26 Ocak 2012 Perşembe

Hedef: Ermenistanlı emekçiler (mi)?..

ÖZGÜRCE
27/01/2012


 Başbakan Erdoğan, Ermeni Soykırımı iddialarına ilişkin olarak 16 Mart 2010 tarihinde BBC Türkçe servisine yaptığı açıklamada aynen şunları söylüyor: “Bakın benim ülkemde 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşımdır. Ama yüz binini biz ülkemizde şu anda idare ediyoruz. E ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu yüz binine ‘Hadi siz de memleketinize’ diyeceğim; bunu yapacağım. Niye? Benim vatandaşım değil bunlar... Ülkemde de tutmak zorunda değilim.”(1)

Başbakan bu ifadeleriyle Ermenistan ve Soykırım iddialarını tanımak isteyen ülkelere karşı, ekmek parası için Türkiye’ye gelmiş ve yasal göçü zorlaştıran mevzuat nedeniyle “kaçak” konumuna düşürülmüş Ermenistanlı emekçileri koz olarak kullanıyor. Zaten Başbakanın bu konuşmasının ardından AKP Dış İlişkiler Başkan Yardımcısı Suat Kınıklıoğlu yazılı bir açıklama yaparak Başbakanın bugünden yarına yapılacak bir şeyden bahsetmediğini, soykırım karar tasarılarının gündemde olduğu bir dönemde kamuoyuna hatırlatma gereği duyduğunu bildiriyor. Dönemin Çalışma Bakanı Ömer Dinçer de Başbakanın açıklamasını destekliyor ve şöyle diyor: “Türkiye’nin (Ermenistan’la) barışı korumak konusunda çabası yoğun ama istiyorsa elinde birçok kartı birçok kozu var. Bunları kullanmıyor. Başbakan bu kozlardan bir tanesini ifade ediyor.” Dinçer sözlerine “Bizim işçimiz evine ekmeği zor götürürken, yabancıya göz yummayız” diyerek devam ediyor (2).

Başbakanın yaklaşık iki yıl önce soykırım tasarılarına karşı (Dinçer’in tabiriyle) “koz” olarak kullandığı Ermenistanlı emekçileri sınır dışı etme tehdidi Fransa’da Ermeni Soykırımını inkar yasasının çıkartıldığı bugünlerde yürürlüğe girecek bir düzenlemeyle yaşama geçirilmektedir. 1 Şubat 2012’de yürürlüğe girecek olan “5683 Sayılı Yabancıların Türkiye’de İkamet ve Seyahatleri Hakkında Kanun”da yapılan değişiklikle birlikte Türkiye’de ‘izinsiz’ çalışan 100 bine yakın Ermenistan vatandaşı ile Gürcistan, Ukrayna, Moldovya, Endonezya gibi ülkelerden gelerek çeşitli işlerde çalışan emekçiler işlerini kaybetme ve sınır dışı edilme tehdidiyle karşı karşıya kalmaktadır.

Çalışma Bakanlığı yetkilileri Kanunda yapılan bu değişikliğin gerekçesini, yurt dışına döviz çıkışının önüne geçilmesi, kayıt dışı çalışmanın engellenmesi ve Türk vatandaşlarının iş bulmasının kolaylaştırılması olarak açıklamaktadır. Yani eski Çalışma Bakanı Dinçer’in yukarıda da yer verdiğimiz “Bizim işçimiz evine ekmeği zor götürürken, yabancıya göz yummayız“ anlayışını Bakanlık savunmaya devam etmektedir.

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki “Bizim işçimizin işi, bizim işçimizin ekmeği” gibi söylemlerle yabancı emekçilerin hedef gösterilmesi kapitalist üretim sisteminin en başından bu yana burjuvazinin emekçileri birbirine düşürmek için kullandığı bir yöntemdir. Kapitalizm; önce emekçileri işsizleştirerek, yoksullaştırarak ya da siyasi nedenlerle sürgün ederek göçe zorlar, sonra da onları “kaçak” konumuna düşürüp başka ülkelerde en ucuz emek gücü olarak kullanır. Böylece göçmen işçilerin yedek işgücü ordusuna katıldıkları göç alan ülkelerde genel ücret düzeyi de çalışma standartları da düşer. Bundan kârlı çıkan ise her zaman sermaye olur.

Ne zaman ki çalışma standartları ve ücretler yeterince düşüp, işsizlik toplumsal bir sorun haline gelir ya da siyasi çıkarlar gereği milliyetçilik duygularını yükseltmek gerekir; işte o zaman kârları yükseltmek için kullanılan yabancı işçiler hedef haline getirilir. Böylece siyasi iktidarlar emekçiler başta olmak üzere toplumun geniş kesimlerinin çıkarlarına aykırı icraatlarının üzerini örtmüş olurlar. Başbakan’ın Ermenistanlı emekçileri hedef haline getirmesi ve yabancı kaçak işçileri sınır dışı etmeye yönelik düzenlemeye gerekçe olarak Türkiyeli işçilerin çıkarının gösterilmesinin ardında işte bu nedenler vardır(!)

Söz konusu yasa değişikliği Türkiye’de “kaçak” konumuna düşürülmüş tüm yabancı işçileri kapsamaktadır. Ancak özellikle hedef gösterilmeleri zaten diğer yabancı göçmenlere göre daha da dışlanmış olan Ermenistanlı emekçilere yönelik ayrımcılığı ve baskıları daha da arttıracaktır.

Maalesef şimdiye kadar ne demokrasi ve insan hakları savunucuları ne de sendikalar bu konuda kayda değer hiçbir tepkide bulunmamışlardır. Oysa ortada insani sonuçları belki de 6-7 Eylül olaylarına benzeyebilecek bir tehlike vardır. Her fırsatta -haklı olarak- 6-7 Eylül olaylarını gündeme getirip, tarihteki bu kara lekeyi silmek için çabalayanlar, o döneme benzer koşulların bugün de yaratılmakta olduğunu görmek zorundadır(!) Sendikalar da sınıf örgütü olmanın gereğini yerine getirerek ırk, din, cinsiyet ayrımı yapmadan emekçilerin haklarını savunmaları gerekir. Irkçı, şoven yaklaşımlar, işçi sınıfının karşısındaki en büyük tehlikedir ve sendikalar bununla mücadele etmelidir. En kötü koşullarda çalışmaya mahkum edilmiş, hele de özellikle hedef gösterilmiş göçmen işçilerin hakları savunulmadan Türkiye’de demokrasiden, insan haklarından ve sınıf mücadelesinden söz etmek mümkün değildir(!)



(1)http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2010/03/100316_bbc_erdogan_intw_update.shtml

(2)http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2010/03/100317_turkey_armenians.shtml

19 Ocak 2012 Perşembe

Adaletin duvarı karşımızda olsa da onurumuzu savunmalıyız!

ÖZGÜRCE
20/01/2012

Hrant Dink davası bir kez daha çok açık, çok çarpıcı biçimde gösterdi ki Türkiye’de adalet sistemi ile toplumun vicdanı arasında büyük bir uçurum mevcuttur. Özellikle insanın ve doğanın özüne uyumsuz olan kapitalist sistemden kaynaklanan sorunlara karşı gösterilen tepkiler karşısında adalet sistemi taştan bir duvar haline dönüşüp; insana ve doğaya karşı kapitalizmi ve ona egemen olan güçleri koruma altına almaktadır.


Kapitalizm varlığını sürdürmesinin en önemli formülü kendi düzenine karşı insanların bir araya gelmesini engellemek yani bölmektir. Türkiye gibi çok farklı etnik kimlikten halkın bir arada yaşadığı ülkelerde bölmenin en kolay yolu halkları birbirine düşman etmektir. Hrant’ın yaşamı Türkiye halklarının kardeşliğini savunmakla geçmiştir ve Türkiye halklarının kardeşliğini istemeyenler tarafından da yaşamı sonlandırılmıştır. Türk adalet sistemi de halkların kardeşliğini istemeyen, bu nedenle Hrant’ı öldürenleri temize çıkartmaya çalışmıştır. Aynı adalet sistemi Hrant gibi Türkiye halklarının kardeşliğini savunan Ragıp Zarakolu, Büşra Ersanlı ve yüzlerce insanı demir parmaklıklar ardında tutsak etmektedir.

Adalet sistemi, kapitalist düzende egemen yapının kendisini yeniden üretmek için başvurduğu insanlık karşıtı yolları ortaya çıkartmaya çalışan gazetecilerin de karşısında taştan duvara dönüşmektedir. Ahmet Şık, Nedim Şener ve onlarca gazeteci sadece egemen yapının çirkin yüzünü topluma gösteremesinler diye “yüce” adalet sistemi tarafından tutsak edilmişlerdir.

Davutpaşa’da, Ostim’de, Tuzla’da, Elbistan’da; Zonguldak, Balıkesir, Bursa madenlerinde ve Türkiye’nin dört bir yanında ekmek parası için iş cinayetlerine kurban edilenler; sigortasız, asgari ücretin bile çok altında günde 10-12 saat çalıştırılan, hiçbir gerekçe gösterilmeden işten atılan ve sendikalaşması engellenen emekçilerin karşısında da adalet sistemi yine duvarını örmekte ve tüm bunların sorumlusu olan sermayeyi koruması altına almaktadır. Aynı duvar parasız eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, barınma, ulaşım hakkı isteyenler için de en heybetli biçimde örülmekte ve bu talepleri dile getirmek de yıllarca tutsak edilmenin gerekçesi haline gelmektedir.

Adalet sisteminin egemenlerin çıkarını korumak için ördüğü duvar deresine, ormanına, toprağına yani yaşamına sahip çıkanların karşısına da dikilmektedir. Altın madencileri, HES’ciler adalet sisteminin kendilerine açtığı yoldan yürümekte ve hızla Anadolu’nun taşını, toprağını zehirlemekte, suyunu kurutmaktadır. Buna karşı koymaya çalışanları da “suçlu” olarak itham edip demir parmaklıklar ardına gönderebilmektedir.

Adalet sistemi insanın, toplumun, doğanın karşısında olanların koruyucusu haline gelince sokaklarla birlikte mahkeme salonları, mahkeme binalarının önü de toplumsal mücadelenin alanları haline dönüşmektedir. Çünkü artık insanlar adalet sisteminin adaletine inanmamaktadır. Adalet sistemine işi düşenlerin gözü arkadadır, bu yüzden de yargılamayı gözleriyle görmek; adaletsiz kararlar karşısında tepkilerini doğrudan göstermek istemektedir. Artık takvim sayfalarını mahkeme tarihleri doldurmaktadır. Bir gün gazetecilerin, ertesi gün derelerini savunanların, daha sonraki gün parasız eğitim isteyen öğrencilerin, bir başka gün Davutpaşa’da ölen işçilerin, daha sonra halkların kardeşliği savunucularının diyerek liste uzayıp gitmektedir…

***

Adalet sisteminin ördüğü duvarı aşma çabalarından biri de 26 Ocak Perşembe günü Kocaeli Adliyesinde gerçekleşecektir. Hatırlanacağı üzere Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Dilovası’da yürüttüğü bir çalışmada yoğun endüstrileşmenin olduğu bu bölgede annelerin ilk sütü ve bebeklerin ilk kakalarında bazı ağır metaller ve eser elementlerin bulunduğunu saptamıştır. Yani bu bölgede yaşayan insanların kanser başta olmak üzere ölümcül olabilecek birçok hastalığa yakalanma riskinin yüksek olduğunu ortaya koymuştur. Kocaeli Belediye Başkanı bu konuda şu tepkiyi göstermiştir: “Birileri çıkıp anne sütünde ve bebeklerin dışkılarında ağır metallere rastlandı diyor, ancak hiçbir dayanağı yok, hiçbir belgesi yok… Sadece adı profesör… Şarlatanlık yapıyor, şov yapıyor, bilim adamı şarlatanlık, şov yapmaz, ideolojik davranmaz.”

