Özgürce
10/07/2009
Kamu toplu iş sözleşmelerinde anlaşma sağlandıktan sonra Türk İş Başkanı “bu oranlar kayıplarımızı karşılamıyor ama sonuçta pazarlık yapıyoruz ve bir noktada anlaşmamız gerekiyordu” demiş. Evet, adı üzerinde toplu pazarlıkta “pazarlık” yapılacaktır. Peki, yapılan neyin pazarlığı olacaktır? Yapılan, emekçinin alın terinin pazarlığıdır elbette… O halde toplu pazarlık, emekçinin yaratmış olduğu değer üzerinden alın terinin hakkını örgütlü bir mücadeleyle alması anlamına gelir.
Emek, üretim sürecinde değer yaratan yegane unsurdur. Emek gücü üretim sürecine -ya da hizmet sunum sürecine- katılmadan bir değer üretilemez. Dolayısıyla emek gücü olmadan üretim –ya da hizmet- olmaz. Emek gücü, üretimin yegane unsuru ise o olmadan üretimin gerçekleşmesi mümkün olamaz ise emek gücünün değerinin belirlenmesi için yürütülecek bir pazarlık sürecinde güç ve söz üstünlüğünün emekçilerin elinde olması gerekmez mi? Bir adım daha ötesi “üretimin ve üretim sürecinde yaratılan değerin gerçek sahibi olan emekçilerin tüm sisteme egemen olması gerekmez mi?” Her iki sorunun da cevabı kuşkusuz “evet”tir.
Ancak emekçilerden daha önce sınıfsal bir bilinçle hareket eden sermaye sınıfı, işçi sınıfı üzerinde ekonomik ve siyasi egemenliği elde etmiş, üretim süreci ve devlet aygıtını da bu egemenliği sürekli kılacak biçimde düzenlemiştir. Dolayısıyla sermaye sınıfından daha sonra sınıfsal bilince kavuşan ve bu bilinçle hareket eden emekçi kesimlerin mücadelesi; -Marksizmin etkisinde olduğu kısa bir dönem dışında- ekonomik ve siyasal sistem üzerinde -hakkı olan- egemenliği ele geçirmek değil, karşı karşıya kaldığı sömürü ve sefaletin düzeyini azaltmak olmuştur. İşte bu anlayış üretim üzerinden yaratılan değerin gerçek sahibi olan emekçinin alın terini “pazarlık” konusu haline getirmiştir.
Emeğin hakkını bir pazarlık süreci içinde elde etmeye çalışan sistem özü itibariyle “uzlaşmacı” olmak durumundadır. Ancak emekçilerin haklarının “pazarlık” konusu haline getirildiği koşullarda dahi “uzlaşmanın” mantıksal koşulları olması gerekir. Emeğin alın teri için yapılan pazarlıkta “uzlaşma” koşulları, kurbanlık pazarında ya da otomobil pazarında yapılan pazarlık gibi görülemez. Zira alın terinin pazarlığı, otomobil ya da kurbanlık pazarlığı gibi metanın el değiştirdiği “ekonomik” bir eylem değildir. Emeğin hakkının, alın terinin pazarlığı siyasal bir eylemdir. Yani alın terinin pazarlığını yaparken işletme düzeyinde ve “ücret”e dayanan bir pazarlık sonuç vermez. Toplu pazarlıkta “uzlaşmanın” mantıksal koşullarının oluşabilmesi için işyerini ve ücreti amaç edinen bir sendikacılık yerine tüm emekçi kesimleri temsil eden sınıfsal perspektife sahip bir sendikal anlayış gerekir. Ancak bu anlayış içerisinde “ekonomik” mücadele “siyasal” bir mücadele haline dönüştürülebilir ve emekçinin alın terinin karşılığı elde edilebilir.
Kamuda sonuçlanan toplu pazarlığa geri dönersek, görünen Türkiye’de sendikaların toplu pazarlık sürecini “kurbanlık pazarlığı” gibi algıladığıdır. Her şeyden önce toplu pazarlık masasına oturan sendikalar, bu süreci –toplam ücretliler içerisinde son derece az sayıda olan- üyelerinin “ücret” pazarlığı olarak algılamaktadır.
