26 Nisan 2013 Cuma
Evrensel'de 10 yıl...
ÖZGÜRCE
26/04/2013
Bu köşede ilk yazım yayınlandığında AKP iktidarının 5. ayıydı. AKP Hükümeti ilk önemli sınavında başarısız olmuş ve 1 Mart tezkeresini Meclisten geçirememişti. İkinci büyük sınavı, çalışma yaşamını esnekleştirmeyi, o döneme kadar kuralsızlık olarak ifade edilen çalışma biçimlerini kural haline getirmeyi amaçlayan 4857 sayılı İş Kanunu’nu Meclisten geçirebilmek için verilecekti. Bu sınavda başarılı olursa AKP, Türkiye’de neoliberal yeniden yapılanma sürecini nihayete erdirme görevinin gereği olarak, emekçiler başta olmak üzere geniş toplum kesimlerinin haklarını ortadan kaldırmaya yönelik çabalarını yoğunlaştıracaktı.
İşte bu atmosferde Evrensel’de yazmaya başladığım haftalık yazıların ilkinin başlığı “Barış ve Özgürlük İçin Kapitalizmi Anlamak” idi (25 Nisan 2003). Bu ilk yazıda amacımı “…sizlerin de katkıları ile sınıf eksenli bir bakış içerisinde kapitalist sistemin parçalar halinde önümüze getirdiği dayatmaları, aralarındaki ilişkiyi de ortaya koyarak bütünlüklü bir biçimde analiz etmek olacaktır.” diyerek ifade etmeye çalışmıştım.
Aradan geçen 10 yılda AKP, toplumun geniş kesimlerinin çıkarına aykırı olmasına rağmen üstlendiği görevi beklenmediğinden çok daha büyük bir “başarıyla” yerine getirdi. Böylece Türkiye’de sınıf çelişkilerinin belki de hiç olmadığı ölçüde derinleştiği bir dönem yaşandı. Bu dönemde bir taraftan eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten barınmaya birçok hak aşındırılırken diğer taraftan emekçiler yoksullaştı, daha örgütsüz, daha güvencesiz hale geldi. AKP’nin emekçilerin yüzyılların birikimi olan kazanımlarını birer birer ortadan kaldırdığı bu süreçte başta sendikalar olmak üzere emek örgütleri, bürokratik yapıları ve izledikleri yanlış politikalar nedeniyle bir varlık gösteremediler.
Sınıf çelişkilerinin derinleştiği ve mücadelenin kimi zaman yoğunlaşma eğilimi gösterdiği bir dönemde yaşananları sınıf eksenli bir bakış içerisinde analiz etmeye çalışmak ve bunu haftada bir gün gazete köşesinin sınırlılığı içinde yapmak benim için zor da olsa son derece öğretici oldu. Zira değişimin baş döndürücü bir hızla yaşandığı bu süreci içinden geldiğim akademinin güncel gelişmelere mesafeli bakma alışkanlığı ile doğru ve zamanında analiz edebilmek neredeyse imkansızdı. Oysa emekçilere ulaşmayı amaçlayan bir gazetede haftalık da olsa yazma sorumluluğu, yaşananları güncelliği içinde takip etmeyi gerektirmektedir. Öte yandan gazete yazıları vasıtasıyla emekçilere ulaşabilmek ve onların tepkilerini alabilmek emek alanında yapmaya çalıştığım akademik çalışmaları da daha anlamlı kılmaktadır.
10 yıllık “özgürce” köşesinde en çok tartışma yaratan konular emek örgütlerinin mücadele sürecindeki durumlarına ilişkindir. Özellikle sendikaların bürokratik yapısı, sınıf anlayışından uzak, uzlaşmacı anlayışları ve yeniden yapılanma sürecinin maskesi olarak kullanılan AB’den medet uman yaklaşımlarına yönelik eleştiriler; kimi zaman konunun muhatapları tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu tepkiler nedeniyle Evrensel yönetiminden baskıda bulunmaları bile istenmiş; ancak ne dışarıdan gelen bu telkinler ne de başka bir nedenle gazete yönetiminin bana ve yazılarıma yönelik en ufak bir müdahalesi olmamıştır.
Kapitalizmin köklü biçimde yeniden yapılandığı ve bu yeniden yapılanmanın doğrudan tarafı olan emekçiler için son derece kritik öneme sahip bir dönemde emekçilere ulaşmayı amaç edinmiş birkaç yayından biri olan Evrensel’de kendimi “özgürce” ifade etme olanağı bulmuş olmak benim için son derece değerlidir. Bu olanağı bana sağlayan Evrensel’e ve 10 yıldır bana sabır gösteren siz okurlara teşekkür borçluyum.
18 Nisan 2013 Perşembe
Emekçi için tek güvence: Örgütlülük
ÖZGÜRCE
19/04/2013
Güvence tüm canlılar için en temel ihtiyaçtır. Doğduklarında önce ana kucağının sıcaklığına daha sonra da toprağa güvenmiştir diğer tüm canlılar gibi insan da. Doğanın üretici gücü toprakta can bulmuştur çünkü; toprak yaşamdır, diğer tüm canlılar için de insan için de…Sanayileşmeyle birlikte topraktan kopartılıp kentlere göçtüğünde emeğinden başka güvenecek hiçbir şeyi kalmamıştır emekçi olan insanın… Emek gücü satılacak ve karşılığında alınan ücretle yaşam sürdürülecektir. Ama toprak gibi vefalı değildir emek gücünü satın alan patronlar; emekçiye güvence vermek bir yana emekçinin güvencesizliği üzerine kurmuşlardır adına kapitalizm denen sistemi. Amaç bellidir: Emekçi güvencesiz olacak ki güvencesizliğin verdiği korku ve telaşla hem en kötü koşullarda çalışmaya mecbur kalsın hem de kendisini güvencesiz bırakan bu sistemi sorgulayıp ona karşı çıkamasın (!)
Sistemin kendilerini güvencesiz bırakmaya yönelik uygulamaları karşısında emekçiler, örgütlü güçlerini keşfetmişlerdir. Güvence, örgütlü gücün kurumlaştığı sendikalar, siyasi partiler olmuştur artık. Güvencesizliğe karşı yürütülen örgütlü mücadele karşısında burjuva devletleri, güvenceyi yasalarla teminat altına almak zorunda kalmıştır. Ekim Devrimi sonrasında reel sosyalizmin tehdidi ve 1929 kriziyle iflas eden liberal politikalar sonrasında benimsenen sosyal devlet düzenlemeleriyle birlikte devlet ve hukuk düzeni de emekçiler tarafından güvence olarak görülmeye başlanmıştır.
Devletin ve yasaların sağladığı güvence öylesine büyük bir yanılsama yaratmıştır ki emekçiler, güvencenin gerçek kaynağının kendi örgütlü güçleri olduğunu unutmaya başlamıştır. 1970’ler sonrasında bir taraftan reel sosyalizmin tehdit olmaktan çıkması, diğer taraftan yeniden liberalizmin uygulanmasıyla birlikte devlet de yasalar da kapitalist üretim sisteminin esası olan güvencesizleştirme politikalarının aracı haline gelmiştir.
Türkiye’de son 30 yıldır uygulanan güvencesizleştirme politikalarında son viraja gelinmiştir. Bu virajda güvencesini kısmen koruyan kamu emekçileri vardır. Yasal değişiklikler ve/veya “toplu sözleşmelerle” kamu emekçileri de tamamen güvencesizleştirilmeye çalışılacak; böylece sermayenin ve hükümetin Türkiye’de güvenceye sahip tek bir emekçi bırakmama hedefi doğrultusunda bir adım daha atılmış olacaktır.
Sözün özü: Kapitalist sistem emekçiyi insan olarak görmeyip onu güvencesizleştirmeye çabalasa da emekçi insandır ve onun da diğer canlılar gibi en temel ihtiyacı güvencedir. Tarihsel süreç devletin de yasaların da güvence olmadığını; emekçiler için tek ve gerçek güvencenin örgütlü güç olduğunu göstermiştir.
Örgütsüzlüğün ve örgütlere güvensizliğin en yoğun olduğu bir dönemde hatırlatmak gerekir ki: Madem güvence en temel ihtiyaçtır ve emekçi için gerçek güvence sadece örgütlü güçtür o halde emekçiler için örgütlenme en yaşamsal ihtiyaçtır. Güvenilebilecek örgütlenmeleri yaratmak ya da örgütleri güven duyulacak bir duruma getirmek de yine emekçilere düşmektedir.
---------
SAV (Sosyal Araştırmalar Vakfı), 19-20 Nisan 2013 tarihlerinde MSGSÜ Fındıklı Kampüsünde “Güvencesizlik ve Mücadele Deneyimleri” konulu bir sempozyum düzenlemektedir. Sempozyumda güvencesizlik çeşitli boyutlarıyla ele alınacak ve güvencesizliğe karşı Türkiye ve dünyada gerçekleştirilen mücadele örneklerine yer verilecektir. Ayrıca kadınlar, Kürtler, göçmenler, LGBT bireyler ve sakatlar gibi emek piyasalarında ayrımcılığa uğradığı için güvencesizliği çok daha derinden yaşayan kesimlere yönelik de bildiriler sunulacaktır. Sempozyum tüm emekçilere açıktır.
16 Nisan 2013 Salı
Emek Piyasalarının Yeniden Yapılanması Sürecinde 4+4+4 Formülü
Bu makale Eğitim Bilim Toplum Dergisi Cilt.10 Sayı. 40 Güz 2012 Sayfa 25-33'de yayınlanmıştır.
Giriş: Kimin
İçin Eğitim?
Eğitim
sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırk temelinde katmanların olduğu bir toplusal
düzeni yeniden üretmek bakımından önemli bir role sahiptir. Kapitalist üretim
ilişkilerinin ve dolayısıyla kapitalist toplum düzeninin yeniden üretiminde
eğitim sisteminden beklenen, üretkenliği (verimliliği) en üst düzeyde;
itaatkâr; eşitsizlikleri ve sömürünün üzerini örten milliyetçilik ve din gibi
dogmanın hakim olduğu duygularla aşılanmış bir insan modeli yetiştirmesidir.
Kapitalist devlet, tüm yurttaşlarının hedeflenen insan modelini yetiştirecek
eğitim sisteminden geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu nedenle eğitim sistemi
içinde temel olarak belirlenen süreçler tüm yurttaşlar için “zorunlu” hale
getirilmiştir. Özellikle talep yönlü ekonomi modelinin uygulandığı Keynesyen
dönemde eğitimin maliyeti devlet tarafından üstlenilmiş ve parasız eğitim,
sosyal devletin bir gereği olarak sunulmuştur.
1970’li
yıllarla birlikte krize giren kapitalizm, üretim sitemini ve bununla birlikte
toplumsal düzeni yeniden yapılandırma sürecine girmiştir. Neoliberalizm olarak
adlandırılan bu yeniden yapılanma süreci sistemin ideolojik aygıtı olan diğer
kurumlar gibi eğitim sisteminde de köklü değişikliklere neden olmuştur. Üretim
sisteminde fordizmin standartlaşmış üretim modelinden yeniden esneklik olarak
tanımlayabileceğimiz bir modele geçilmiştir. Küresel rekabet baskısı altında
üretimin ve dolayısıyla emek süreçlerinin esnekleşmesini beraberinde getiren bu
modelde amaç; teknolojiyi de kullanarak üretim maliyetlerini en düşük düzeye
indirmektir. Küreselleşme ile birlikte sermayenin dolaşımı önündeki tüm
sınırlamaların kaldırılarak yatırımlar ucuz emek alanlarına kaymış ve küresel
emek piyasasında rekabet artmıştır. Emek piyasasındaki bu rekabet, bir taraftan
işsizlik tehdidini arttırmış, emeğin değerini yani ücret ve çalışma
koşullarının kötüleşmesine neden olmuş; diğer taraftan da emekçilerin üretim
sürecinde örgütlülüğünü zayıflatmış ve emek üzerindeki sermaye denetimi
artmıştır.
Küresel
rekabetin ortaya çıkarttığı yeni emek piyasasında emekçiler, yegâne gelirleri
olan ücreti elde edebilecekleri bir işe sahip olmak ya da işlerini koruyabilmek
için sürekli değişen üretim sisteminin gerektirdiği nitelik düzeyine erişmek
zorunda kalmıştır. Üretim ilişkilerinin yeniden üretiminde gerekli niteliğe sahip
emek gücünü yetiştirme işlevini üstlenmiş olan eğitim sistemi, üretim
sistemiyle birlikte sürekli değişen ihtiyaçlara yanıt verebilecek bir yapılanma
içerisine girmiştir.
Neoliberalizmin
ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılan eğitim sisteminin; üretim
süreçleri ve emek piyasalarındaki gelişmelere paralel olarak esnekleşmesi
gündeme gelmiştir. Bu bağlamda küresel ve ulusal emek piyasalarındaki nitel ve
nicel değişimlere hızla uyum sağlayabilen esnek bir eğitim sistemi
hedeflenmiştir. Esnek eğitim sisteminde piyasa aktörlerin (işverenlerin),
paydaş adı altında müfredat üzerinde doğrudan söz sahibi olarak; müfredatı
ihtiyaç duydukları nitelikte emek gücünün yetiştirilmesini sağlamak üzere
değiştirebilmesi sağlanmaktadır. Öte yandan eğitim yaşına ilişkin
sınırlandırmalar ortadan kaldırılmakta; yaşam boyu eğitim adı altında emek
piyasasının değişen ihtiyaçlarına uygun olarak her yaşta eğitim mümkün hale
getirilmektedir. Böylece eğitim sistemi sadece emek piyasasına işgücü
hazırlamakla kalmayıp, insanların tüm yaşamları boyunca sermayenin ihtiyaçları
doğrultusunda eğitilebilmelerini sağlayacaktır.
Kapitalist
üretim ve toplum modelinin yeniden üretiminde eğitim sistemi, emek
üretkenliğini arttırmanın yanı sıra yoğun sömürü ve eşitsizliklerin
kabullenilmesini sağlayacak itaatkâr nesiller yetiştirme işlevini de
üstlenmiştir. Düşünme, sorgulama, araştırma güdülerinin baskılandığı eğitim
sisteminde; kapitalist üretim ve toplum düzeninin mutlaklaştırılmaya
çalışılmıştır. Böylece toplumun işyerinde patrona, toplumsal yaşamda devlete
itaat etmesi; kapitalizmin ideolojik hegemonyasının kabullenmesi ve üretim
maliyetlerini arttıracak mücadelelerden uzaklaşması amaçlanmıştır.
Öte yandan
kapitalizme içkin olan sınıf çelişkilerinin sonucunda sömürü ve eşitsizliklerin
üzerinin örtülmesinin aracı olarak kullanılan milliyetçilik ve din, eğitim
sisteminin bir parçası haline getirilmektedir. Milliyetçilik ve din bir
taraftan emekçiler arasında bir ayrışma yaratırken; diğer taraftan da
sermayenin çıkarları için diğer ülkelerle ve halklarla giriştiği savaşlara
gerekçe oluşturmaktadır. Böylece milliyetçi, şoven ve dogmalar üzerinden
hareket eden bir eğitim sistemi toplum düzeninin yeniden üretim işlevini de yerine
getirmiş olmaktadır.
Neoliberal
eğitim sistemi bir taraftan kapitalist üretim ilişkileri ve toplum düzeninin
yeniden üretimini sağlayacak insan modelini yetiştirirken; diğer taraftan da
piyasa devleti anlayışı içerisinde eğitimin, hizmeti alan tarafından finanse
edilmesini hedeflemiştir. Bu bağlamda özellikle 1980’li yıllardan itibaren
devletlerin eğitim harcamaları azalmış; eğitim ticari bir anlayış içerisinde
kamu ve özel kesim tarafından sunulmaya başlamıştır.
Türkiye’nin Küresel Rekabete Uyum Sürecinde Eğitim
24 Ocak 1980
kararlarıyla birlikte Türkiye, neoliberal politikaları benimsemiş ve 12 Eylül
darbesiyle yaratılan baskı ortamı içerisinde de küresel rekabete uyum
sağlayacak politikaları uygulamaya koymuştur. Küresel rekabet içerisinde
Türkiye uluslararası sermayenin ucuz işgücü arayışlarına yanıt vermeyi
hedeflemiştir. Diğer bir söyleyişle küreselleşme sürecinde Türkiye ekonomisi
ucuz işgücü ile rekabet arayışına girmiştir. Bunun için öncelikle 1970’lerde
yükselen işçi sınıfı hareketini baskılamak üzere bir askeri darbe
gerçekleştirilmiş ve işçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadelesi engellenmeye
çalışılmıştır. Böylece son derece esnek ve kuralsız bir emek piyasasının
oluşması sağlanmıştır. Ancak emek piyasasının Türkiye’den çok daha düzensiz, emek
maliyeti çok daha düşük olan Asya-Pasifik ve Kuzey Afrika ülkelerinin küresel
üretim ağı içerisine girmesiyle birlikte Türkiye emek piyasasındaki esneklik ve
kuralsızlık; yetersiz kalmıştır. Türkiye’nin rekabet gücünü zayıflatan bu durum
karşısında “yatırım ikliminin oluşturulması” ve “işsizliğin önlenmesi”
söylemiyle emek maliyetlerini daha da düşürmeye yönelik politikalar gündeme
getirilmiştir.
Türkiye’de
üretim ve emek süreçlerindeki değişime paralel olarak eğitim sisteminde de
köklü değişiklikler gerçekleşmiştir. Eğitim sistemi, özellikle 12 Eylül
darbesinin ardından uygulanan ekonomi politikalarına ve değişen üretim
ilişkilerine bağlı olarak artan sömürü ve toplumsal eşitsizlikleri sorgulamayı
ve oluşacak tepkiyi engellemek üzere itaatkâr bir nesil yetiştirilmesini
hedeflemiştir. Bu hedef doğrultusunda eğitim sistemi, sınav yönelimli, ezberci,
dayanışmadan uzaklaştırıp rekabeti teşvik eden, ırkçı, şoven, cinsiyetçi ve
dogmalara dayanan bir içeriğe sahip olmuştur.
Kapitalist
üretim ilişkileri ve toplum düzeninin neoliberalizmle şekillenen bu yeni
formuna karşı itaat etme ve tepki gösterememenin sonucu olarak emek
maliyetlerinin düşürülmesi ve toplumun geniş kesimi tarafından oluşturulan
kaynakların devlet aracılığıyla sermayeye aktarılması sağlanabilmiştir. Ancak
rekabet edilen ülkelerin sınıf mücadeleleri ve sosyal kazanımlar bakımından
daha geride olması emek maliyetlerini daha da düşürecek istihdam politikalarını
gündeme getirmiştir.
Küresel
rekabete uyum sağlamak üzere oluşturulan istihdam politikalarında üç temel
hedef ön plana çıkmıştır. Bunlardan birincisi emek piyasasının daha da
esnekleştirilmesidir. Bunun için bir taraftan çağrı üzerine çalışma, kısmi
süreli çalışma, evden çalışma gibi esnek istihdam biçimleri yaygınlaşırken;
diğer taraftan sermaye tarafından maliyet olarak görülen kıdem tazminatı gibi
haklar ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. İkinci hedef emek arzının
(işgücüne katılma oranının) yükseltilmesidir. İşgücüne katılımın yani emek
arzının arttırılarak emekçiler arasında rekabetin arttırılması yoluyla
ücretlerin ve genel olarak emek maliyetinin azaltılması amaçlanmaktadır Üçüncü
hedef ise emekçilerin sürekli değişen üretim teknikleri ve teknolojiye uyum
sağlaması ve böylece emek üretkenliğinin (verimliliğin) yükseltilmesidir.
Küresel
rekabete uyum sağlamak üzere geliştirilen istihdam politikaları içerisinde
işgücüne katılımın ve emek üretkenliğinin arttırılmasına yönelik hedeflerin
doğrudan eğitim sistemi ile bağlantısı kurulmaktadır. Özellikle 2001 krizi
ardından emek piyasalarını esnekleştiren yeniden yapılanma sürecinde gerek
OECD, Avrupa Birliği ve Dünya Bankası gibi kurumlar; gerekse TÜSİAD, TOBB, TİSK
gibi sermaye örgütleri emeğin üretim sistemindeki değişime uyumunu sağlamak
konusunda eğitim sisteminin yetersiz kaldığı üzerine eleştirilerini
yoğunlaştırmıştır. AKP hükümeti uluslararası kurumlar ve ulusal sermayenin bu
eleştiri ve telkinlerini de dikkate alarak eğitim sistemimin değişen üretim
ilişkilerinin yeniden üretimini sağlayacak biçimde yapılandırılmasına yönelik
çalışmalar içerisine girmiştir. Bu bağlamda 9. Kalkınma Planı, Ulusal İstihdam
Stratejisi (UİS) ve Sanayi Strateji Belgesi (SSB) başta olmak üzere birçok
dökümanda “eğitim-istihdam” ilişkisini sağlamaya yönelik hedefler ortaya
konulmuştur.
Küresel
rekabet gücünü temel hedef olarak belirleyen 9. Kalkınma Planı (2007-2013)’de
istihdamı arttırılmaya yönelik politikalar bağlamında “Eğitimin İşgücü Talebine
Duyarlı Hale Getirilmesi” başlığına yer verilmiştir. Bu başlık altında eğitim
sisteminin emek piyasasının ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kaldığı
vurgulanmış ve ekonominin ve emek piyasasının taleplerine cevap verecek ve
özellikle gençlerin istihdam edilebilirliğini artıracak bir eğitim sistemine
ihtiyaç bulunduğu belirtilmiştir. Mesleki eğitimin emek piyasasındaki
gelişmelere cevap verecek esnekliğe kavuşturulmasını sağlamaya yönelik
çalışmalara başlandığı belirtilen planda; eğitim-istihdam ilişkisinin
kurulmasıyla aktif işgücü politikalarına da katkı sağlanarak işgücüne katılma
oranının artacağı öngörülmüştür.
9. Kalkınma Planı’nda yer verilen
eğitimin emek piyasasının ihtiyaçlarına yanıt veremediği görüşü Sanayi ve
Ticaret Bakanlığı tarafından hazırlanan Sanayi Strateji Belgesi (2011-2014)’de
ve Ulusal İstihdam
Stratejisi Taslağı (2012-2013)’de de paylaşılmıştır. Sanayi Strateji Belgesi bu
konuya “Sanayi stratejisi acısından bakıldığında, işgücünün
almış olduğu eğitimin süresi kadar niteliği de rekabet gücü üzerinde
belirleyici bir unsurdur. Bireylerin, eğitimleri esnasında edindikleri bilişsel
beceriler, işgücünün gelecekteki verimlilik düzeyini büyük ölçüde
etkilemektedir. Son dönemde bu alanda yapılan çalışmalar, Türkiye’de verilen
eğitimin kalitesindeki problemlerin, işgücünün beceri düzeyini ve dolayısıyla
özel sektörün rekabet gücünü olumsuz etkilediğini göstermektedir.” ifadesiyle yer
vermiştir. Ulusal İstihdam Stratejisi Taslağı da benzer bir değerlendirmede
bulunarak Türkiye’de eğitim sisteminin en önemli eksikliğini “ekonominin ihtiyacına uygun insan gücü
sunamaması” olarak ifade edilmiştir.
Görüldüğü gibi Türkiye’de uygulanan
politikalarda belirleyici olan bu üç belgede de eğitim sistemi üretim
ilişkilerini yeniden üretmek bakımından başarısız olarak değerlendirilmektedir.
Eğitim sistemine ilişkin sorunun tespitinde olduğu gibi çözüm konusunda da ortaklaşma
sağlanmaktadır. Bu bağlamda Sanayi Strateji Belgesi çözüm için hedeflerini “Eğitim sektörünün
işgücü talebine olan duyarlılığı arttırılacak, işletmelerin talep ettiği
alanlarda insan sermayesinin güçlendirilmesi ve eğitim ile işgücü piyasasının
daha esnek bir yapıya kavuşturulması sağlanacaktır.” cümlesiyle ortaya
koymaktadır. Ulusal istihdam Stratejisi Taslağı’nda da çözüm için “Eğitim ve öğretimin işgücü piyasası
ihtiyaçlarını karşılama yeterliliğinin arttırılması ve herkes için erişilebilir
hale getirilmesi amaçlanmaktadır.” ifadesine yer verilmiştir.
Yukarıda sözü edilen belgelerde eğitim
sistemini piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendiren politikalar
büyük ölçüde mesleki eğitim üzerine oluşturulmaktadır. Mesleki eğitimin
yaygınlaştırılması ve bu amaçla il özel idarelerinin mesleki eğitime kaynak
aktarması ve devlet tarafından mesleki eğitim öğrencilerine katkı payı
verilmesi öngörülmektedir. Ayrıca mesleki eğitimin kalitesinin ve etkinliğinin
arttırılmasını sağlamak üzere kamunun mesleki eğitimden kademeli olarak
çekilerek özel sektöre devredilmesi planlanmaktadır.
Eğitimde Piyasanın
İhtiyaçlarını Karşılamanın Formülü Olarak: 4+4+4
Küresel rekabete uyum sağlamak üzere emek
piyasasını yeniden yapılandırmayı hedefleyen plan ve strateji belgelerinde
eğitim sisteminden beklenen uyum; 30 Mart 2012 tarihinde yasalaşan ve
kamuoyunda 4+4+4 olarak da bilinen 6287 sayılı yasa ile getirilen
düzenlemelerle büyük ölçüde örtüşmektedir. Bu yasayla getirilen düzenlemelere
göre on iki yıl olarak belirlenen zorunlu eğitim her biri dört yıl sürecek üç
aşamada gerçekleştirilecektir. İlköğretim olarak tanımlanan dört yıllık iki
aşamadan 5 yaşında başlanıp 9 yaşına kadar sürecek olan ilk dört yıl
ilkokullarda; 9-13 yaşları arasında geçecek ikinci dört yılda ise çocuklar
ortaokullarda eğitim alacaklardır. Ortaokullarda farklı programlarda dersler
seçmeli olacak ve bu dersler üçüncü dört yıldaki lise eğitimini destekleyecek şekilde öğrencilerin yetenek, gelişim ve
tercihlerine göre belirlenecektir. Üçüncü dört yıldaki liseler ortaöğretim olarak tanımlanmıştır. Liseler, ilköğretime dayalı, dört yıllık
zorunlu, örgün veya yaygın öğrenim veren genel, mesleki ve teknik öğretim
kurumlarının tümünü kapsayacaktır.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız yeni
eğitim sistemi çocukları olabildiğince küçük yaştan itibaren mesleki eğitime
yönlendirmeyi hedeflemektedir. Ayrıca lise düzeyinde yaygın eğitim verilmesi
mesleki eğitim öğrencilerinin okul ortamında bulunmadan haftanın 5 günü
atölyelerde, fabrikalarda çalıştırılabilecekleri anlamına gelmektedir. Kamunun
mesleki eğitimi özel sektöre bırakması; Organize Sanayi Bölgeleri gibi
işyerlerinin yoğunlaştığı alanlarda meslek okullarının kurulabilecek olması ve
stajyer öğrenci çalıştırma sınırının kaldırılması mesleki eğitim öğrencilerinin
ucuz işgücü olarak kullanımını yaygınlaştıracaktır.
4+4+4 düzenlemesiyle birlikte mesleki
eğitim, ucuz işgücü sağlama aracı olmanın yanında çocuk işçiliği de yasalara
rağmen meşrulaştıracaktır. 6287 sayılı yasanın imam hatipler dışındaki meslek
okullarını ortaokul olarak tanımlanmamış olması mesleki eğitimin lise düzeyinde
başlayacağı algısını yaratmaktadır. Oysa yasanın 9. maddesinde yer alan
“Ortaokullar ile imam-hatip ortaokullarında lise eğitimini destekleyecek
şekilde öğrencilerin yetenek, gelişim ve tercihlerine göre seçimlik dersler
oluşturulur.” ifadesi; ortaokulların öğrencilerin lisede yönlendirilecekleri
mesleki ve teknik okullara bir hazırlık aşaması olduğunu göstermektedir. Öte
yandan yasanın 8. maddesinde yer alan “İlköğretim kurumlarının ilkokul ve
ortaokul olarak bağımsız okullar hâlinde kurulması esastır. Ancak imkân ve
şartlara göre ortaokullar, ilkokullarla veya liselerle birlikte de
kurulabilir.” ifadesi ortaokulların mesleki ve teknik öğretim kurumlarıyla bir
arada kurulabilmesinin yolunu açmaktadır. Keza lisede meslek eğitimi alacak
ortaokul öğrencisinin yasada belirtilen “…lise eğitimini destekleyecek şekilde
öğrencilerin yetenek, gelişim ve tercihlerine göre seçimlik dersler
oluşturulur.” hükmünü teknik donanımı olamayan bir okulda edinebilmesi
beklenemez. Dolayısıyla meslek liselerine hazırlık aşamasındaki öğrencilerin
devam ettiği ortaokulların meslek liseleriyle bir arada kurulmaları gerekli
hale gelecektir.
Ortaokulların meslek liseleriyle birlikte
kurulması; mesleki eğitimin ikinci dört yılında yani ortaokul düzeyinde
başlaması anlamına gelmektedir. Bu da mesleki eğitime başlama yaşının fiilen
9’a kadar düşmesi demektir. Kaldı ki lise düzeyinde bile olsa mesleki eğitime
başlama yaşı 13 olacaktır. Türkiye’de 15 olan yasal olarak çalışmaya başlama
yaşı sınırlaması mesleki eğitim öğrencileri için istisna olarak kabul
edilmektedir. Bu konuda son örnek Haziran 2012’de yasalaşan 6331 sayılı İş
Sağlığı ve İş Güvenliği Kanunu’dur. Kanun’da “çocuk işçi” tanımı yapılmamış;
buna gerekçe olarak da “…mesleki eğitim dışında çocuk çalışanların istihdamının
kısıtlanması Kanunun amaçlarından biridir” şeklinde bir ifade kullanılmıştır.
Bu ifadeden anlaşılacağı üzere Kanun, mesleki eğitim öğrencilerini yaşlarına
bakılmaksızın çocuk işçi tanımlaması dışında tutmuş ve çalışma yaşı sınırını
mesleki eğitim öğrencileri için geçersiz hale getirmiştir. Yine 6331 sayılı
Kanunun 37. maddesinde getirilen hükümle 4857 sayılı İş Kanunu’nun 16 yaşından
küçüklerin ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılmasını cezalandıran 85.
maddesini yürürlükten kaldırmıştır. Böylece mesleki eğitim öğrencisi adı
altında 13 hatta 9 yaşındaki çocukların bile ağır ve tehlikeli işlerde
çalıştırılmasının yolu açılmıştır.
6287 sayılı yasayla çocukların çok küçük
yaştan itibaren eğitim sistemine dahil olmalarının yol açacağı pedagojik,
psikolojik ve fizyolojik olumsuzluklar üzerine eleştiriler getirilmektedir. Bu
haklı eleştirilerin yanında pek fazla gündeme gelmeyen ancak son derece önemli
olan bir konu da çok küçük bir yaşta çocuğun geleceğini belirleyecek olan
meslek tecihini yapmaya zorlanmasıdır. Yasada mesleki eğitime lisede yani 13
yaşında başlanacağı belirtilmişse de yukarıda da açıklanmaya çalışıldığı gibi
ortaokulda lise eğitimini destekleyecek seçmeli bir program izlenecektir. Dolayısıyla
genel, imam hatip ya da meslek liselerinden hangisine yöneleceklerine
öğrenciler ortaokula başlarken yani 9 yaşında karar verilmesi gerekecektir.
Henüz kişilik özelliklerinin, becerilerinin belirginleşmediği bir yaşta ne
çocuğun kendisi ne ailesi ne de eğitmenlerin böyle bir kararı verecek objektif
ölçütlere sahip olması beklenemez. Bu nedenle çocuğun bütün yaşamını
etkileyecek olan bu karar önemli ölçüde aile tarafından verilecektir. Eğitimin
her aşamasının paralı hale geldiği ve akademik eğitimin son derece uzun ve
maliyetli olduğu düşünüldüğünde ekonomik durumu iyi olmayan aileler çocuklarını
mesleki eğitime yönlendirmek zorunda kalacaklardır. Böylece insanların
geleceğini belirleme özgürlüğü ve eğitim hakkı tamamen ortadan kalkacak ve
eğitim, sınıflar arası eşitsizliklerin daha da derinleşmesine aracılık
edecektir.
Sonuç Yerine
Sınıfsal bir perspektifte bakıldığında,
Türkiye’de eğitim sistemini baştan aşağı değiştiren 4+4+4 eğitim sisteminin
küreselleşme süreciyle birlikte yeniden yapılanan üretim ilişkileri ve
toplumsal düzeni yeniden üretmeyi sağlayacak biçimde formüle edildiği
görülecektir. Zira kapitalizmin uluslararası kurumları ve ulusal sermayenin
küresel rekabet içinde tutunabilmek için ortaya koyduğu talepler doğrultusunda
AKP hükümetinin çeşitli alanlara ilişkin plan, rapor ve belgelerde ortaya
koyduğu eğitim sistemine ilişkin hedefler 4+4+4 düzenlemesi içinde yerini
bulmuştur.
Küresel rekabette tutunabilmek için
istenen; emek maliyetlerinin ucuz emek üzerinden rekabet eden Çin, Hindistan,
Mısır, Tunus gibi ülkelerin düzeyine indirmektir. 4+4+4 eğitim sistemi küresel
rekabete uyum sağlamak üzere oluşturulan istihdam politikalarında öne çıkan
hedeflerle tamamen uyumludur. Bu bağlamda mesleki eğitimin özel sektöre
bırakılması, meslek okullarının sanayi bölgelerinde açılabilmesi, yaygın eğitim
sayesinde mesleki eğitimin okuldan tamamen kopartılması, mesleki eğitimi
çıraklık eğitimine dönüştürmektedir. Eğitimin paralı hale gelmesi ve giderek
artan yoksulluk, Türkiye’de büyük bir kesim için mesleki eğitimi ya da başka
bir ifadeyle çıraklığı zorunlu hale getirmektedir.
Eğitim yaşının erkene çekilerek ve dört yıllık
ilkokulun hemen ardından meslek eğitimine yönlendirilerek çocukların üretim
sürecine katılmaları sağlanmaktadır. Böylece bir taraftan emek arzı artmakta
diğer taraftan da en ucuz işgücünü oluşturan çocukların çalıştırılması, mesleki
eğitim öğrencisi görüntüsü altında meşrulaştırılmaktadır.
Mesleki eğitimin tamamen özel sektöre bırakılmasıyla
birlikte mesleki eğitimin içeriği de tamamen piyasanın ihtiyaçlarına göre
belirlenecektir. 10-12 yaşlarından itibaren tamamen daha üretken hale
getirilmek üzere işverenlerinin denetimi altında eğitilen emekçilerin sınıfsal
benliklerini bulma ve emeğine sahip çıkmak için mücadele yürüte bilmeleri son
derece zordur. Bu da emekçilerin örgütlenme ve mücadele ederek değiştirme
koşullarını ortadan kaldıracak; üretim sürecinde sermayenin egemenliğini
güçlendirmesi sonucunu ortaya çıkartacaktır.
Eğitim sisteminin işleyişi,
kapitalizmin genel işleyiş ilkelerine ve mantığına uygun olarak kapitalizmin
toplumda yarattığı ve derinleştirdiği farklılaşmaların eğitim sistemi
aracılığıyla yeniden üretimini, sınıflar arası arasındaki eşitsizliklerin
sürdürülmesini sağlamaktadır. Kapitalizmde eğitim sistemini tarif eden bu
tanımlama 4+4+4 olarak bilinen ve eğitim sistemini baştan aşağı yeniden
yapılandıran yeni eğitim sistemi için de geçerlidir. Eğitim sistemi başta olmak
üzere kapitalist üretimi ve toplumsal düzeni yeniden üreten mekanizmalar aşılıp
sınıflar arasındaki güç dengesi emekçi sınıfın lehine değiştirilemediği sürece
kapitalizm tüm eşitsizlikleri daha da derinleşerek devam edecektir. Sınıflar arası güç dengelerini
değiştirebilmek ise kapitalizmin ideolojik hegemonyasını mutlaklaştırmadan,
toplumsal desteği sağlayacak alternatifler üretmekten ve sınıf bilinci
içerisinde örgütlenerek mücadeleden geçmektedir.
Kaynakça
Althusser,
L. (2006). “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” ile Birlikte-Yeniden
Üretim Üzerine, Çev: A. Işık Ergüden, Alp Tümertekin, İthaki Yayınları,
İstanbul
Apple W.
Michael (2006). Eğitim ve İktidar, Çev: Ergin Bulut, Kalkedon Yayınları, İstanbul
Dokuzuncu
Kalkınma Planı. RG. Sayı: 26215, 1 Temmuz 2006
Türkiye
Sanayi Stratejisi Belgesi (2011-2014) http://www.sanayi.gov.tr/Files/Documents/sanayi_stratejisi_belgesi_2011_2014.pdf
Ulusal
İstihdam Stratejisi Taslağı (2012-2023)
Ünal, I.
(2005). “”İktisat İdeolojisi”nin Yeniden Üretim Süreci Olarak Eğitim”, Ekonomik
Yaklaşım, cilt.16, sayı. 57, ss. 35-50
Üniversite’de Neden ve Nasıl Örgütlenmeli?
Neoliberal Dönüşümün Yarattığı Garabet:
Girişimci Üniversite
1970’li yıllarda
kapitalizmin girdiği krizle birlikte toplumsal altyapıyı oluşturan üretim
sistemindeki değişim tüm üstyapı kurumları gibi üniversitenin işlevlerinde de
köklü bir değişimine neden olmuştur. Krizden büyük ölçüde Fordist üretim
sistemi ve Keynesci düzenleme modeli sorumlu tutulmuştur. Fordist üretim
sistemi krizin ardından yerini esnek üretim modellerine bırakırken; Chicargo
okulundan Hayek ve M. Friedman’ın öncülüğünü yaptığı neoliberal akımın ekonomi
politikaları Keynesci düzenleme modelinin yerini almaya başlamıştır.
Neoliberalizm, Keynesyen politikalar nedeniyle kârların üzerinde baskı yapan
unsurların ortadan kaldırılmasını ve devletin her alanda sermayeyi desteklemesini
öngörmüştür. Böylece tüketimi yönlendirmeye ve talep oluşturmaya yönelik
politikaların yerine, üretimi ve arzı ön plana çıkartan politikalar öncelik
haline gelmiştir.
Neoliberal
politikalarla birlikte devletin temel işlevlerinde yaşanan değişim, kamusal bir
anlayışla faaliyet gösteren üniversiteleri de doğrudan etkilemiştir. Özellikle
1980’li yıllardan itibaren üniversitelerde yaşanan neoliberal dönüşüm sürecinde
bir taraftan devletin üniversiteye ayırdığı finansal kaynaklar
sınırlandırılırken, diğer taraftan üniversitenin araştırma ve eğitim
faaliyetlerinin piyasa ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi hedeflenmiştir.
Üniversitenin
tüm yönetsel yapısı ve işlevlerinin neoliberal politikalar doğrultusunda yeniden
yapılandırılması üç temel gerekçeye dayandırılmaktadır. Bunlar; küresel rekabet, devletin kaynakları
sınırlandırması nedeniyle ortaya çıkan finansal sıkıntılar ve sürekli değişen
piyasa ihtiyaçlarıdır.
Küreselleşme
süreciyle birlikte artan sermayeler arası rekabet, bilginin üretim ve yayım
süreçlerinin daha hızlı ve düşük maliyetle gerçekleştirilmesini gerektirmiş ve
işletmeler ARGE yatırımları yapmak yerine üniversitelerle işbirliği içerisine
girmeyi tercih etmişlerdir. Bu süreç, üniversiteler arasında ve üniversitelerle
diğer ARGE kurumları arasındaki rekabeti arttırmıştır (Kiper, 2010: 18).
Üniversiteler içerisine girdikleri rekabet ortamında girişimcilik anlayışının
öne çıktığı esnek bir yapılanmaya yönelmişlerdir.
Refah devletinde
bir kamu hizmeti olarak kabul gören ve finansmanı devlet tarafından karşılanan
yükseköğretim, neoliberal politikalarla birlikte diğer kamu hizmet alanlarında
olduğu gibi finansmanın hizmeti alan tarafından karşılandığı bir yapıya
dönüşmüştür. Devletin üniversitenin finansmanı için ayırdığı kaynakları
sınırlandırması üniversiteleri kendi finans kaynaklarını yaratmaya itmiştir
(Gumbort ve Sporn, 2001: 10). Böylece üniversitelerin araştırma ve eğitsel
faaliyetleri piyasa koşulları içerisinde fiyatlandırılmaya başlanmıştır. Bu
bağlamda araştırma faaliyetleri sermaye kuruluşları tarafından finanse
edilirken; öğretim faaliyetleri yüksek öğrenci harçlarıyla finanse edilir hale
gelmiştir. Üniversitenin akademik faaliyetlerini fiyatlandırarak piyasaya
sunması bir taraftan akademik bilginin metalaşmasına yol açarken diğer taraftan
da üniversitelerin kâr-maliyet hesabı yapan işletmeler biçiminde yönetilmesi
sonucunu ortaya çıkartmıştır.
Üretimin
esnekleşmesi, teknolojide yaşanan hızlı gelişme ve emek piyasasının
küreselleşmesi, bir taraftan emekçiler arası rekabeti arttırmakta diğer
taraftan da emeğin hızla değersizleşmesine neden olmaktadır. Emek piyasasında
rekabet üstünlüğü sağlamak ve hızla gelişen teknolojiler karşısında emek
değerini koruma gayreti yükseköğretime öğrenci talebinin hızla artmasına neden
olmuştur. Öte yandan hızla gelişen teknolojiler ve esnek üretim sistemleri
piyasanın talep ettiği emek gücünün niteliğinde de sürekli bir değişimi
beraberinde getirmektedir (Ercan, 2006:3). Bu bağlamda üniversiteler bir
taraftan yükseköğretime artan talebe karşılık vermek diğer taraftan da
piyasanın sürekli değişen nitelikteki emek gücü ihtiyacını karşılamak durumunda
kalmaktadır. Piyasanın sürekli değişen ihtiyaçlarını karşılama çabasına giren
üniversitenin araştırma gibi eğitsel faaliyetlerinde de esnek bir yapıya
bürünmesi gerekmiştir.
Neoliberal
yeniden yapılanma süreci sonrasındaki üniversiteler, genellikle “Girişimci
Üniversite” olarak tanımlanmaktadır. Genel tarife göre girişimci üniversite;
aktif, rekabetçi, kendi finansal kaynaklarını yaratabilen, yüksek kaliteye
sahip, yerel iş çevreleriyle ilişkilenmiş, işletmelerle ortaklık ilişkisinde
piyasa odaklı bir yaklaşım benimseyen, dünya ölçeğinde öğrenim talebini karşılayan,
uluslararası düzeyde tanınmış araştırmacı ve eğitim personeli olan, kendi
gelişimini etkileyecek sosyo-ekonomik gereksinimlerine cevap verebilen,
yetenekli öğrenci, araştırmacı ve öğretim üyeleri ile araştırma fonlarını
çekebilen üniversitelerdir (Çetin, 2007: 226).
Girişimci üniversite, öğretim ve araştırma gibi
geleneksel akademik işlevlerinin yanı sıra, teknoloji transferi, yenilik,
ekonomi ve topluma (piyasaya) katkıda bulunmayı da üniversitenin görevleri
arasında tanımlamaktadır. Girişimci üniversite piyasanın isteklerine uyum
sağlamak amacıyla öğretim, araştırma yapma ve topluma (piyasaya) hizmet sunma
işlevlerini yüklenen organizasyonlar topluluğu haline gelmiştir (Etzkowitz ve Webster vd, 2000: 315-317).
Bu üniversite modelinde bütçe, kamu kaynakları, kurumun piyasaya sunduğu
hizmetler karşılığında elde ettiği gelirler ve öğrencilerden alınan öğrenim
ücretlerinden oluşmaktadır. Kısacası girişimci üniversite modelinde öğrenci ve
işletmeler müşteri olarak görülürken; üniversitenin akademik birimleri
(fakülte, enstitü ve yüksek okullar) piyasa için değer yaratan birer üretim
aracı olarak değerlendirilmektedir.
Üniversitenin “girişimci” işlevine bürünmesiyle
birlikte bilimsel araştırma ve eğitim faaliyetlerinin ticari bir boyut
kazanması “akademik kapitalizm” olarak tanımlanmaktadır (Rhoades ve Slaughter, 2004:
37-39). Bilimsel çalışmaların piyasa tarafından yönlendirildiği “akademik
kapitalizm” anlayışında üniversitenin idari ve akademik özerkliği ortadan
kalkmakta ve akademik faaliyetler piyasa mantığı içerisinde metalaşmaktadır.
Artık üniversite tümüyle piyasanın ya da diğer bir ifadeyle sermayenin denetimi
altına girmiştir.
Üniversitede akademik faaliyetlerin metalaşması ve
üniversitenin sermayenin denetimi altına girmesi üniversitede üretim ilişkileri
ve emek süreçlerinde de köklü bir değişime yol açmaktadır. Değişimin en önemli
halkası kuşkusuz üniversitenin yönetsel yapısında gerçekleşmektedir. Bilimsel
özgürlüğün ve özerkliğin gereği olarak kabul edilen, üniversite bileşenlerinin
“seçim sistemiyle” belirleyici olduğu “meslektaşlar yönetim modeli” yerine
girişimci üniversitede sermayenin paydaş olarak kabul edildiği mütevelli
heyetlerinin egemen olduğu “atama sistemiyle” yönetim modeline geçilmektedir (Aktan,
2007:15). Böylece akademisyenler ve diğer üniversite emekçileri üniversitenin
karar alma mekanizmalarından uzaklaştırılmakta ve sermaye temsilcileri
tarafından atanacak kadrolar üniversitenin yönetsel mekanizmalarına hâkim
olmaktadır.
Girişimci üniversitede yönetsel yapının yanı sıra
çalışma ilişkileri de piyasa koşulları içerisinde şekillendirilmektedir.
Üniversitelerin diğer üniversite ve kurumlarla rekabeti, kaynak tasarrufu ve
maliyet azaltma stratejilerini de beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda
akademisyenler ve diğer üniversite emekçilerinden beklenen en düşük maliyetle
en yüksek getiriyi sağlamalarıdır. Bunun için akademisyenlerin işletmeler için
araştırma ve danışmanlık hizmeti vermesi; bilimsel projelerde yer alması;
üniversite dışı eğitim (sertifika) programlarına katılması; patent-lisans
sağlayacak çalışmalar yürütmesi; yaşam boyu eğitim programlarından yer alması
ve eğitim-öğretim müfredatını piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda düzenlemesi
gibi görevleri üstlenmesi gerekmektedir (Rhoades ve Slaughter, 2004: 50-53). Girişimci
üniversitenin akademisyenden beklentileri, akademik özgürlüğü tamamen ortadan
kaldırdığı gibi akademisyenin ve tüm bu süreçlerde yer alan diğer emekçilerin
de iş yüklerini arttırmaktadır.
Girişimci üniversite modelinde iş yükü olağanüstü
artan ve akademik özgürlüğünü önemli ölçüde yitiren akademisyenler ve diğer
üniversite emekçileri, emek maliyetini en düşük düzeye indirme hedefi
doğrultusunda emek piyasalarında esneklik uygulamalarıyla karşı karşıya
bırakılmaktadır (Gordon ve Whitchurch, 2007: 136-137; Davies, 2001: 33). Emek piyasasında
esneklik uygulamalarının emekçiler bakımından sonuçlarını; iş güvencesinin
kaybedilmesi, düşük ücret, çalışma sürelerinin uzaması, iş yoğunluğunun artması,
sosyal güvencenin zayıflaması, örgütsüzleşme, iş kazası ve meslek
hastalıklarının artması biçiminde özetlemek mümkündür. Esneklik uygulamalarının
üniversitelerde de geçerli olmasıyla birlikte tüm bunlar üniversite emekçilerinin
de karşı karşıya kalacağı sorunlar haline gelmektedir.
Üniversitenin, yönetsel ve akademik özerkliğini
kaybederek bütünüyle piyasanın denetimi altına girmesi, üniversitede emek
süreçlerinin de piyasanın denetimi altına girmesine yol açmıştır. Böylece
akademisyenlerin toplum içindeki elit konumu ortadan kalkmış ve üniversitedeki
diğer emekçiler gibi akademisyenler de “işçileşmiştir[1]”.
Türkiye’de
Girişimci Üniversite
ABD’de başta olmak üzere, Avrupa ülkelerindeki
üniversiteler örnek alınarak yaygınlaştırılmaya çalışılan girişimci üniversite
modeli neoliberal politikaların uygulamaya konulduğu 1980’li yıllarla birlikte Türkiye’de
de gündeme gelmiştir. 1981 yılında kurulan Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ile
birlikte üniversiteler tek merkezden yönetilir hale gelmiş ve bu merkezi yapı
içerisinde baskı altına alınan üniversitelerde neoliberal dönüşüm süreci hızla
yaşama geçirilmeye başlamıştır. 12 Eylül darbesinden aldığı güçle YÖK,
üniversitelerde idari ve akademik özerkliği ortadan kaldırmış, genel bütçeden
yüksek öğretime ayrılan payın azalmasını gerekçe göstererek getirdiği öğrenim
harçları ile üniversitenin paralı hale gelmesinin yolunu açmıştır. Öte yandan
araştırma faaliyetlerinin finansmanını karşılamak gerekçesiyle
üniversite-sanayi işbirliği adı altında teknoparklar oluşturulmuş, piyasanın
talepleri doğrultusunda projeler ve sertifika programları geliştirilmeye
başlanmış; bununla beraber vakıf görüntüsü altında kâr amacı güden özel
üniversiteler açılmasına olanak sağlanmıştır. Türkiye’nin 2001 yılında Avrupa
Yüksek Öğrenim Alanı oluşturmayı amaçlayan Bologna sürecine dahil olmasıyla
birlikte girişimci üniversite modeli daha hızlı ve daha sistematik bir biçimde
uygulamaya konulmuştur (Özgün, 2009: 69).
Diğer ülkelerde olduğu gibi üniversitenin piyasalaşma
süreci Türkiye’de de üniversitedeki üretim ilişkileri ve emek süreçlerinde köklü
bir değişimi beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda bir taraftan akademisyenler
temel ücretlerdeki reel kayıplarını gidermek için tezsiz yüksek lisans, ikinci
öğretim, yaz okulları, sertifika programları gibi ek ders yükleri altına
girerken; öğrenci sayısındaki olağanüstü artış da öğretim faaliyetlerinde iş
yüklerini daha da arttıran bir başka etken olmuştur. Aşağıdaki grafikte de
görüldüğü gibi üniversitede neoliberal dönüşüm sürecinin başladığı 1981 yılı
ile 2010 yılı arasında yükseköğretimde öğrenci sayısı 14 kat artarken, öğretim
elemanı sayısı 5.2 kat artmıştır. Böylece 1981 yılında 11.7 olan öğretim
elemanı başına düşen öğrenci sayısı, 2010 yılında yaklaşık 3 kat artarak 31.5’e
yükselmiştir.
Kaynak: YÖK ve MEB istatistiklerinden derlenmiştir.
Akademisyenlerin öğretim faaliyetlerinde artan iş
yükünün yanı sıra araştırma faaliyetleri de büyük ölçüde üniversite-sanayi
işbirliği kapsamında finansmanı işletmelerce karşılanan projeler biçiminde
gerçekleştirilmeye başlamıştır. Akademik özgürlüğü bütünüyle ortadan kaldıran
bu uygulamalar aynı zamanda akademisyenin iş güvencesi ve ücreti üzerinde de
belirleyici bir etkiye sahip olmaktadır. Akademik özgürlük adına
üniversite-sanayi işbirliği içerisinde yer almayan bir akademisyenin “performansı
düşük” olarak kabul edilmektedir. Bu durumdaki bir akademisyen ya daha düşük
ücrete razı olmak zorunda bırakılmakta ya da akademik yaşamdan dışlanmakta yani
işten atılmaktadır.
Üniversitelerde YÖK düzeniyle birlikte akademik
hiyerarşi, iş güvencesi, daha yüksek ücret ve sınırlı ölçüde de olsa üniversite
içi karar alma mekanizmalarında yer almanın koşulu haline getirilmiştir.
Akademik hiyerarşi içinde yükselebilmenin ya da daha güncel tabirle akademik
kariyer basamaklarını çıkabilmenin koşulu olan atama ve yükselmelerde, büyük
ölçüde, girişimci üniversite modeline uygun kriterler üzerinden
değerlendirmeler yapılmaktadır. Dolayısıyla akademisyenler, araştırma
faaliyetlerinde doğrudan piyasayla işbirliği içerisinde bulunmasalar da atama
ve yükselme kriterlerine uygun “puan” toplama gayreti içerisinde en azından
girişimci üniversite kriterlerine uygun görülmeyen çalışmalardan kaçınmaktadır.
Öte yandan yine akademik kariyer hedefiyle hareket eden akademisyenlerin
üniversite içinde ya da toplumda yaşanan sorunlara karşı bilim insanından
beklenen duyarlılığı sergilemesini beklemek de olanaksız hale gelmektedir.
Üniversitede gerçekleşen neoliberal dönüşüm diğer
ülkeler gibi Türkiye’de de üniversiteyi toplumdan uzaklaştırıp piyasanın
yörüngesine sokmuş, üniversitedeki üretim ilişkileri ve emek süreçleri de bu
çerçevede yeniden şekillenmiştir. Dolayısıyla diğer ülkelerdeki gibi Türkiye’de
de akademisyenler akademik özgürlükleriyle birlikte bilgi üretim sürecindeki
özgürlüklerini de kaybetmişler, vasıfsızlaşmaya başlamışlar ve emeklerine
yabancılaşarak piyasanın (sermayenin) denetimi altına girmiş yani tam anlamıyla
işçileşmişlerdir.
Neden Örgütlenme..?
Üniversitelerde yaşanan neoliberal dönüşümle birlikte
finansmanın
devlet tarafından karşılandığı ancak devlete, dine ve sermayeye karşı akademik
ve idari özerkliğini koruyan, toplumsal sorumluluğu ön planda tutan modern üniversite modeli[2]
(Humbold Üniversitesi) ortadan
kalkmış; akademik ve idari özerkliğini kaybetmiş, sermayeye bağımlı hale gelmiş
ve toplumsal sorumluluğunu göz ardı eden girişimci üniversite modeli geçerli
hale gelmiştir.
Girişimci üniversite modelinde akademisyenler modern
üniversitenin geçerli olduğu dönemde edindikleri ayrıcalıkları kaybetmiş ve
işçileşmişlerdir. Sermayenin güdümünde piyasaya hizmet eden üniversitelerde
akademik özgürlüğü korumak ve kendi emeğine sahip çıkmak için “girişimci
üniversitenin dayatmalarına boyun eğmeden” bireysel çabalarla çıkış yolu
bulabilmek diğer üniversite emekçileri gibi işçileşen akademisyenler için de artık
olanaksız hale gelmiştir. Zaten kapitalist üretimin emeği sürekli olarak
değersizleştirdiği ve emekçiyi emeğine yabancılaştırdığı koşullar içerisinde
bireysel çıkış yolları hiçbir zaman kalıcı çözüm olmamıştır. Sınıf mücadeleleri
tarihi sermaye sınıfının çıkarlarını temsil eden kapitalist sistemle
mücadelenin ancak örgütlenerek başarıya ulaşabileceğini göstermiştir. Halen
kaybetmemek ya da yeniden kazanmak için çabaladığımız özgürlükçü demokrasi ve
onunla birlikte evrenselleşmiş olan haklar, sınıfsal perspektif içerisinde
yürütülen örgütlü mücadeleler sayesinde kazanılmıştır.
Üniversitede emek süreçlerinin piyasa düzeni
içerisinde işlemesi ve akademisyenlerin de işçileşmesinin üniversitede
örgütlenme konusunda önemli bir olanak yarattığını söyleyebiliriz. Ancak
akademisyenlerde artan örgütlenme eğilimini tüm akademisyenler için genellemek
elbette mümkün değildir. Zira akademisyenlerin çok önemli bir kısmı girişimci
üniversite modelini benimsemiştir. Bunun dışında azımsanamayacak oranda
akademisyenin ise girişimci üniversite modeline uyum sağlayamamış olmakla
birlikte “akademik kariyer” kaygısıyla örgütlenme düşüncesinden uzak durduğu
görülmektedir. Akademisyenlerin örgütlenmesindeki bu kısıtların daha düşük
düzeyde de olsa diğer üniversite emekçileri için de geçerli olduğunu söylemek
yanlış olmayacaktır.
Nasıl
Örgütlenme..?
Üniversitede nasıl bir örgütlenme olması gerektiği
konusunda; öncelikle artık bütünüyle işçileşmiş olan akademisyenlerin daha önce
pek çok kez denendiği üzere üniversitedeki diğer emekçilerden ayrı bir
örgütlenme düşüncesini gündemlerinden çıkartmaları gerekmektedir.
Üniversitelerde üretilen bilgi ve sunulan hizmet süreçlerinde akademisyenlerin
yanı sıra idari ve teknik personelle birlikte son dönemde giderek yaygınlaşan
taşeron ve öğrenci işçilerin de katkıları bulunmaktadır. Üniversitede sorunları
çözebilecek bir mücadele için üretim sürecine katılan tüm emekçilerin birlikte
örgütlenmesi gerekir. Zira üniversitede emek süreçlerini belirleyen sermaye,
akademisyen olan-akademisyen olmayan ayrımı yapmadan piyasanın gereği olarak
gördüğü esneklik uygulamalarını tüm emekçiler için uygulamaktadır.
Üniversitede örgütlenmenin önceliği elbette emeği
sermeyenin denetiminden kurtarmak ve böylece emekçilerin çalışma standartları
ve sosyal haklarında yaşanan aşınmaya son vermek olacaktır. Üniversitede emeği
denetimi altına alan sermaye, aynı zamanda akademik özgürlüğü de ortadan
kaldırmakta ve üniversiteyi toplumdan uzaklaştırıp piyasaya hizmet eder hale
getirmektedir. O halde üniversitede emekçilerin kendi emeğine sahip çıkarken
aynı zamanda akademik özgürlüklere ve “toplum için üniversite” anlayışına da
sahip çıkması gerekmektedir.
Girişimci üniversite modeli içerisinde üniversitede;
emeği denetimi altına alan, çalışma standartları ve sosyal hakları aşındıran,
akademik özgürlüklere son verip, üniversiteyi kendine hizmet eder bir kurum
haline dönüştüren esas güç sermaye sınıfı olduğuna göre, tüm bunlara karşı
çıkmayı hedefleyen bir örgütlenmenin de sınıfsal temelde olması gerekir.
Akademisyeninden öğrencisine kadar işçileşmiş olan üniversitede sınıf temelli
örgütlenme sendikalaşma biçiminde olmalıdır. Zira bir sınıfa karşı yürütülecek
bir mücadelenin sadece sınıf örgütlenmesiyle gerçekleşebileceği tarihsel
süreçte de pek çok kez kanıtlanmıştır.
Sendikalar işçi sınıfının üretim sürecindeki en
önemli mücadele aracı olmakla birlikte içinde bulunduğumuz süreçte birçok
sorunu da içinde barındırmaktadır. Sendikaların içinde bulunduğu sorunların
temelinde sınıfsal perspektiflerini kaybetmiş olmaları ve üretim süreçlerinde
yaşanan değişime uygun bir örgütlenme yapısı geliştirememeleri yatmaktadır.
Sendikaların içinde bulunduğu sorunlar halihazırda üniversitelerde örgütlü
bulunan sendikalar için de geçerlidir.
Türkiye’de bugün üniversitelerde örgütlü olup sınıfsal
yaklaşıma sahip olan ve üniversitede neoliberal dönüşüme açık biçimde karşı
çıkan sendikalar KESK’e bağlı Eğitim Sen ve SES’tir. Ancak bu sendikalar da
diğer sendikalarda var olan yapısal sorunları önemli ölçüde barındırmaktadır.
Ayrıca tüm kamu eğitim ve sağlık alanında örgütlü olan bu sendikaların
üniversiteye yönelik çalışmalarında yeterli olduklarını söylemek mümkün
değildir. Bu nedenle her iki sendikanın da üniversitedeki örgütlenmesi ve
temsil gücü son derce zayıftır. Ancak bu örgütlerin üniversitedeki
yetersizliklerinde sendikaların yönetimleri kadar, üniversite emekçilerinin
ilgisizliklerinin de önemli payı vardır.
Sonuç
Olarak…
Üniversitelerde yaşanan neoliberal yeniden yapılanma
süreci sonucunda hakim olan girişimci üniversite modeliyle birlikte üniversite
kapitalist bir işletmeye dönüşmüş ve kapitalist üretim sisteminin doğal sonucu
olan emek-sermaye çelişkileri üniversitelerde de geçerli hale gelmiştir. Bu
süreçte üniversite emekçileri akademik özgürlüklerini, çalışma standartları ve
sosyal haklarını ortadan kaldıran düzenlemelerle karşı karşıya kalmıştır.
Üniversitenin ve üniversite emekçilerinin karşı karşıya kaldığı bu sorunların
kaynağı sermayenin örgütlü gücünü temsil eden kapitalizmdir. Bu örgütlü güç
karşısında bireysel niteliği ne kadar yüksek olursa olsun –ya da akademik
kariyeri ne kadar parlak olursa olsun- bir emekçinin bireyci bir anlayışla
çözüm üretebilmesi mümkün değildir. İşte bu nedenle üniversitenin yeniden
toplum için bilimsel üretim gerçekleştiren bir yapıya dönüşmesi; akademik
özgürlüğün yeniden kazanılması; üniversite emekçisinin insanca çalışma ve
yaşama koşullarına sahip olmasının tek yolu örgütlenmedir(!)
Girişimci üniversite modelinde mademki üniversite sermaye
sınıfının çıkarları doğrultusunda kapitalist bir işletmeye dönüşmüştür ve mademki
üniversite emekçisi doğrudan kapitalist sömürünün hedefine oturtulmuştur o
halde üniversite emekçisi sınıfsal bir saldırı karşısında olduğunun bilincine
varmalı ve sınıfsal bir temelde örgütlenerek mücadele yürütmelidir. Tarihsel
süreçte kanıtlandığı gibi üretim sürecinde sınıf mücadelesinin en etkin aracı
sendikalardır; üniversitedeki örgütlenme biçimi de sendikalaşma olmalıdır(!)
Üniversitenin gerçekleştirdiği bilim üretimi ve
yayımı üniversitedeki tüm emekçilerin ortak çabasının sonucunda
gerçekleştirilmektedir. Bu nedenle üniversitede örgütlenmenin de tüm emekçileri
(taşeron ve öğrenci işçiler dahil olmak üzere) kapsayan ortak bir örgütlenme
olması gerekir. Üniversitede ortak örgütlenmenin önünde yasal mevzuattan
kaynaklanan engellemeler mevcuttur. Ancak bu engellemeleri ortadan kaldırarak
özellikle üniversitede en kötü koşullarda çalıştırılan ve örgütlenmesi
engellenen taşeron işçileri ve öğrenci işçileri de fiilen örgütlenme içerisine
katmak üniversitede örgütlü sendikaların görevi olmalıdır(!)
Üniversitede özellikle akademisyenler kimi
dönemlerde diğer üniversite bileşenlerinden ayrı, meslek sendikacılığı benzer
bir örgütlenmeyi benimsemişlerdir. Türkiye’de bu örgütlenme modelinin en tipik örneği
1994-2001 yılları arasında faaliyet gösteren Öğretim Elemanları Sendikası
(ÖES)’tir. Türkiye’de kamu emekçilerinin örgütlenme mücadelesinin ilk
dönemlerinde yasal mevzuatta örgütlenme hakkı olmamasına rağmen ÖES,
üniversitede neoliberal dönüşüm sürecine karşı çıkan akademisyenler tarafından
fiilen kurulmuş ve bu yönde mücadele yürütmüştür. ÖES, 2001 yılında çıkartılan
4688 sayılı Kamu Çalışan Sendikaları Kanunu ile getirilen hizmet kolunda toplu
görüşme yetkisinin üye sayısına bağlanması nedeniyle kendisini feshetmiş ve
Eğitim Sen’le birleşmiştir. Bu süreçte sağlık bilimleri alanındaki ÖES üyeleri
de SES’te örgütlenmişlerdir. Eğitim Sen ve SES’in üniversitenin ve üniversite
emekçilerinin sorunlarını yeterince sahiplenemediği yönündeki yargılar ÖES türü
bir örgütlenme isteğini yeniden açığa çıkartmıştır. ÖES bir sendikadan çok
meslek birliği biçiminde faaliyet göstermişse de içinde bulunduğu koşullar
içerisinde bir taraftan üniversitedeki neoliberal dönüşüme karşı çaba harcamış
diğer taraftan da akademisyenlerin Türkiye’de demokrasi mücadelesine örgütlü
bir biçimde müdahil olmasına aracılık etmiştir. Ancak ÖES gibi sadece
akademisyenleri kapsayan bir meslek örgütlenmesinin üniversitelerdeki sorunlara
çözüm üretebilmesi mümkün değildir. Bu nedenle yukarıda da belirtildiği gibi
tüm üniversite emekçilerini kapsayan bir örgütlenme gerekir.
Eğitim ve sağlık alanında örgütlenmiş olan
sendikaların üniversitenin ve üniversite emekçilerinin sorunlarını yeterince
sahiplenemediği yönündeki yargılar, sadece üniversitede örgütlenecek ve tüm üniversite
emekçilerini kapsayacak bir sendika modelini de bir seçenek olarak akıllara
getirmektedir. Mevcut yasal mevzuat içerisinde sadece üniversitede örgütlenmiş
bir sendikayı engelleyen herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Bununla birlikte üniversite
emekçilerinin dahil edildikleri eğitim ve sağlık hizmet kollarındaki emekçilerin
toplamı içerisinde oranı oldukça düşüktür ve söz konusu yasada üye sayısı düşük
sendikaların toplu görüşme/toplu sözleşme gibi üst düzeydeki karar
mekanizmalarında temsili engellenmektedir. Mevzuattan kaynaklanan
kısıtlılıklardan daha önemli olmak üzere yükseköğretim, eğitim sisteminin; tıp,
diş hekimliği fakülteleri ile hemşirelik yüksekokulu gibi sağlık alanlarındaki
üniversite birimleri de sağlık sisteminin ayrılmaz bir parçasıdır. Üniversite
emekçilerinin parçası oldukları sistemin diğer bileşenleriyle de birlikte
örgütlenmeleri mücadelenin etkisi bakımından son derece önemlidir. Bu nedenle mevcut
sorunları aşmanın yolları aranmalı ve üniversite emekçilerinin eğitim ve sağlık
emekçileriyle birlikte örgütlenmeleri tercih edilmelidir. Ancak üniversitenin
ve üniversite emekçilerinin örgütlenme ve temsil sorunlarının aşılamaması
durumunda sağlık bilimleri alanındaki üniversite emekçileri de dahil olmak
üzere tüm emekçileri -taşeron ve öğrenci işçileri de- kapsayan “üniversite
emekçileri sendikası“ seçeneğini tartışmak yararlı olacaktır(!)
Neoliberal dönüşüm süreciyle birlikte önü açılan vakıf
üniversitesi statüsündeki özel üniversitelerin sayısı 7’si Meslek Yüksekokulu
olmak üzere 68’e çıkmıştır. Bu üniversitelerde çok sayıda emekçi iş güvencesi
olmadan ve ağır iş yükü altında düşük ücretlerle çalıştırılmaktadır. Özel
üniversitelerde emekçilerin sendikalaşma konusunda en kapsamlı girişimi Bilgi
Üniversitesi’nde yaşanmıştır. DİSK’e bağlı Sosyal İş Sendikası’nda örgütlenen
Bilgi Üniversitesi emekçilerinden aralarında akademisyenlerin de bulunduğu çok
sayıda emekçi anayasal bir hak olan sendikalaşma hakkını kullandıkları için
işten çıkartılmıştır[3].
Üniversitede yürütülecek bir mücadelede kamu üniversitesi – özel üniversite
ayrımı yapmak mümkün değildir. Yasalara göre kamu çalışanı statüsündeki
üniversite emekçileriyle özel üniversite emekçilerinin ortak örgütlenmesi
olanağı yoktur. Ancak kamuda örgütlü sendikaların özel üniversite emekçilerinin
sorunlarını da sahiplenmesi ve özel üniversitelerde örgütlenen sendikalarla
mücadeleyi ortaklaştırmaları gerekir(!)
Unutulmamalıdır ki sendikalar emekçilerin örgütlü
mücadelesinin aracıdır ve gücünü emekçilerin katılımından alır. Kağıt üzerinde
sendikalı olup, sendikadan ve sendikal faaliyetlerden uzak duranlar,
sendikaların içinde bulunduğu yapısal sorunların önemli bir parçası haline
dönüşürler. Sendikal mücadeleden uzak durarak sendikaları eleştirmek yerine sendikalar
sahiplenilmeli; sendikaların yapısal sorunlarının çözümlenebilmesi ve daha
etkili bir mücadele yürütülebilmesi için de sendikalar içerisinde ayrıca bir
mücadeleden de kaçınılmamalıdır.
Üniversite ve bilimsel üretimi gerçekleştiren
emekçiler bugün bir yol ayrımına gelmişlerdir; ya girişimci üniversite modeli
içinde sahip oldukları bilgi ve birikimi sermayenin hizmetine sunarak kapitalizmin
doğa, toplum ve emek üzerinde yarattığı tahribata katkıda bulunacak ya da girişimci
üniversiteye karşı çıkarak, doğayı, toplumu ve emeği kapitalizmin vahşetinden
kurtarmak için çabalayacaktır. Eğer kabul edilen ikinci seçenek olacaksa yani
üniversite emekçileri “girişimci üniversite” adı altında kapitalizmin vahşetine
ortak olmayı reddedecek ve emeklerine sahip çıkacaklarsa bu ancak sınıf temelinde
örgütlenmiş, yapısal sorunlarını aşmış bir sendikal mücadeleyle mümkün
olacaktır(!)
Kaynakça
Aktan, C.C (2007) “Yüksek Öğretimde Değişim: Global Trendler ve Yeni
Paradigmalar”, Yaşar Üniversitesi Yayını, İzmir
Arap, Sultan Kavili (2010) “Türkiye Yeni
Üniversitelerine Kavuşurken: Türkiye'de Yeni Üniversiteler ve Kuruluş
Gerekçeleri” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi Cilt: 65 Sayı: 1 (1-29)
Çetin, M (2007) “Bölgesel
Kalkınma ve Girişimci Üniversiteler”
Ege Akademik Bakış, 7(1) 2007. (217–238)
Davies, John L. (2001) “The Emergence of
Entrepreneurial Cultures in European Universities” Education and Skills Journal
of the Programme on Institutional Management in Higher Education, OECD, vol.13
no.2 (25-44)
Ercan,
F (2006), “İnsan Mühendis mi, Yoksa Mühendis İnsan mı?”, BİA, (22.12.2006). http://fuatercan.wordpress.com/2006/12/28/ynsan-muhendis-mi-yoksa-muhendis-ynsan-my/
Etzkowitz, H ve Webster, A
vd.(2000) “The future of the university and the
university of the future:evolution of ivory tower to entrepreneurial paradigm”
Research Policy 29 _2000. (313–330)
Gordon, G. ve Whitchurch,
C. (2007). “Managing Human Resources in Hhigher Education: The Implications of
a Diversifying Workforce”. Higher Education Management and Policy: 19(2):
(135-155)
Kiper, M (2010) “Dünyada
ve Türkiye’de Üniversite-Sanayi İşbirliği ve Bu Kapsamda Üniversite-Sanayi Ortak
Araştırma Merkezleri Programı (ÜSAMP)” TTGV yayını, Ankara
Özgün, Y (2009) “Bologna Sürecinin Etkileri
Üzerine bir Analiz” İstanbul Üniversitesi İktisat Dergisi, sayı: 506-507
Ağustos-Eylül 2009 (66-74)
Rhoades, G and Slaughter, S (2004) “Academic Capitalism in the New Economy: Challenges and Choices”
American Academic, 1,1 (2004): 37-60).
TÜSİAD (2008) "Türkiye'de Yükseköğretim: Eğilimler, Sorunlar ve Fırsatlar”, Yayın No.
TÜSİAD-T/2008-10/473
YÖK (2006) Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi (Taslak
Rapor), Ankara
[1] Burada “işçileşme” kavramı; ücretli emek gücü olmasına rağmen akademik
özgürlük çerçevesinde emeğini işçi sınıfının diğer katmanlarına görece kendi
denetimi altında tutan bir kesimi oluşturan akademisyenlerin bu özelliğini
kaybedip, sınıfın geneliyle benzer koşullara sahip olması anlamında
kullanılmıştır.
[2] Modern üniversite modeli olarak da tanımlanan Humbold üniversite
sisteminde temel ilkeler şöyledir (Arap, 2010:5): 1. Üniversite, tüm bilim
alanlarındaki eğitim-öğretimin, araştırma faaliyetleri ile birlikte ve bir
bütünlük içinde yürütüldüğü bir kurumdur. 2. Üniversitenin mesleki ve teknik
yüksekokuldan farklı olarak temel işlevi, herhangi bir mesleğe yönelik
olmaksızın eğitim-öğretim ve araştırma yapmaktır. 3. Üniversitenin sahibi
devlet değil millettir; devletin görevi öğretim üyelerini atamak, maaşlarını
ödemek ve çalışmaları için gerekli özgürlük ortamını oluşturmaktır. Öğretim
üyeleri ve öğrenciler dini veya siyasi hiçbir etki altında kalmadan özgürce
araştırma ve eğitim yapabilmelidirler.
[3] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: http://bilgicalisanlari.com/, http://www.sosyal-is.org.tr/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Popüler Yayınlar
- Üniversite’de Neden ve Nasıl Örgütlenmeli?
- Patron, devlet, ‘sendika’ ve Özak direnişi…
- ÖMK sadece öğretmenlerin meselesi mi?
- Sefalet ücretinin sorumlusu kim?
- Emeklilik sisteminin yeniden yapılanması ve ‘aktüeryal denge’ masalı!
- KAPİTALİST ÜRETİM SİSTEMİNDE EMEĞİN VAROLMA MÜCADELESİNİN VAZGEÇİLEMEZ ARACI: GREV
- Algı operasyonunun yeni hedefi: Emeklilik sistemi
- TARİHSEL SÜREÇTE BİR PARANTEZ: “SOSYAL GÜVENLİK HAKKI”
- Kürt’e halay yasağının hedefi sadece Kürtler mi?
- ‘Aktüeryal denge’ masalı -2