Kocaeli Belediye Başkanı halkın sağlığına duyarsız kaldığı gibi bu bölgedeki sanayi işletmelerini koruma güdüsüyle bir bilim adamına halk sağlığına ilişkin çok ciddi bir tehdidi ortaya koyduğu için hakaret etmiştir. İşte 26 Ocakta Kocaeli Adliyesinde görülecek dava Onur Hamzaoğlu’nun Belediye Başkanına karşı açmış olduğu hakaret davasının dördüncü duruşmasıdır. İlk üç duruşmada Hamzaoğlu’nun gerçekleştirmiş olduğu araştırmanın bilimsel olduğu ve gerçeği yansıttığı ortadayken ve Belediye Başkanının da hakareti sabitken mahkeme karar verememiştir. Muhtemelen 26 Ocakta nihai karar verilecektir. Bu davada verilecek karar, Türkiye’de toplumun yararı gözetilerek yapılan bilimsel çalışmaların tümü için son derece önemlidir. Adalet sistemi burada ya toplum için yapılan bilimsel çalışmalara “şarlatanlık” denmesine karşı çıkacak ve bunu söyleyeni cezalandıracaktır ya da toplumun çıkarları doğrultusunda yapılan bilimsel çalışmalara yönelik “şarlatanlık” nitelenmesini onaylayacaktır. Bu davaya sahip çıkmak iki yönden son derece önemlidir:

Birincisi; bilimin “şarlatanlık” olarak niteleyenlerin cezalandırılmadığı bir ülkede bilimsel özgürlükten söz etmek mümkün değildir. Bu nedenle bu dava Türkiye’de üniversitenin ve bilimin onur mücadelesinin çok önemli bir parçası haline gelmiştir.

İkincisi; Bilimin onurunu koruyamadığı yani bilimsel özgürlüğün olmadığı bir ülkede sadece egemenlerin bilimi yapılabilir. Egemenlerin bilimi ise insanın, emeğin ve doğanın daha çok sömürülmesine hizmet eder.

İşte tüm bu nedenlerle 26 Ocakta görülecek dava sadece “onurunu” savunan bilimcilerin değil; adalet sisteminin önüne duvar ördüğü tüm toplum kesimlerinin davasıdır. Bu nedenle emekten ve doğadan yana demokrasi ve insan haklarını savunan tüm örgütlerin (temsilen değil kitlesel olarak) 26 Ocak saat 11.00’de Kocaeli Adliyesinde olması gerekir!

12 Ocak 2012 Perşembe

Sendikalar Kanunu ve Hükümetin Demokrasi Anlayışı!

ÖZGÜRCE
13/01/2012

12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının gündemde olduğu ve bunun bir demokrasi zaferi olarak gösterilmek istendiği bir süreçte ilginç bir gelişme oldu: 2008’den bu yana değiştirilmesi gündemde olan sendika kanunlarını ekonomiyle ilişkili bakanların ”işçilik maliyetleri yükselir” gerekçesiyle engelledikleri ortaya çıktı.


7 Ocak 2012 tarihli Vatan Gazetesi’nde konuya ilişkin haber şöyle: “İşçi ve işveren taraflarının karşılıklı görüşmeleri ve aylarca süren çalışmaların ardından 19 Ekim’de Bakanlar Kurulu’na sevk edilen Sendikalar Kanun Tasarısı, 2.5 aydır hala Bakanlar Kurulu’ndan çıkmadı. Kabinede yer alan ekonomiyle ilgili bakanların temel olarak “2012’nin zor bir yıl olacağı, böyle bir dönemde bir de sendikalar yasasıyla işçi örgütlerinin güçlendirilmesi ve toplu sözleşme haklarının artırılmasının doğru olmadığı, böyle bir dönemde işverenin daha fazla sorun yaşamasına neden olacağı ve işçilik maliyetlerini yükseltmenin yanlış olacağı” tezleriyle yasaya karşı çıktıkları öğrenildi.” Haberde sendikalar yasasını engelleyen bakanlar: Başta Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün, Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin de sendika yasalarının engellenmesine destek vermişler.

AKP’li bakanların işçi örgütlenmeleri ve sendikal haklara yaklaşımı hem kendilerinin hem de mensubu bulundukları parti ve hükümetin demokrasi anlayışını da açık biçimde yansıtmaktadır. 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu 12 Eylül darbesinin ardındaki işçi sınıfını baskı altına alma ve Türkiye’yi ucuz emek alanı haline getirme amacı doğrultusunda 1983 yılında çıkartılmıştır. Yani 1983’te sendika yasalarını hazırlayanlar ile bugün sendika yasalarını “işçi örgütleri güçlenir, işçilik maliyetleri yükselir” diyerek engellemeye çalışanların demokrasi anlayışları birebir aynıdır. Daha açık bir ifade ile 12 Eylül darbe rejiminin demokrasi anlayışı bugün hala iktidardadır(!)

Bu anlayışın darbe rejiminin ürünü olarak tanımlanan 1982 Anayasası’nın yerine daha demokratik içerikte yeni bir anayasayı nasıl yapacağını da ayrıca sormak gerekir(!)

Aslına bakarsanız, Meclis gündemine getirilmeye çalışılan Sendikacılık Kanun Tasarısı’nın Bakanların kaygı duyduğu gibi işçi örgütlemelerini güçlendirmesi ve toplu sözleşme haklarını arttırması da söz konusu değildir. Zira getirilmek istenen yasada noter şartının kaldırılması ya da işkolu barajının düşülmesi gibi olumlu kabul edilecek düzenlemeler bulunsa da örgütlenme özgürlüğü ve grev konularındaki birçok anti demokratik düzenleme devam etmektedir. Kaldı ki emekçiler için güvencesizlik ve örgütsüzlük anlamına gelen esneklik uygulamaları da son sürat yaşama geçirilmekte ve yaygınlaştırılmaktadır. Yani Sendikalar Kanunu Taslağı, Bakanların korktuğu gibi işçi örgütlerinin güçlenmesini sağlayacak ve işçilik maliyetlerini yükselterek, kârları düşürecek bir içeriğe sahip değildir.

Peki Bakanlar içeriğini bilmedikleri için mi getirilen Tasarıya karşı çıkmaktadırlar? Böyle olduğunu hiç sanmıyorum. Çalışma Bakanının diğer Bakanlardan farklı olarak; “sendikalar rahat olsun, yasayı bu ay içinde Meclis’ten geçireceğiz” mesajıyla birlikte değerlendirdiğimizde; amaçlananın Sendikalar Kanun Tasarısını engellemekten ziyade sendikalara gözdağı verilerek, sendikal özgürlükleri engellemeye devam eden bu Tasarının fazlaca itiraza ve eleştiriye uğramadan apar topar yasalaşmasını sağlamak olduğunu düşünüyorum.

Sendikalar Kanun Tasarısı ister Bakanlar tarafından gerçekten engelleniyor olsun, isterse işçi sınıfına ve sendikalara yönelen bir tehdidin gereği olsun; ortaya çıkan tablo AKP’nin işçilere bakışını ve demokrasi konusundaki yaklaşımlarını son derece açık biçimde ortaya koymaktadır. Bu durumda halen AKP’nin yandaşlığını yapan ve/veya yasalardan medet umarak mücadeleden uzak duran sendikaların da yeniden ve yeniden sorgulanması gerekir(!)

5 Ocak 2012 Perşembe

Sadece Tetikçileri Cezalandırmak Yetmez...

ÖZGÜRCE
06/01/2012

12 Eylül darbecisi Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya için ağırlaştırıcı müebbet hapis cezası istemiyle iddianame hazırlanmış… Hazırlanan iddianamelerin, açılan davaların sonucu ne olur bilmiyoruz ama 12 Eylül darbecilerinin yargılanma olasılığının ortaya çıkması bile işkence görerek, yakınını kaybederek ya da işinden mesleğinden uzaklaştırılarak darbenin doğrudan mağduru olan kesimler başta olmak üzere demokrasiden, insanlıktan biraz olsun nasibi almış herkesin yüreğinde bir nebze olsun ferahlama yaratmıştır.


12 Eylül darbesi, Türkiye’nin toplumsal yapısını köklü biçimde değiştiren son derece kanlı bir müdahaledir. Ama bu müdahale sadece bugün fail olarak görülen TSK’nın en üstündeki 5-10 üst rütbeli askerin inisiyatifinde gerçekleşmemiştir. 12 Eylül darbesi uluslararası sermayeyi temsil eden kurum (DB, IMF gibi) ve ülke (ABD gibi) yönetimlerinin de desteğiyle Türkiye sermaye sınıfının emekçi sınıflar üzerinde mutlak tahakkümünü sağlamak üzere gerçekleştirilmiştir. Türkiye’deki sermaye çevreleri de (TİSK, TÜSİAD gibi) darbeyi teşvik etmiş, desteklemiş ve hatta yönlendirmişlerdir.

12 Eylül darbesinin gerçek nedeni, Türkiye’nin küresel kapitalizme entegrasyonunu sağlamaktır. Bu sürecin teknik mimarı 24 Ocak 1980 kararlarının hazırlayıcısı Turgut Özal’dır. Özal 12 Eylül darbesine kadar MSP’den milletvekili adayı olmuş, MESS başkanlığı, Sabancı Holding’de yöneticilik, Dünya Bankası’nda uzmanlık ve Başbakanlık Müsteşarlığı yapmıştır. 12 Eylül darbesiyle birlikte işçi sınıfı baskı altına alınarak 24 Ocak kararlarının uygulanma koşulları fiilen oluşturulmuş ve ekonomi yönetiminin başına da darbe hükümetinin başbakan yardımcısı olarak Turgut Özal getirilmiştir. 1983 seçimleriyle birlikte geçilen “sözde” demokrasi sürecinde de Özal, kurduğu ANAP’ın başında, Başbakanlık koltuğuna oturmuş ve 1989’da başlayan işçi hareketleriyle birilikte iktidarının sallanması üzerine kendisini Cumhurbaşkanlığı koltuğuna atmıştır. Ancak Cumhurbaşkanlığı da Özal’ı işçilerin dilinden kurtaramamıştır. İşçilerin “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı” sloganıyla sık sık yad ettikleri Özal, 1993 yılında vefat etmiştir.

Özal’ın vefatının ardından Tansu Çiller sonra da Tayyip Erdoğan, Özal’ın mirasını devralmış ve Türkiye’nin küresel kapitalizme entegrasyon sürecini devam ettirmişlerdir. Entegrasyon sadece uygulanan ekonomik politikalara yansımamıştır. Emekçi sınıfların sosyal haklarının ortadan kaldırılması ve yoksullaştırılması anlamına gelen entegrasyon sürecinde toplumsal muhalefete meyil edebilecek tüm toplum kesimleri (emekçiler, Kürtler, öğrenciler, Aleviler vs.) üzerinde de 12 Eylül anlayışıyla baskıya devam edilmiştir.

Bugün bu ülkenin çocukları “kazayla” bombalanmakta; her ay ortalama 55-60 işçi “kazayla” iş cinayetlerine kurban edilmektedir. “Parasız üniversite” talebini dile getiren öğrenciler; yazılmış ya da yazılmamış kitaplar veya haberler nedeniyle gazeteciler; toplumu bilgilendirme görevini yerine getirdiği için akademisyenler; güvenceli bir iş isteyen işçiler yargılanmakta ve/veya aylarca, yıllarca cezaevlerinde tutulmaktadır. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik hak olmaktan çıkarılmış; günde 2-3 simit karşılığı ücrete iş bulan şanslı sayılır hale gelmiştir. Tüm bunların anlamı 12 Eylül darbe koşullarının devam ettiğidir.

Daha açık bir ifadeyle 12 Eylül darbe koşulları aradan geçen 32 yıla rağmen henüz ortadan kalkmamıştır. 12 Eylül darbesi varlığını halen devam ettiren bir bütünlüklü sürecin hem sonucu hem de başlangıcıdır. Bugün darbeci olarak yargılananlar bu süreçte fiilen şiddet uygulayan tetikçilerdir. Kanlı bir darbenin sorumluları elbette en ağır biçimde cezalandırılmalıdır. Ancak sadece onların cezalandırılması, 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmak için yeterli olmayacaktır. 12 Eylül darbesiyle gerçekten hesaplaşmak isteniyorsa, darbeyi teşvik eden ve destekleyen küresel ve ulusal sermayenin, bunları temsil eden örgütlerin ve darbeye gerekçe olan entegrasyon sürecinin uygulayıcılarının da bu hesaplaşma sürecine katılması gerekir. Sadece tetikçilerin cezalandırılması, 12 Eylül darbesinin üzerinin örtülmesinden başka hiçbir işe yaramayacaktır(!)