07/10/2008 08:00
Kapitalizmin ve onun en önemli merkezi Avrupa’da krizin ayyuka çıkmasından hemen önce AB, aday ülkelere 2008-2010 döneminde 4.5 milyar euro yardım yapacağını açıklamış. Türkiye yardım için belirlenen miktardan aslan payını alıyormuş. Türkiye’ye bu çerçevede 1.8 milyar euro yardım aktarılacakmış.
Peki Türkiye’ye bu yardım hangi amaçla veriliyormuş?
Efendim, Türkiye'ye verilmesi düşünülen 1.8 milyar euroluk yardımın “temel hak ve özgürlükler, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlık haklarının teminat altına alınması amacıyla, kurumların istikrarını sağlamak için kullanılması” amaçlanıyormuş.
Yardım için belirlenen gerekçe oldukça anlamlı elbette. Gerçekten Türkiye’de temel hak ve özgürlükler konusunda da, insan hakları ve azınlık hakları konusunda da çok ciddi sorunlar mevcut. Elbette bu sorunların temel kaynağı da demokrasi ve hukuk üstünlüğü anlayışındaki sakatlıklar.
Yardımın gerekçesi anlamlı da burada anlamakta zorlandığımız nokta; Türkiye’nin bu en temel sorunun para ile nasıl aşılacağı. Tamam, biz kabul etmesek de kapitalizm sayesinde her işin başının para olduğu pek çok toplumda kabul gören bir mittir. Ayrıca, demokrasi sorunun temelinde ekonomik etkenler olduğu da doğrudur. Ama bunlar yine de 1.8 milyar euro ile Türkiye’de demokrasi ve insan hakları sorununun aşılacağı konusunda bizi ikna etmez.
Zira, demokrasi ve insan hakları sorunun ardındaki ekonomik etkenleri öyle 1.8 milyar ya da 1.8 trilyon euroyla aşmanız mümkün değildir. Eğer parayla demokrasi olsaydı bugün, ABD’de demokrasi olurdu. Ama gelin görün ki kapitalizmin (şimdilik) egemen devleti, en büyük ekonomik güce sahip ülkesinde ne demokrasiden ne insan haklarından ne de hukukun üstünlüğünden bahsedilebilir. Demokrasi – ekonomi ilişkisi parayla değil doğrudan ekonomik sistemle ilgilidir. Eğer üretim süreci başta olmak üzere tüm toplumsal ilişkilerde bir azınlığın sömürüsüne dayalı bir ekonomik sistem içerisindeyseniz istediğiniz kadar para harcayın demokrasiyi, insan haklarını sağlayamazsınız. Demokrasiyi ve insan haklarını gerçekten teminat altına almak isteniyorsa, gerekli olan sömürünün olmadığı sınıfsız bir topluma ulaşmak için mücadele etmektir.
Hal böyle iken Türkiye’de demokrasi ve insan haklarını tesis etmek üzere büyük ölçüde Avrupalı emekçilerin vergileriyle oluşturulmuş bir kaynaktan neden para aktarılmaktadır?
Şunu hemen belirtmek gerekir ki Avrupa işçi sınıfı mücadeleleri ve reel sosyalizmin tehdidi ile demokrasi ve insan hakları konusunda diğer kapitalist ülkelerden ileri bir aşamaya gelmiştir. Ancak demokrasi konusunda Avrupa’nın görece üstünlüğü AB’nin de önemli katkılarıyla 1980’lerden bu yana etkin biçimde uyguladığı yeni liberal politikalarla önemli ölçüde aşınmıştır. Yani, demokrasi ve insan hakları artık, AB ülkeleri için de son derece ciddi bir problem haline gelmiştir.
O halde AB’nin Türkiye ve diğer aday ülkelere yönelik bonkörlüğünün ardında başka nedenler aranması son derece doğaldır. Bunun için öncelikle bu parayı kullanacak olan ve yardımın verilme gerekçeleri içinde istikrarının sağlanması hedeflenen kurumlara bakmak gerekir.
Bu kurumlar hangileridir? Akla iki seçenek geliyor. Bunlardan birincisi, ülkede demokrasinin hukukun üstünlüğünün doğrudan tarafı olan Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı ile bunların kurumlarıdır. Söz konusu paranın bu kurumların mevzuatının ya da personelinin demokrasi ve insan hakları konusunda eğitilmesi kullanılacağı düşünülebilir. Belki buna okullarda demokrasi ve insan hakları eğitimlerinin verilmesi de eklenebilir. Ama eğitimle demokrasi anlayışını kazandırmak son derece romantik bir yaklaşımdır ve gerçekleşmesi mümkün değildir. Diğer seçenek ise çeşitli toplum kesimlerini temsil eden ya da temsil ettiğini iddia eden ve sivil toplum kuruluşu olarak da tanımlanan kurumsal yapıların kastedildiğidir. Bunlar içinde ilk akla gelenler sendika, meslek örgütü, hemşeri dernekleri, dernek ya da vakıf adı altında faaliyet gösteren tarikat ve cemaatler gibi yapılardır. Bunların kendilerine verilen para ile demokrasi ve insan haklarını nasıl tesis edecekleri de doğrusu meraka şayandır.
Neresinden tutulursa tutulsun AB’den aktarılan paranın belirlenen amaca hizmet etmeyeceği açıktır. O halde Türkiye için önemli sayılabilecek bu paranın aktarılmasının gerçek nedeni nedir? Bugüne kadar benzer uygulamalardan yola çıkarsak demokrasiyi, insan haklarını geliştirmek görüntüsü altında ve fon adıyla verilen yardımların adresinin sendikalar, meslek odalarını kapsayacak biçimde STK olarak adlandırılan kurumlar olduğu görülmektedir. Bu kurumlar içerisinde sadece fon almak için kurulmuş olanlar bulunduğu gibi varlığını büyük ölçüde AB fonlarıyla sürdürenler de vardır. Yani, AB fonları bu kurumların amaçlarını gerçekleştirmek için bir araç olmaktan çıkıp varlık amacı haline gelmiştir.
AB’nin aday ülkelere demokrasi ve insan hakları gibi konularda yardım ve diğer biçimlerde kaynak aktarmasının ardındaki esas amaç “imaj”dır. AB “uyum süreci” adı altında dayattığı yeni liberal politikalara karşı toplumsal tepkiyi ortadan kaldırmak üzere STK olarak tanımladığı ve içerisinde sendikaların da yer aldığı örgütleri kendisine bağ(ım)lı hale getirmeyi amaçlamaktadır. Bunun için de Avrupalı emekçilerden almış olduğu paralar ile “bonkörce” yardımlar yapmaktadır. Doğrusu AB’nin bu stratejisi önemli ölçüde başarıya da ulaşmaktadır. Emekçilerin haklarını çok önemli ölçüde ortadan kaldıran 4857 sayılı İş Kanunu ya da 5510 sayılı SSGSS ve benzeri pek çok yasal düzenlemenin AB’ye uyum gerekçesiyle çıkartılması bunlara karşı sendikaların gerekli mücadeleyi göstermemesi bunun için en çarpıcı örneklerdir.
Kapitalizmin ve onun en önemli merkezi Avrupa’da krizin ayyuka çıkmasından hemen önce AB, aday ülkelere 2008-2010 döneminde 4.5 milyar euro yardım yapacağını açıklamış. Türkiye yardım için belirlenen miktardan aslan payını alıyormuş. Türkiye’ye bu çerçevede 1.8 milyar euro yardım aktarılacakmış.
Peki Türkiye’ye bu yardım hangi amaçla veriliyormuş?
Efendim, Türkiye'ye verilmesi düşünülen 1.8 milyar euroluk yardımın “temel hak ve özgürlükler, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlık haklarının teminat altına alınması amacıyla, kurumların istikrarını sağlamak için kullanılması” amaçlanıyormuş.
Yardım için belirlenen gerekçe oldukça anlamlı elbette. Gerçekten Türkiye’de temel hak ve özgürlükler konusunda da, insan hakları ve azınlık hakları konusunda da çok ciddi sorunlar mevcut. Elbette bu sorunların temel kaynağı da demokrasi ve hukuk üstünlüğü anlayışındaki sakatlıklar.
Yardımın gerekçesi anlamlı da burada anlamakta zorlandığımız nokta; Türkiye’nin bu en temel sorunun para ile nasıl aşılacağı. Tamam, biz kabul etmesek de kapitalizm sayesinde her işin başının para olduğu pek çok toplumda kabul gören bir mittir. Ayrıca, demokrasi sorunun temelinde ekonomik etkenler olduğu da doğrudur. Ama bunlar yine de 1.8 milyar euro ile Türkiye’de demokrasi ve insan hakları sorununun aşılacağı konusunda bizi ikna etmez.
Zira, demokrasi ve insan hakları sorunun ardındaki ekonomik etkenleri öyle 1.8 milyar ya da 1.8 trilyon euroyla aşmanız mümkün değildir. Eğer parayla demokrasi olsaydı bugün, ABD’de demokrasi olurdu. Ama gelin görün ki kapitalizmin (şimdilik) egemen devleti, en büyük ekonomik güce sahip ülkesinde ne demokrasiden ne insan haklarından ne de hukukun üstünlüğünden bahsedilebilir. Demokrasi – ekonomi ilişkisi parayla değil doğrudan ekonomik sistemle ilgilidir. Eğer üretim süreci başta olmak üzere tüm toplumsal ilişkilerde bir azınlığın sömürüsüne dayalı bir ekonomik sistem içerisindeyseniz istediğiniz kadar para harcayın demokrasiyi, insan haklarını sağlayamazsınız. Demokrasiyi ve insan haklarını gerçekten teminat altına almak isteniyorsa, gerekli olan sömürünün olmadığı sınıfsız bir topluma ulaşmak için mücadele etmektir.
Hal böyle iken Türkiye’de demokrasi ve insan haklarını tesis etmek üzere büyük ölçüde Avrupalı emekçilerin vergileriyle oluşturulmuş bir kaynaktan neden para aktarılmaktadır?
Şunu hemen belirtmek gerekir ki Avrupa işçi sınıfı mücadeleleri ve reel sosyalizmin tehdidi ile demokrasi ve insan hakları konusunda diğer kapitalist ülkelerden ileri bir aşamaya gelmiştir. Ancak demokrasi konusunda Avrupa’nın görece üstünlüğü AB’nin de önemli katkılarıyla 1980’lerden bu yana etkin biçimde uyguladığı yeni liberal politikalarla önemli ölçüde aşınmıştır. Yani, demokrasi ve insan hakları artık, AB ülkeleri için de son derece ciddi bir problem haline gelmiştir.
O halde AB’nin Türkiye ve diğer aday ülkelere yönelik bonkörlüğünün ardında başka nedenler aranması son derece doğaldır. Bunun için öncelikle bu parayı kullanacak olan ve yardımın verilme gerekçeleri içinde istikrarının sağlanması hedeflenen kurumlara bakmak gerekir.
Bu kurumlar hangileridir? Akla iki seçenek geliyor. Bunlardan birincisi, ülkede demokrasinin hukukun üstünlüğünün doğrudan tarafı olan Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı ile bunların kurumlarıdır. Söz konusu paranın bu kurumların mevzuatının ya da personelinin demokrasi ve insan hakları konusunda eğitilmesi kullanılacağı düşünülebilir. Belki buna okullarda demokrasi ve insan hakları eğitimlerinin verilmesi de eklenebilir. Ama eğitimle demokrasi anlayışını kazandırmak son derece romantik bir yaklaşımdır ve gerçekleşmesi mümkün değildir. Diğer seçenek ise çeşitli toplum kesimlerini temsil eden ya da temsil ettiğini iddia eden ve sivil toplum kuruluşu olarak da tanımlanan kurumsal yapıların kastedildiğidir. Bunlar içinde ilk akla gelenler sendika, meslek örgütü, hemşeri dernekleri, dernek ya da vakıf adı altında faaliyet gösteren tarikat ve cemaatler gibi yapılardır. Bunların kendilerine verilen para ile demokrasi ve insan haklarını nasıl tesis edecekleri de doğrusu meraka şayandır.
Neresinden tutulursa tutulsun AB’den aktarılan paranın belirlenen amaca hizmet etmeyeceği açıktır. O halde Türkiye için önemli sayılabilecek bu paranın aktarılmasının gerçek nedeni nedir? Bugüne kadar benzer uygulamalardan yola çıkarsak demokrasiyi, insan haklarını geliştirmek görüntüsü altında ve fon adıyla verilen yardımların adresinin sendikalar, meslek odalarını kapsayacak biçimde STK olarak adlandırılan kurumlar olduğu görülmektedir. Bu kurumlar içerisinde sadece fon almak için kurulmuş olanlar bulunduğu gibi varlığını büyük ölçüde AB fonlarıyla sürdürenler de vardır. Yani, AB fonları bu kurumların amaçlarını gerçekleştirmek için bir araç olmaktan çıkıp varlık amacı haline gelmiştir.
AB’nin aday ülkelere demokrasi ve insan hakları gibi konularda yardım ve diğer biçimlerde kaynak aktarmasının ardındaki esas amaç “imaj”dır. AB “uyum süreci” adı altında dayattığı yeni liberal politikalara karşı toplumsal tepkiyi ortadan kaldırmak üzere STK olarak tanımladığı ve içerisinde sendikaların da yer aldığı örgütleri kendisine bağ(ım)lı hale getirmeyi amaçlamaktadır. Bunun için de Avrupalı emekçilerden almış olduğu paralar ile “bonkörce” yardımlar yapmaktadır. Doğrusu AB’nin bu stratejisi önemli ölçüde başarıya da ulaşmaktadır. Emekçilerin haklarını çok önemli ölçüde ortadan kaldıran 4857 sayılı İş Kanunu ya da 5510 sayılı SSGSS ve benzeri pek çok yasal düzenlemenin AB’ye uyum gerekçesiyle çıkartılması bunlara karşı sendikaların gerekli mücadeleyi göstermemesi bunun için en çarpıcı örneklerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder