalır ki bu da, pazarlık gücünü tamamen kaybetmesine neden olur. Sonuç itibariyle emekçiler hakkı olanın ve insanca yaşam sürdürebilmesi için gerekenin çok daha altında bir ücrete rıza göstermek zorunda kalır. 


İşçilerin pazarlık gücüne sahip olabilmesinin yegane yolu, diğer emekçilerle rekabet etmek yerine onlarla birlikte “işverenlere ve -onun devleti yöneten yansıması olan- siyasi iktidarlara karşı örgütlenerek mücadele etmesi”dir. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında sendikalar, bu örgütlü mücadelenin en etkili araçları olmuş; sendikal örgütlenme içinde yürütülen mücadeleler sayesinde sadece sosyal haklar değil insan haklarında ilerleme sağlayan önemli kazanımlar elde edilmiştir. Bu dönemde sendikaların başarılı olması emekçilerin üretimden gelen gücünü yani grevi etkili bir mücadele aracı olarak kullanması sayesindedir. 


20. yüzyılın başından itibaren “sermayeyle uzlaşarak” bir takım haklar elde edilebileceği anlayışıyla hareket eden sendikaların üyeleri çoğalmışsa da bunlar,  sadece üyelerinin ekonomik hakları için mücadele ederken işçi sınıfının bütününden kopmuş; bürokratik bir yapıya bürünmüş ve mücadeleden uzaklaşmışlardır. Küreselleşme sürecinde “sosyal diyalog” adı altında benimsenen uzlaşma anlayışı, sendikaların sermayenin ve siyasi iktidarların güdümüne tamamen girmesine neden olmuş; işçi sınıfının hak ve çıkarlarını korumak ve geliştirmekle mükellef olan sendikalar, işverenlerin ve hükümetlerin işçi düşmanı politikalarını meşrulaştıran bir rol üstlenmiştir.    


Asgari ücret belirleme sürecini de  bu bağlamda okumak gerekir. Türkiyede emekçilerin yaklaşık yarısının ücretini doğrudan tayin eden, geri kalanın ücretini de dolaylı olarak etkileyen asgari ücretin belirlenmesi için toplanan Asgari Ücret Tespit Komisyonunun çalışmaları ulusal düzeyde yapılan bir toplu pazarlık olarak değerlendirilebilir. 1967 yılından bu yana Komisyon tarafından belirlenen asgari ücret, aynı zamanda Türkiyede emek ve sermaye arasındaki güç dengesini yansıtır.


Asgari ücretin ulusal düzeyde yapılan bir toplu pazarlıkla belirlendiği 55 yıl boyunca -işçi hareketinin güçlü olduğu, grev eğilimlerinin yüksek olduğu bir kaç yılı saymazsak- Asgari Ücret Tespit Komisyonunun emekçilerin hak ettikleri bir ücreti tespit ettiğine pek tanık olunmamıştır.

Bunda “Türkiyenin neoliberal dönüşüm sürecine ‘sermaye için ucuz emek cenneti’ne dönüşerek ayak uydurma çabasının ve bunun için askeri darbeler ya da darbe girişimi bahaneleriyle işçi hareketinin baskı altına alınmasının önemli etkisi” vardır. Ancak bu baskılara karşı direnç gösterilememesinde işçi sınıfının öznel ve nesnel durumu ile işçi hareketinin zaaflarını da göz ardı etmemek gerekir. 


2023 yılında geçerli olacak asgari ücretin belirlenme süreci önceki yıllarda olduğu gibi Türkiye’de sınıflar arası güç dengesinin emekçiler aleyhine ne denli bozuk olduğunu tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. Bu yıl ayrıca milyonlarca emekçiyi temsilen asgari ücretin belirlendiği masaya oturan Türk İş nezdinde sendikaların sınıftan ne denli uzaklaşmış oldukları daha önce hiç olmadığı kadar vahim bir görünürlüktedir.


Türk İş, emekçileri temsil etmesi gereken asgari ücret masasına henüz oturmadan, kendi belirlediği “açlık sınırı” olan 7 bin 785 TL’nin kırmızı çizgileri olduğunu; yani bu rakamı kabul edeceklerini açıkladı. Dolayısıyla bu açıklamadan sonra Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun toplu pazarlık masası olma vasfı da Türk İş’in emekçileri temsil vasfı da ortadan kalkmış oldu. Zira  Türk İş’in razı olduğu açlık seviyesi, işçinin çalışabilmesi için gereken asgari yaşam seviyesidir zaten. Bunun altında verilecek bir ücretle işçi bırakın sağlıklı beslenmeyi, barınmayı, hastalanırsa tedavi olmayı, verilecek işi gerçekleştirmeye bile mecal bulamaz. Rasyonel düşünebilen patronlar bile aç kalmasının “işçinin verimini” düşüreceğini bilir ve bu seviyenin altında bir ücreti önermez. Yani ortada asgari ücretin belirlendiği bir masa ile Türk İş diye bir işçi örgütü olmasa da ücretler üç aşağı beş yukarı Komisyon’un belirlediği miktardan farklı olmazdı.


Türk İş’in asgari ücret belirleme sürecindeki tavrını, sermayenin ve siyasi iktidarın güdümüne girmiş, işçi düşmanı politikaları meşrulaştırma rolü üstlenmiş sendikaların tipik bir örneği olarak değerlendirebiliriz. Bu noktada diğer konfederasyonların da Türk İş’ten çok da farklı olmadıklarını belirtmek gerekir. 


Burada mesele sendikaların asgari ücretin ne kadar olması gerektiği yönündeki açıklamaları değildir elbette. Asıl sorgulanması gereken sendika sıfatı taşıyan örgütlerin işçiye açlığı reva görecek kadar “utanç verici” bir duruma nasıl düştükleri, bu sendikaların başındakilerin bulundukları konumları nasıl koruyabildikleridir. İşte bunun için de tarihsel sürece dönüp bakmak, tarihin olumlu ve olumsuz deneyimlerinden dersler çıkarmak gerekir. 

2 Aralık 2022 Cuma

Hakikate şahitlik etmek ve TTB’nin yanında olmak

                                  3 Aralık 2022

24 Ekim’de yapılan Kabine Toplantısı’nın ardından Erdoğan, Türk Tabipleri Birliği (TTB) Başkanı Şebnem Korur Fincancı’yı -adli tıp uzmanı bir bilim insanı olarak kimyasal silah kullanımına ilişkin yaptığı değerlendirme nedeniyle- “sınır ötesi harekâtlara iftira atmak”la itham ederek; “Ankara Cumhuriyet Başsavcılığımızın yürüttüğü soruşturmanın sonuçlarına ve mahkemelerin vereceği kararlara göre hem bu kişiyle, hem de bu kurumla ilgili gereken adımlar atılacaktır. Bu çerçevede Kabine Toplantımızda ilgili bakanlarımıza, TTB başta olmak üzere meslek örgütlerinde yeni bir yapıya geçilmesine yönelik mevzuat çalışmalarının hızlandırılması talimatını verdik.” açıklamasında bulundu.


Bu açıklamanın hemen sonrasında Şebnem Korur Fincancı evi basılarak gözaltına alındı ve tutuklandı. 27 Kasım günü de Adalet Bakanı Bekir Bozdağ yaptığı bir konuşmada “Sayın Cumhurbaşkanımızın da açıkladığı gibi, Türk Tabipleri Birliği ve Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği ile ilgili çalışmanın sonuna geldiğimizi ifade etmek isterim. Yakında bu çalışmayı kamuoyumuzla paylaşacağız.” açıklamasını yaptı.


Bazı meslek örgütlerinin, amaçlarının dışında faaliyetler içerisine girdiğini söyleyen Bozdağ, “Siyasette olan bir kardeşiniz olarak, Türk Tabipleri Birliği’nin, tabiplerin hakkını savunduğuna şahit değilim. Tabiplerin menfaati olsun diye değil, sadece iktidar zarar görsün diye faaliyette bulunuyorlar.” ifadeleriyle konuşmasını sürdürdü.


Erdoğan ve Bozdağ, bu açıklamalarıyla TTB’yi yasayla kendisine verilen görevler dışında faaliyette bulunmakla suçlamakta; bununla da yetinmeyip hekimlerin büyük çoğunluğunun tercihiyle göreve gelmiş olan -seçim yoluyla değiştiremediği- TTB yönetimini yasayı değiştirerek alaşağı etmeyi ve dahası kamu kurumu niteliğindeki bu kuruluşu tamamen işlevsiz hale getirmeyi amaçlamaktadır.


Siyasi iktidarın en yetkili isimlerinin doğrudan hedefi haline gelen TTB, 23 Ocak 1953 tarihinde yasalaşan 6023 sayılı Türk Tabipleri Birliği Kanunu ile kurulmuş ve yaklaşık 70 yıldır bu kanun hükümlerine göre faaliyet gösteren kamu kurumu niteliğinde bir meslek kuruluşudur.  TTB’nin yapmakla yükümlü olduğu görevler yasanın 4. maddesinde şöyle sıralanır:


  1. Halk sağlığına ve hastalara fedakarlık ve feragatle hizmeti ideal bilen meslek geleneklerini korumak ve geliştirmeye çalışmak, 
  2. Üyelerinin maddi ve manevi hak ve menfaatlerini korumak, bunları halkın ve devletin menfaati ile en iyi şekilde denkleştirmeye çalışmak, 
  3. Halkın sağlığını korumaya, üyelerini refah seviyesine ulaştıracak gerekli çalışma alanları bulmaya, İş Kanunu ile sosyal kanunların ve ilgili diğer mevzuat hükümlerinin uygulanmasında meslek ve meslektaşların hak ve menfaatlerini korumaya ve her türlü görev dağılımını adilane bir surette düzenlenmesine çalışmak, 
  4. Halk sağlığı ve tıp meslekleri ile ilgili konularda resmi makamlarla karşılıklı işbirliği yapmak, 
  5. Halk sağlığını ve tıp mesleğini ilgilendiren işlerde resmi makamlardan yardım sağlamak.


Yasanın TTB’ye verdiği görevler göstermektedir ki saray/AKP iktidarını rahatsız eden, -vatan hainliğine varan suçlamalarda bulunduğu- TTB’nin mevcut ve geçmişteki yönetimleri değil “6023 sayılı yasa”dır. Zira gerek Erdoğan gerekse Bozdağ aksini iddia etse bile TTB, halk sağlı sorunu olarak gördüğü savaşa karşı barışı savunurken de; 200’ü hekim 500’ü sağlık emekçisi en az 250 bin insanın yaşamını yitirdiği pandemi sürecindeki yanlış politikaları eleştirirken de; sağlık hizmetlerini piyasalaştırarak halkın sağlık hakkını elinden alan Sağlıkta Dönüşüm Programı’na karşı çıkarken de; sağlıkta şiddete karşı eylemler düzenlerken de yasanın kendisine verdiği görevi yerine getirmekte, halkın sağlığını, üyelerinin can güvenliğini ve hekimlik değerlerini korumaktadır.


Adalet Bakanı, “bir siyasetçi olarak Türk Tabipleri Birliği’nin, tabiplerin hakkını savunduğuna şahit değilim.” buyurmuşsa da bir yuttaş olarak ben, hekimlerin hakları için mücadele ederken “toplumcu hekimlik” anlayışıyla sağlık sistemini ve sağlık politikalarını gündeme getirmekle kendisini mükellef kılan TTB’nin bu mükellefiyeti bugüne kadar layıkıyla yerine getirdiğine şahidim! Şahitliğim bununla da sınırlı değil. Yine bir yurttaş ve bir sosyal bilimci olarak, AKP iktidarının 20 yıldır halkın sağlık hakkını gaspettiğine, sağlığı -başta iktidar mensupları ve yandaşları olmak üzere- sermayeye kâr alanı haline getirdiğine, savaşın ve neoliberal sağlık politikalarının hekimlerin, sağlık emekçilerinin ve tüm toplumun yaşamını tehlikeye attığına ve nihayet tüm bunların karşısında toplum sağlığını savunduğu için TTB’nin “hedef” haline getirildiğine de şahidim!


Eğer bir siyasi iktidar, uyguladığı politikalarla halkın sağlığını tehdit ederek bir “halk sağlığı sorunu” haline geliyorsa ona karşı olmak elbette TTB’nin görevidir. Eğer TTB üzerine düşen görevi/sorumluluğu yerine getirirken yöneticileri özgürlüklerinden mahrum edilerek baskı altında alınıyor ve “tek adam” rejiminin sağladığı güce dayanılarak etkisiz hale getirilmek isteniyorsa o zaman TTB’yi savunmak da halkın görevi olmalıdır!