30 Temmuz 2010 Cuma

12 Eylül Darbesinde ‘Ulusal Sermaye’nin Rolü Üzerine…

30/07/2010
ÖZGÜRCE

12 Eylül referandumunu ölüm kalım meselesi olarak gören AKP’nin demokrasi özlemi duyan kesimleri yanına çekmek için 12 Eylül darbesi ve orduyu hedefine almasını geçen hafta bu köşenin konusu yapmıştık. Konuyu ele alırken de özellikle kapitalist sistemde ordunun işlevlerinin göz ardı edilmemesi gerektiğine vurgu yapmaya çalışmış; orduların da aynen diğer kurumlar gibi kapitalizmin dönemsel koşullarına göre yeniden yapılandırıldığını ve gerekirse dönüşüme direnen siyasal iktidarları –darbeyle- yola getirme görevi üstlendiğini belirtmiştik. Orduları kapitalizmin dönemsel koşullarına göre yönlendiren yapıların başında hegemon devlet ile uluslararası sermayeyi temsil eden örgütler ve özellikle de ulusal sermaye gelir.

12 Eylül 1980 darbesinin özelinde baktığımızda kapitalizmin hegemon devleti ABD’nin darbe üzerindeki etkisi pek çok kaynak tarafından doğrulanmış ve artık üzerinde tartışma götürmeyecek biçimde netleşmiştir. Ancak 12 Eylül darbesinde ulusal sermayenin konumu üzerinde pek az durulmuş ve darbenin doğrudan mağdurları tarafından dahi unutulmuştur. Bunun en son örneği, DİSK’in demokratik bir anayasayı da içeren pek çok konuda TÜSİAD’la aynı görüşte olduğunu ve işbirliği yapma kararı aldığını açıklaması oldu.

Oysa 12 Eylül’ün ardından Darbenin Lideri Kenan Evren’e yazılmış olan bir mektup ulusal sermayenin demokrasi anlayışını ve darbe rejimiyle arasındaki ilişkiyi çok açık biçimde ortaya koymaktadır. Mektubun sahibi Türkiye sermaye sınıfının en birinci ismi Vehbi Koç’tur. 3 Ekim 1981 tarihli mektubunda Vehbi Koç, Kenan Evren’e şunları söylemektedir:

“Şimdi, faşist ordu iktidara geldi, kapitalistlerle birleşerek Türk işçisini istismar ediyor propagandası yapılmaktadır. Böyle bir iftira karşısında işçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar, taraflar için adilane bir şekilde ve asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bu düzenleme yapılırken, bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler göz önünde bulundurulmalıdır… İşçi sınıfını ayaklandırmak amacıyla, Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır. Bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri muhakkak engellenmelidir… Basının kalemine tenkit fırsatı verilmemelidir.” (Tam metin için bkz: M. Sönmez, Kırk Haramiler, Arkadaş Y. 1990)

Vehbi Koç’un Darbenin Lideri Evren’e direktifler içeren bu mektubuyla da çok açık biçimde görülmektedir ki, 12 Eylül rejiminin işçi sınıfına, solculara, Kürtlere, Ermenilere karşı takındığı faşizan tavır ulusal sermaye tarafından da desteklenmiştir. Ulusal sermayenin 12 Eylül darbesiyle ilişkileri ve desteği sadece bu mektupla da sınırlı değildir. Dönemin TİSK Başkanı Halit Narin’in 12 Eylül darbesinin hemen ardından dile getirdiği “Bugüne kadar işçiler güldü bizler ağladık, şimdi gülme sırası bizde” sözleri ve Türkiye’nin en büyük işveren örgütü MESS’in Başkanı Turgut Özal’ın darbe öncesi ve sonrasındaki konumu da sermayenin darbe konusundaki rolünü ortaya koyan örneklerdir.

12 Eylül darbesinin yeniden gündeme geldiği ve tartışıldığı bir ortamda, darbeye karşı demokrasi havarisi kesilen Başbakan, oy kapma hesabıyla 12 Eylül faşizminin kurbanı Erdal ve Necdet’in mektuplarına “sahte” gözyaşları dökeceğine; cesareti varsa yukarıdaki ve onun benzeri mektupları ortaya koymalıdır. Sadece Başbakan değil, 12 Eylül’le hesaplaşma konusunda samimi olan herkesin darbenin arkasındaki gerçeklerle yüzleşmesi gerekir. Ancak kapitalizmin kurallarıyla siyaset oyunu oynayan ve dolayısıyla sermaye temsilciliği yapan hiçbir yapı 12 Eylül’ün bu gerçekleriyle yüzleşemez. Bu nedenle de ne AKP’nin ne CHP’nin ne de benzerlerinin hiçbir zaman darbelere gerçek anlamda karşı olması yani demokrasiyi savunması beklenemez.

Özgürlükçü demokrasinin gerçek savunucuları ve darbelerin de gerçek mağduru her zaman emekçiler ve diğer ezilen kesimler olmuştur. Dolayısıyla 12 Eylül darbesinin ardındaki gerçekleri ortaya çıkartma ve bunlar üzerinden daha demokratik bir toplum yaratma görevi, emekçilerin ve diğer ezilen kesimlerin temsilcisi olan sendikalar, siyasi partiler ve diğer demokratik kitle örgütlerinindir. Ama onlar da kapitalizmin işleyiş dinamiklerini ve sermayenin bu işleyişteki rolünü unutur ve sermaye temsilcileriyle “Çıkarlarımız ortak” açıklamaları yaparlarsa… İşte o zaman sadece darbelerin değil, bu yapıların ardındaki gerçeklerin de açığa çıkartılma zarureti doğacaktır (!)

23 Temmuz 2010 Cuma

AKP’nin 12 Eylül Oyunu ve Kapitalizmde Ordunun İşlevi Üzerine…

23/07/2010

ÖZGÜRCE

AKP Hükümeti iktidarını sürdürmek için akla gelmedik oyunlar çeviriyor. Son oyun, 12 Eylül’de yaşanan katliamların ardından Başbakan’ın gözyaşı dökmesi... 12 Eylül darbesinden buyana geçen 30 yılın 8 yılında doğrudan AKP iktidardadır. AKP kadrolarının önemli bir kısmı ise ANAP ya da Refah Partisi içerisinde iktidarlarda yer edinmişlerdir. Yani darbeden buyana geçen 30 yıl içinde doğrudan ya da dolaylı olarak AKP ve AKP’liler bu ülkeyi yönetmişlerdir. Ama “ne hikmetse” aradan geçen bu 30 yılda akıllarına bile gelmeyen Erdal Eren’i Necdet Adalı’yı bugün anıp, onlar için gözyaşı dökmektedirler.

Gözyaşının ne hikmetle döküldüğü bellidir. AKP önce iktidarını daim kılacak biçimde Anayasa’da değişiklikler yapmaya çalışmış ancak buna tek başına gücü yetmeyince de sözde 12 Eylül’le ve 12 Eylül sonrası anti demokratik düzenle hesaplaşacağı görüntüsü verecek birkaç maddeyi de Anayasa değişiklik paketine dahil etmiştir. Ancak referandum süreci resmen başlayıp referandum için renkler belirginleşince AKP ve ona yakın çizgide bulunan siyasi yapılar dışında referanduma destek gelmeyeceği anlaşılmıştır. Bunun üzerine referandumu ve sonrasında da iktidarını kaybetme telaşı içerisinde AKP, iktidarı süresince icra ettiği anti demokratik anlayışı unutturup, demokrasi özlemi duyan kesimleri yanına çekmeye çalışmaktadır. Hal böyle olunca da Erdal için Necdet için gözyaşı dökme numarası yapacak kadar trajikomik bir tablo ortaya çıkmaktadır.

Referandum üzerinden yürütülen tartışmalarda AKP’nin sahicilikten uzak son derece aldatıcı yaklaşımları başlı başına anayasa değişikliğinde demokrasi beklentilerinin inandırıcılığını ortadan kaldırmıştır. Ancak sadece AKP’nin çarpık yaklaşımları üzerinden giderek anayasayı, referandumu ve de 12 Eylül darbesini tartışmak yetersizdir. Referandum vesilesiyle 12 Eylül ve Anayasa tartışmalarının gündeme getirilmiş olmasından yararlanılarak darbenin de darbe düzenin de ardındaki gerçekleri tüm açıklığıyla ortaya koymak gerekir.

AKP, bilinçli bir biçimde 12 Eylül’ün sorumluluğunu tek başına askerlere ve özellikle de Evren ve diğer konsey üyelerine havale etmektedir. Oysa sadece Türkiye özelinde değil, kapitalist sistemde ordunun işlevini açık biçimde ortaya koymak gerekir. Kapitalist bir devlette polis ve diğer kolluk güçleri gibi ordunun da görevi her şeyden önce sistemi korumak ve kollamaktır. Kapitalist sistemdeki dönüşümler tüm yapılarla birlikte orduların da işlevlerini değiştirmektedir. Ayrıca ordular dönüşüme direnen ya da dönüşümün gereklerini yerine getiremeyen iktidarları yola getirmek üzere de kullanılabilirler. Örneğin sermaye birikim rejimi olarak ulusal kalkınmacılığın benimsendiği dönemlerde ordu da ulusalcı bir çizgide yol alır, ama ulusal kalkınma yerine küreselleşme süreci geçerli olursa ordu da bunun gerekleri doğrultusunda kendisini yeniden yapılandırır. Eğer ülke kendi siyasal organizasyonu içerisinde bu yeniden yapılanmayı becerememişse ordu bunun gerçekleşmesine de “katkı” sağlar. Orduların siyasal yapıya müdahale ettiği darbe dönemlerinde idamları, işkenceleri de içeren emekçilere yönelik baskılar son derece doğaldır. Zira darbenin nedeni zaten demokratik yollardan kapitalizme uyum sağlanamaması yani emekçi kesimlerin kapitalizmin getirdiği dayatmaları kabullenmemesidir.

Orduların kapitalizmin gerekleri doğrultusunda yapılandırılması ve yönlendirilmesinde başrolü kapitalizmin hegemon devleti -bugün için ABD- oynar. Genellikle güvenlik işbirliği adı altında gerçekleştirilen ikili ve çok taraflı anlaşmalarda ya da NATO örgütler aracılığıyla ABD, kapitalist devletlerin ordularını kontrolü altında tutar ve yönlendirir. Ayrıca uluslararası ve özellikle ulusal sermaye de doğrudan ya da dolaylı olarak ordular ve darbeler üzerinde etkili olabilir.

Şili gibi Arjantin gibi Türkiye’de de kapitalizmin dönüşüm süreçlerinde ordu önemli işlevler görmüştür. Türkiye’de ordunun kapitalizme uyumlaşmadaki işlevinin gereği olarak gerçekleştirdiği ilk darbe ulusal kalkınma ve sosyal devlet uygulamalarını yerine getiremeyen siyasi iktidara karşı 27 Mayıs 1960’da gerçekleştirilmiştir. Bunun ardından ulusal kalkınmacılıktan küreselleşmeye geçen kapitalizme uyum için önce 12 Mart 1971 ve sonra da 12 Eylül 1980’de yine ordu görevlendirilmiştir. 28 Şubat 1997’de de yine ordu aynı anlayış doğrultusunda ufak bir müdahalede bulunmuştur.

AKP, 12 Eylül darbesinin hazırlık sürecinde perde arkasında, darbe sonrasında ise perdenin en önünde yer alan Turgut Özal’ı ve onun politikalarını her vesile ile sahiplenmektedir. Hâlâ hazırda ABD’nin en birinci müttefiki de olan AKP Hükümeti’nin uygulamakta olduğu program, 12 Eylül darbesiyle oluşturulmuş ekonomik ve siyasal yapının devamıdır. Dolayısıyla AKP iktidarında da emekçi kesimlere yönelik baskılar, idam ve işkence biçiminde olmasa da sürmektedir. Bugün cezaevleri en az darbe dönemlerindeki kadar doludur. Düşünce özgürlüğü ve basın özgürlüğü konusundaki engeller darbe dönemlerini aratmayacak düzeydedir. Örgütlenme ve grevli toplusözleşme hakkı konusunda darbe anayasası olan 1982 Anayasası’ndaki hükümler dahi uygulanmaktadır. Bunların ötesinde milyonlarca insan açlık sınırının altında güvencesiz biçimde çalışmaya mahkum edilmiştir. Her gün işlenen iş cinayetleri ise en kanlı darbe dönemlerinden bile fazladır.

Sözün özü: 12 Eylül’den de onun devamı olarak bugüne kadar gelen siyasal yapıdan da kurtulmak için sadece “hayır”la yetinmeyip, darbenin ve bugünkü siyasal yapının ardındaki güçleri sorgulamalı gerçek demokrasi için özgürlük için örgütlü biçimde her alanda mücadeleye devam edilmelidir!

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Sosyal Güvenlik Sistemi Özelleşiyor, Sendikalar Uzlaşıyor…

17/07/2010

ÖZGÜRCE
1980’li yıllarla birlikte yaygınlaşan neoliberal politikalar, diğer pek çok alanla birlikte emekçilerin -biricik güvence kaynağı olan- sosyal güvenlik birikimlerini de sermaye için yeni kâr alanına haline dönüştürmeye başladı. Sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilmesine yönelik ilk uygulamalar Şili’de başladı ve Latin Amerika ülkelerinin ardından neoliberal politikaları uygulayan diğer ülkelere de yayıldı.

Pinoche darbesinin etkisi altındaki Şili’de 1980 yılında gerçekleştirilen “emeklilik reformu” ile birlikte özelleştirilen sosyal güvenlik sisteminin iki ayağı vardı. Birincisi işverenler tarafından ödenen sosyal güvenlik katkısının ortadan kaldırılması, diğeri ise emeklilik birikimlerinin kâr amaçlı özel işletmelerin yönettiği fonlara devredilmesi. Emekçilerin gelecek güvencesi olan birikimlerini sermayeye yeni kâr alanı haline getiren bu uygulamalar sonucunda şirketler sermayelerini büyütürken, piyasada “oyuncağa” dönüşen emeklilik fonları, sahte bilançolar ya da iflaslarla battı ve pek çok ülkede sosyal güvenlik sistemi çöktü.

“Şili Modeli” olarak tanımlanan ve sermaye için son derece cazip olan ama emekçiler için yıkım anlamına gelen bu uygulamalar 1990’lı yıllar içinde birçok gelişmiş ülkede de kabul gördü. Bu ülkelerin başında ABD geliyordu. ABD’de şirket hisselerine yatırılan emeklilik fonlarının akıbeti ilk olarak 2002 yılında patlak veren Enron skandalıyla ortaya çıktı. 2000 yılında ABD’nin en büyük 7. şirketi ilan edilen Enron’un 2001 başında 80 dolar olan hisseleri 2002 Şubatında 0.20 dolara düştü ve Enron hisselerine yatırılmış olan emeklilik fonları da şirketle birlikte çöktü. Böylece milyonlarca emeklinin maaşı da riske girmiş oldu. Benzer durum 2008 krizi sonrasında yüzlerce şirketin iflasa sürüklenmesiyle yeniden yaşandı. Devlet, batan şirketlerin hisselerine yatırılmış olan emekli fonlarını kurtarmayı bahane ederek, bu şirketleri iflastan kurtarmak için yüzlerce milyar doları topluma ödetti.

İngiltere’de hisselerinin çok büyük bölümü emeklilik fonlarından oluşan BP, daha fazla kâr elde etmek amacıyla riskli olan derin sularda petrol çıkarmaya girişti. Yine daha fazla kâr için BP, taşeron kullandı ve güvenlik için gerekli yatırımları yapmaktan kaçındı. Sonuç olarak bildiğimiz gibi 20 Nisan 2010’da Meksika Körfezi’nde bir BP petrol platformu patladı ve bu patlamada 11 işçi hayatını kaybederken her gün denize boşalan binlerce varil petrol büyük bir çevre felaketine neden oldu. BP, daha fazla kâr hırsıyla neden olduğu bu felaketin durdurulması ve tazmini için milyarlarca dolar harcama yapmak zorunda kaldı ve BP hisseleri hızla düşmeye başladı. Böylece emeklilik fonları BP hisselerine yatırılmış olan milyonlarca emekçinin geleceği de belirsiz hale geldi. Beklentiler, ABD’de olduğu gibi İngiltere’de de devletin emekli fonlarının kurtarılmasını bahane ederek BP’nin zararlarının topluma ödettirilmesi yönündedir.

Sosyal güvenlik sisteminde “Şili Modeli” Türkiye’de de 1980’li yıllardan beri sermaye kesiminin rüyalarını süslemiştir. TÜSİAD, TİSK gibi sermaye örgütleri “Şili Modeli”nin “nimetlerini” anlatan toplantılar düzenlemiş, raporlar yayınlamışlardır. 2001 krizinin hemen ardından çıkartılan Derviş yasalarının başında sosyal güvenlik sistemini özelleştirmenin bir adımı olan Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanunu çıkartılmıştır (7 Nisan 2001). Türkiye’de şimdilik bireysel düzeyde işleyen emeklilik fonlarının, zorunlu hale gelmesi konusunda 5510 sayılı SSGSS önemli adımlar atmıştır. Ayrıca İşsizlik Sigortası Fonu’nun sermayeye kaynak aktarılması da sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilmesi olarak kabul edilmelidir.

Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminin “Şili Modeli”ne uygun olarak özelleştirilmesinde diğer bir önemli adım, işsizliği önleme bahanesiyle istihdam üzerindeki yüklerin kaldırılmasına yönelik uygulamalardır. 2008 yılında “İstihdam Paketi”, 2009 yılında “İstihdam ve Teşvik Paketi” adıyla uygulamaya konulan düzenlemelerde SGK işveren payı giderek daha aşağıya çekilirken, kimi istihdam biçimleri için ise sıfırlanmıştır. Halen hazırlıkları devam eden Ulusal İstihdam Stratejisi’nde işveren payının daha da azaltılması ve -açık olarak ifade edilmese de- Şili’deki gibi tamamen sıfırlanması hedeflenmektedir.

Türkiye’de sermaye kesiminin ve hükümetin hedefi -diğer ülke örneklerinde de görüldüğü gibi- sosyal güvenlik sistemini özelleştirmek ve emekçilerin gelecek güvencelerini tamamen ortadan kaldırmaktır. Sermaye kesimi ve siyasi iktidarın hedeflediği politikaların emekçiler için ortaya çıkartacağı olumsuz sonuçlar bu kadar net iken emekçilerin haklarını savunmakla mükellef olan sendikaların içinde bulundukları uzlaşmacı tavrı izah edebilmek mümkün değildir. Sözün özü: Türk-İş ve Hak-İş’in AKP hükümetine olan sevgisi ve sadakati; DİSK’in ise TÜSİAD’a duyduğu sevgi ve ortaklaşma sevdası, emekçileri her geçen gün içinden çıkılması daha güçleşen bir batağın içine sokmaktadır. Artık, siyasi iktidar ve sermaye sevicisi sendikal anlayışa dur(!) diyerek sendikalara sahip çıkma zamanı gelmiş de geçmektedir bile…

13 Temmuz 2010 Salı

DİSK’e ve Onurlu Tarihine Sahip Çıkılmalıdır(!)

13.07.2010 

 2001 krizi sonrasında çerçevesi çizilen ve AKP Hükümetleri tarafından uygulanan “emekçilerin sırtından sermayeyi kurtarma programı” (bu program, Türkiye’nin küresel kapitalizme entegrasyonunu içeren Yapısal Uyum Programları’nın bir parçasıdır), aynı zamanda Türkiye’de sınıflar arası çelişkileri de en üst düzeye çıkartmıştır. Tarihsel süreçte bakıldığında sınıflar arası çelişkilerin artması, sınıflar arasındaki çatışmaları da arttırmaktadır. Zira işçi sınıfının doğuşu ve kapitalizm üzerinde tehdit oluşturan bir sınıf haline gelmesi ve reel sosyalizme ulaşan devrimler, bu çatışmanın sonucunda ortaya çıkmıştır. Oysa teknik olarak Kemal Derviş’le anılan ve AKP ile yaşama geçen ekonomik programın sınıflar arasındaki çelişkileri tarihte görülmemiş biçimde arttırması karşısında sınıflar arası çatışma, lokal düzeyde karşı çıkışların ötesinde kendisini gösterememiştir.


Sınıflar arası çelişkilerin -işçi sınıfının aleyhinde- en üst düzeye çıkmasına rağmen, işçi sınıfının ciddi bir direnç gösterememesinin ardındaki en önemli etken hiç kuşkusuz örgütlenme sorunlarıyla ilişkilidir. Sınıflar arası mücadelede işçi sınıfının en temel örgütü sınıflar arası çelişkilerin sonucunda bir mücadele aracı olarak ortaya çıkan sendikalardır.

Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin yakın tarihinde sınıflar arası çelişkilere karşı mücadelenin başını çeken en önemli örgüt DİSK’tir. DİSK, 1960 sonrasından 1980’e kadar Türkiye’de sınıflar arası çatışmada işçi sınıfının öncüsü olmuş ve özellikle 1970’li yılların ikinci yarısında çelişkilerin -işçi sınıfı lehine- azalmasında önemli bir rol oynamıştır. Ancak Türkiye sermaye sınıfı, DİSK’in bu mücadeleciliği ve öncülüğünün bedelini -12 Eylül sayesinde- en ağır biçimde ödetmiştir.

1960 ve 1970’li yıllarda sınıflar arası çelişkilere karşı işçi sınıfı hareketine öncülük eden DİSK, çelişkilerin Türkiye’de tarihin en üst düzeyine çıktı 2000’li yıllarda da varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla -ister istemez- bu çelişkilere karşı mücadelede öncü olması beklenen örgütlerin başında DİSK gelmektedir. Ancak gelin görün ki -12 Eylül’de kapatılmasının ardından- 1992 yılında yeniden faaliyetlerine başlayan DİSK’in 1980 öncesindeki DİSK’ten –adı dışında- hiçbir benzerliği kalmamıştır. 1980 öncesinde “sınıf ve kitle sendikacılığı” ilkesi etrafında işçi sınıfı mücadelesini örgütleyen DİSK, artık “sermaye ile uzlaşmayı” yeni ilkesi haline getirmiştir.

Emek sömürüsünün en yoğun biçimde yaşandığı, sosyal hakların ortadan kaldırıldığı ve kısaca emek-sermaye çelişkisinin en üst düzeyde olduğu bir süreçte Türkiye’nin en büyük sermaye örgütü TÜSİAD ile uzlaşı içinde olduğunu ilan etmesi DİSK’in uzlaşmacı anlayışını yeni bir boyuta taşımıştır. Gelinen bu noktada DİSK sadece onurlu tarihi ile bağlarını kopartmakla kalmamış işçi sınıfı ile de bağlarını tamamen kopartmıştır.

DİSK, bir avuç yöneticisinin hataları yüzünden işçi sınıfı hareketi için son derece anlamlı olan tarihini bir anda silip atamaz, atmamalıdır. Bu sadece DİSK için değil, Türkiye işçi sınıfı için de kabul edilemez bir durumdur. DİSK içerisinde Birleşik Metal İş, Genel İş, Dev Sağlık İş, Bank-Sen, Sosyal İş, Limter İş, Dev Maden Sen gibi sendikalarda sınıf mücadelesi için canla başla çalışan sendikacılar vardır. Ayrıca DİSK bayrağı altında örgütlü olmaktan onur duyan on binlerce DİSK üyesi emekçi vardır. DİSK’i bulunduğu bu hazin yerden çekip çıkartmak önce onların görevidir. Ama onun dışında örgütlü-örgütsüz tüm emekçilerin ve çıkarları emekçilerle örtüşen tüm kesimlerin DİSK’i sahiplenmesi ve onurlu tarihine yakışır bir DİSK’i yeniden yaratması gerekmektedir (!)

2 Temmuz 2010 Cuma

Kılıçdaroğlu’nun “Sosyal Devlet” Söylemi Üzerine…

ÖZGÜRCE
02/07/2010

CHP’nin yeni yüzü Kılıçdaroğlu, CHP’nin uzun zamandır yapmadığı bir şeyi yapıp yoksulluk meselesini gündeme getiriyor ve AKP’nin sosyal yardıma dayalı programını “makarnacı devlet” olarak nitelendirerek, “sosyal devlet”ten söz ediyor. Kılıçdaroğlu’nun yeni söylemi CHP için önemli bir aşama elbette… Ama bu söylemin ne ölçüde “gerçek” ya da “samimi” olduğunu da sorgulamak gerekiyor(!)


Elimizde Kılıçdaroğlu’nun “sosyal devlet” söylemini değerlendirmek üzere kullanabileceğimiz birkaç somut gösterge vardır. Bunlardan bir tanesi doğrudan Kılıçdaroğlu’nun sözlerinin içeriğidir. Bir başka gösterge Kılıçdaroğlu’nun da referans olarak aldığı sosyal demokrat hareketin dünyadaki durumudur. Ve nihayet diğer bir gösterge de Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’nin ekonomi yönetimini teslim ettiği isimlerdir. Önce Kılıçdaroğlu’nun söylemlerinden başlayalım. Kılıçdaroğlu’nun “sosyal devlet” kavramını gündeme getirmesi, sadece “makarnacı devlet” olarak nitelendirdiği yoksulluk programına karşıdır. Bu bağlamda Kılıçdaroğlu, yoksullukla mücadelenin makarna-bulgur dağıtarak değil daha kurumsal bir biçimde yapılacağı söylemenin dışında sosyal devleti içeren hiçbir argüman getirmemektedir. Oysa “sosyal devlet” uygulaması sadece yoksullara nasıl yardım götürüleceğini değil, yoksulluğu ortaya çıkartan koşulların ortadan kaldırılmasını da içerir. Dolayısıyla, eğer “sosyal devlet” söylemi kullanılıyorsa, sadece bir yoksulluk programı değil bütün olarak piyasa devleti modelinin hedef alınması gerekir. Aksi halde “sosyal devlet” söyleminin hiçbir anlamı olmaz.

Kaldı ki, “sosyal devlet” uygulamaları kapitalizmin 1945-1970 döneminde benimsenen sermaye birikim rejiminin bir sonucudur. Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerde bu rejim, içe dönük sermaye birikimini yansıtan ulusal-kalkınmacı bir yaklaşımla kabul görmüş ve uygulanmıştır. Oysa küreselleşmenin geçerli olduğu günümüzde sosyal devlet uygulamalarının kapitalist sistem içerisinde hiçbir uygulanabilirliği yoktur. Yani CHP, ortanın ne kadar soluna kayarsa kaysın, özünde kapitalizmi savunan, sosyal demokrasi anlayışına sahip olduğu iddiasındaki bir parti olarak gerçek anlamda “sosyal devlet” anlayışını uygulayabilmesi zaten mümkün değildir.

Kılıçdaroğlu, “sosyal devlet”i içeren bir anlayışta olmadığını, ekonomi konusunda düşüncelerini somut biçimde dillendirdiği bir söyleşide açık bir biçimde ifade etmiştir (Referans Gazetesi 21.06.2010). “Denetlenebilir Piyasa Ekonomisi Kuracağız” başlığıyla verilen bu söyleşide Kılıçdaroğlu, yoksullara yardım yöntemi dışında AKP’nin bugüne kadar uygulayageldiği ekonomi anlayışını özü itibariyle savunmuş ve iktidara gelmeleri halinde bunları sürdüreceğini açıklamıştır. Buna karşılık, ne emekçilerin gerçek sorunu olan güvencesiz ve örgütsüz çalışmaya dayalı sömürü düzeni ne de piyasalaşan sağlık, eğitim ve mezarda emeklilik konusu, Kılıçdaroğlu’nun gündemine dahi girmemiştir. Bu bağlamda Kılıçdaroğlu’nun da ekonomi programının vergi ve teşvik politikalarıyla özel sektörü daha da palazlandırmaya odaklandığını söylemek mümkündür.

Kılıçdaroğlu’nun üzerine giyinmek istediği sosyal demokrasi elbisesinin dünyadaki temsilcilerinin durumuna baktığımızda da, tablonun farklı olmadığı görülmektedir. Sosyal demokrasinin öncüsü Alman SPD, bilindiği gibi Almanya’da neoliberal politikaların yerleşmesinde yıllarca baş aktörlüğü üstlenmiştir. İngiltere’de İşçi Partisi de yine aynı şekilde yıllardır emek karşıtı politikaları en katı biçimde uygulamıştır. Bugün ekonomik kriz gerekçesiyle emekçilerin haklarına şiddetle saldırılan Yunanistan ve İspanya’da da sol, sosyal demokrat partiler iktidardadır. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun kendisini dahil etmeye çalıştığı anlayışın iktidarda bulunmuş olan ve hâlâ iktidarda bulunan örnekleri de “sosyal devlet”i uygulamak bir tarafa, “sosyal devletin” kalıntılarını dahi silip atma çabasında olmuştur.

Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinde “sosyal devlet” söyleminin gerçekliği konusunda bir başka gösterge de, partiyi ve ekonomi politikalarını yöneten, yönlendiren isimlerdir. Burada özellikle iki isim öne çıkmaktadır. Bunlardan biri MYK Üyesi ve Genel Sayman Faik Öztrak’tır. Öztrak, 2001 krizi sonrasında Kemal Derviş’le birlikte AKP’nin ekonomi politikalarının temelini de oluşturan Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın önde gelen mimarlarındandır. Yani, 2001’den bu yana devletin piyasalaşması, emekçilerin haklarının ortadan kaldırılmasını içeren ekonomi programının baş mimarlarından biri, bugün “sosyal devlet”ten söz eden Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinde ekonomi politikalarının başındadır. CHP’nin yeni yönetimindeki diğer ilginç isim de Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran’dır. Tekstil patronu olan ve birçok sermaye örgütünde yöneticilik yapan Oran, Türkiye’de emek maliyetlerinin yüksek olduğu üzerine söylemleriyle de tanınmaktadır. Ayrıca asgari ücretin çok yüksek bulduğu ve bölgesel asgari ücretin uygulanması gerektiği yönünde de birçok beyanı mevcuttur.

Sözün özü: Kılıçdaroğlu’nun yoksulluk söylemiyle “sosyal devlet”i telaffuz etmesi, emekçi, yoksul kesimlerin ağzına bir kaşık bal çalıp, oylarını kapma anlayışından başka bir şey değildir. Zira, Kılıçdaroğlu’nun ekonomi planı ve ekonomi kadrosu, yoksulluğu önlemeyi değil tam tersine, yoksulluğu artırarak sürdürmeyi amaçlayan bir anlayışa sahiptir. Zaten kapitalist sistemin içinde konumlanmış hiçbir partinin ve hiçbir siyasetçinin, niyeti ne olursa olsun; ne açlığa, yoksulluğa ne de emek sömürüsüne karşı çözüm üretmesi beklenemez. Emekçi kesimler için çözümün yegane yolu, kendi sınıf partileri içerisinde örgütlenmek ve mücadele etmektir(!..)