Oysa daha geçen üç-beş yılda –sendika üyelerini de kapsayan- emekçi kesimler sağlık, sosyal güvenlik haklarını kaybettiler, esneklik uygulamaları ile emekçiler daha fazla sömürülmeye, güvencesizleşmeye başladı. Özelleştirmeler başta kamu işçileri olmak üzere pek çok emekçiyi işsiz bıraktı. Bugün toplam işgücünün yarısı kayıt dışında ve hiçbir güvencesi olmadan aylık 250-300 TL’ye iş bulursa seviniyor. Sendikalı olmak için binlerce işçi işinden oluyor. İşçinin alın terinden ayırdığı İşsizlik Sigortası Fonu sermaye tarafından talan ediliyor. Özel istihdam büroları ile emekçiler alınır-satılır-kiralanır meta haline dönüşüyor.
Ve tüm bunlara karşı sendikalar “mücadele” yerine “uzlaşıyor” ve tüm bu uygulamaları örtük de olsa destekliyor. Sonra da Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonunun başkanı yüzde 3-5’lik ücret artışı sonrasında “…sonuçta pazarlık yapıyoruz ve bir noktada anlaşmamız gerekiyordu” sözleriyle kendini ve başındaki sendikal yapıları temize çıkartmaya çalışıyor.
Emeğin alın terini “pazarlık” konusu haline getiren ve bu pazarlığı da “kurbanlık pazarlığına” dönüştüren sendikal yapılarla emekçilerin haklarını elde edebilmeleri mümkün değildir. Bir saatlik iş bırakma, diğer sendikalarla dayanışma mesajları gibi yasak savmacı göstermelik eylemler ile de bu gerçek değiştirilemez. Sendikaların ihtiyacı olan, emeğin üretim sürecindeki gerçek gücünün bilinciyle ve bu gücü ortaya çıkartacak bir anlayışla yeniden yapılanmasıdır. Mevcut sendikal yapılarla bunu gerçekleştirmek mümkün değildir. Bu yapıların değişebilmesi için ise her şeyden önce emekçilerin kendi alın terine, ekmeğine ve örgütüne sahip çıkması gerekir.
Kamu toplu iş sözleşmelerinde anlaşma sağlandıktan sonra Türk İş Başkanı “bu oranlar kayıplarımızı karşılamıyor ama sonuçta pazarlık yapıyoruz ve bir noktada anlaşmamız gerekiyordu” demiş. Evet, adı üzerinde toplu pazarlıkta “pazarlık” yapılacaktır. Peki, yapılan neyin pazarlığı olacaktır? Yapılan, emekçinin alın terinin pazarlığıdır elbette… O halde toplu pazarlık, emekçinin yaratmış olduğu değer üzerinden alın terinin hakkını örgütlü bir mücadeleyle alması anlamına gelir.
Emek, üretim sürecinde değer yaratan yegane unsurdur. Emek gücü üretim sürecine -ya da hizmet sunum sürecine- katılmadan bir değer üretilemez. Dolayısıyla emek gücü olmadan üretim –ya da hizmet- olmaz. Emek gücü, üretimin yegane unsuru ise o olmadan üretimin gerçekleşmesi mümkün olamaz ise emek gücünün değerinin belirlenmesi için yürütülecek bir pazarlık sürecinde güç ve söz üstünlüğünün emekçilerin elinde olması gerekmez mi? Bir adım daha ötesi “üretimin ve üretim sürecinde yaratılan değerin gerçek sahibi olan emekçilerin tüm sisteme egemen olması gerekmez mi?” Her iki sorunun da cevabı kuşkusuz “evet”tir.
Ancak emekçilerden daha önce sınıfsal bir bilinçle hareket eden sermaye sınıfı, işçi sınıfı üzerinde ekonomik ve siyasi egemenliği elde etmiş, üretim süreci ve devlet aygıtını da bu egemenliği sürekli kılacak biçimde düzenlemiştir. Dolayısıyla sermaye sınıfından daha sonra sınıfsal bilince kavuşan ve bu bilinçle hareket eden emekçi kesimlerin mücadelesi; -Marksizmin etkisinde olduğu kısa bir dönem dışında- ekonomik ve siyasal sistem üzerinde -hakkı olan- egemenliği ele geçirmek değil, karşı karşıya kaldığı sömürü ve sefaletin düzeyini azaltmak olmuştur. İşte bu anlayış üretim üzerinden yaratılan değerin gerçek sahibi olan emekçinin alın terini “pazarlık” konusu haline getirmiştir.
Emeğin hakkını bir pazarlık süreci içinde elde etmeye çalışan sistem özü itibariyle “uzlaşmacı” olmak durumundadır. Ancak emekçilerin haklarının “pazarlık” konusu haline getirildiği koşullarda dahi “uzlaşmanın” mantıksal koşulları olması gerekir. Emeğin alın teri için yapılan pazarlıkta “uzlaşma” koşulları, kurbanlık pazarında ya da otomobil pazarında yapılan pazarlık gibi görülemez. Zira alın terinin pazarlığı, otomobil ya da kurbanlık pazarlığı gibi metanın el değiştirdiği “ekonomik” bir eylem değildir. Emeğin hakkının, alın terinin pazarlığı siyasal bir eylemdir. Yani alın terinin pazarlığını yaparken işletme düzeyinde ve “ücret”e dayanan bir pazarlık sonuç vermez. Toplu pazarlıkta “uzlaşmanın” mantıksal koşullarının oluşabilmesi için işyerini ve ücreti amaç edinen bir sendikacılık yerine tüm emekçi kesimleri temsil eden sınıfsal perspektife sahip bir sendikal anlayış gerekir. Ancak bu anlayış içerisinde “ekonomik” mücadele “siyasal” bir mücadele haline dönüştürülebilir ve emekçinin alın terinin karşılığı elde edilebilir.
Kamuda sonuçlanan toplu pazarlığa geri dönersek, görünen Türkiye’de sendikaların toplu pazarlık sürecini “kurbanlık pazarlığı” gibi algıladığıdır. Her şeyden önce toplu pazarlık masasına oturan sendikalar, bu süreci –toplam ücretliler içerisinde son derece az sayıda olan- üyelerinin “ücret” pazarlığı olarak algılamaktadır.
Oysa daha geçen üç-beş yılda –sendika üyelerini de kapsayan- emekçi kesimler sağlık, sosyal güvenlik haklarını kaybettiler, esneklik uygulamaları ile emekçiler daha fazla sömürülmeye, güvencesizleşmeye başladı. Özelleştirmeler başta kamu işçileri olmak üzere pek çok emekçiyi işsiz bıraktı. Bugün toplam işgücünün yarısı kayıt dışında ve hiçbir güvencesi olmadan aylık 250-300 TL’ye iş bulursa seviniyor. Sendikalı olmak için binlerce işçi işinden oluyor. İşçinin alın terinden ayırdığı İşsizlik Sigortası Fonu sermaye tarafından talan ediliyor. Özel istihdam büroları ile emekçiler alınır-satılır-kiralanır meta haline dönüşüyor.
Ve tüm bunlara karşı sendikalar “mücadele” yerine “uzlaşıyor” ve tüm bu uygulamaları örtük de olsa destekliyor. Sonra da Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonunun başkanı yüzde 3-5’lik ücret artışı sonrasında “…sonuçta pazarlık yapıyoruz ve bir noktada anlaşmamız gerekiyordu” sözleriyle kendini ve başındaki sendikal yapıları temize çıkartmaya çalışıyor.
Emeğin alın terini “pazarlık” konusu haline getiren ve bu pazarlığı da “kurbanlık pazarlığına” dönüştüren sendikal yapılarla emekçilerin haklarını elde edebilmeleri mümkün değildir. Bir saatlik iş bırakma, diğer sendikalarla dayanışma mesajları gibi yasak savmacı göstermelik eylemler ile de bu gerçek değiştirilemez. Sendikaların ihtiyacı olan, emeğin üretim sürecindeki gerçek gücünün bilinciyle ve bu gücü ortaya çıkartacak bir anlayışla yeniden yapılanmasıdır. Mevcut sendikal yapılarla bunu gerçekleştirmek mümkün değildir. Bu yapıların değişebilmesi için ise her şeyden önce emekçilerin kendi alın terine, ekmeğine ve örgütüne sahip çıkması gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder