19 Aralık 2008 Cuma

Ne İçin Kimin İçin Üretim?



19/12/2008 ÖZGÜRCE


Emekçiler krizi işsizlik olarak her geçen gün daha fazla hissetmeye başladılar. Kriz karşısında sendikaların ilk refleksi, işyerlerinde üretimin durmasını ve işçi çıkartmalarını engellemeye çalışmak oluyor. Bunun için pek çok sendikanın, ücretlerin düşmesi de dahil olmak üzere çalışanların sahip olduğu birçok haktan vazgeçilmesini kabullendiği görülüyor. Bunun yanında sendikalar, hükümetlerin uygulanmakta olunan arz yönlü politikalar doğrultusunda ardı ardına açıkladıkları sermayeye destek paketlerine karşı olmak bir tarafa, olumlayan bir yaklaşım içerisindeler. İlk bakışta sendikaların istihdamı korumak için işi ve işyerini, diğer bir ifadeyle üretimi korumaya çalışması bir ilk refleks olarak doğal kabul edilebilir. Ancak, krizin gerçek nedenleri de dikkate alındığında, bu yaklaşımın, emekçileri krizden ve krizin faturasını ödemekten gerçek anlamda kurtarıp kurtaramayacağı sorgulanmalıdır.Krizin ve istihdamın daralmasının en temel nedeni, mevcut ürünlere yeterli talebin bulunamamasıdır. Talep olmayınca üretim de durmakta veya yavaşlamakta, dolayısıyla işten çıkartmalar da bunun beraberinde gelmektedir. Talep yetersizliğinin bir nedeni, satın alma gücünün, yani ücretlerin düşüklüğüdür. Diğer bir neden ise üretimin ihtiyacın ötesinde gerçekleştirilmesi, yani aşırı üretimdir. Bugün Türkiye’de ve dünyada sendikaların istihdamı korumak güdüsüyle “ne için kimin için” olduğunu sorgulamadan devamını istedikleri üretim, belki emekçilerin bir süre daha işsiz kalmasını engelleyebilir; ancak, sendikaların bu isteği, aynı zamanda kâr hırsıyla doğayı ve emeği sınırsızca sömüren üretim anlayışının ve bu anlayışın geçerli olduğu sistemin sürmesine de hizmet edecektir. Böylece kısa bir süre içinde ortaya çıkacak yeni bir krizin var olma koşulları, doğrudan emekçiler ve onların örgütleri tarafından hazırlanmış ve desteklenmiş olacaktır. Hele bir de üretim, sermayeye kaynak aktarımı, yani arz yönlü politikalar ile sürdürülecekse (bugün ABD’de, AB ülkelerinde ve Türkiye’de gerçekleşen budur), bu tam da krizin faturasının emekçiye kesildiği anlamına gelir. Zira, devletler aracılığı ile sermayeye aktarılan her kuruş, özellikle sermaye dışı toplum kesimlerinden toplanan vergiler ve toplumun ihtiyaçlarından kısılan kaynaklardan verilmektedir. Dolayısıyla, toplumdan sermayeye kaynak aktarılması, geniş toplum kesimlerini daha da yoksullaştıracak ve satın alma gücünün daha da düşmesine neden olacaktır. Zaten, 1970’lerden bu yana neoliberal politikalar doğrultusunda uygulanan arz yönlü ekonomi politikaları, bugünkü krizin en önemli nedenlerindendir. Krizi çözmek adına bu politikanın uygulanmaya devam etmesi, emekçinin sırtına yüklenen krizi daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Peki, tüm bunların ardından, kapitalizmin iş, aş uğruna dünyayı, insanlığı ve emeği sömüren üretim anlayışından başka çözüm yok mudur? Elbette çözüm vardır. Ancak çözüm için öncelikle “ne için kimin için üretim” sorusunun cevabının, üretim ve kriz bağlantısı da kurularak aranması gerekir. Kapitalizmde üretim sistemi, bugün de kabul gören Klasik İktisat Kuramı’nın “her arz kendi talebini belirler” anlayışı üzerinden hareket eder. Buna göre üretim (arz), ihtiyaca (talep) göre belirlenmez. Tam tersine, önce üretim (arz) gerçekleştirilir, sonra bu üretime ihtiyaç (talep) yaratılmaya çalışılır. Burada arzın, yani üretimin nevî ve miktarını belirleyen ise sermayedarın kâr güdüsüdür. Sermayedar, kârlı gördüğü alanda önce üretimi gerçekleştirir, sonra da buna müşteri bulmaya çalışır. Beklediği düzeyde kâr elde edemediği zaman da krize girer ve işçi çıkartma ya da daha düşük maliyetle işçi çalıştırıp düşen kârını telafi etme yoluna gider.Özellikle 20. yüzyılın ilk çeyreğinde geliştirilen Fordist üretim sistemiyle birlikte gerçekleşen seri üretim, talep gereksinimini en üst düzeye çıkartmış ve bunun sağlanması için özellikle reklamlar kullanılarak, insanların ihtiyaçları yönlendirilmeye ve yeni ihtiyaçlar yaratılmaya çalışılmıştır. Radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve yaygınlaşması bu süreci daha da hızlandırmıştır. 1970’li yıllarla birlikte başlayan küresel rekabet ve serbest piyasa düzeni içerisinde esnekleşen üretim ve teknolojinin de katkısıyla çeşitlenen ürünler, ihtiyaç tanımlaması ve tercihlerin çok daha hızla değişmesi ve yönlenmesine neden olmuştur. Kredi kartları ve tüketici kredileri de bu değişen ve yönlenen ihtiyaçların talebe dönüşmesine katkı sağlamıştır. Böylece, yaşamı sürdürmek ve kolaylaştırmak için gerekli olmayan ama insanın kendisine, çevresine ve ekolojik dengeye geri dönülmez zararlar veren malların (jeep, uçak, cep telefonu, kozmetik ürünler, LCD televizyon vs.) üretimi süratle artmıştır. Her türlü kaynak pek çoğu gereksiz ve hatta zararlı ürünlere aktarılırken, açlığın önlenmesi, havanın, suyun temizlenmesi veya temiz kalması, AIDS gibi hastalıkların önlenmesi, iş kazalarını önleyecek ve işçi sağlığını koruyacak ürünlerin üretilmesi, sağlık hizmetlerinin daha ulaşılabilir hale gelmesi gibi gerçek anlamda “ihtiyaç” olan üretim ve hizmetler ise kaynak bulunamadığı söylenerek gerçekleştirilmemektedir. O halde emekçiler ve diğer sermaye dışı toplum kesimleri, krizlerin faturasını ödememek ve başka krizlerle karşılaşmak istemiyorlarsa, iş için aş için üretimin devamını talep ederken bu üretimin “ne için kimin için” olduğunu da sorgulamaları gerekir. Sermayenin kâr hırsıyla dayattığı, ancak dünyaya, insanlığa zarar veren ve krizleri yeniden üreten ihtiyaçlar üzerinden gerçekleştirilecek bir üretimin sürdürülmesi yerine, ihtiyaçlar toplumsal yarar üzerinden yeniden tanımlanmalı ve bunu karşılayacak bir üretim savunulmalıdır!

Hiç yorum yok: