1 Ekim 2010 Cuma

Barınma ve Yaşam Hakkını İhlal ya da Bir Sermaye Birikim Hikayesi…

01/10/2010

ÖZGÜRCE

Türkiye’de konut sorunu 1950’lerin sonları 1960’ların başlarıyla birlikte hızlanan köyden kente göçle birlikte ortaya çıkmıştır. Sanayinin yoğunlaştığı büyük şehirlere çalışmaya gelenlerin barınma ihtiyaçlarını karşılamak için devletin tek yaptığı gecekondulaşmaya göz yummak olmuştur. Gecekondulaşmaya göz yumarak, bir taraftan devlet sosyal konutlar yapmak için bütçeden pay ayırmak zorunda kalmamış, diğer taraftan da barınma maliyetinin en düşük düzeyde tutulması sağlanarak, düşük ücretle işçi çalışması olanaklı hale getirilmiştir. 1970’li yıllara gelindiğinde derme çatma gecekonduların yerine emekçiler, -büyük çoğunluğu imar izni de alarak- dişlerinden tırnaklarından ayırdıkları paralarla daha düzenli, kalıcı konutlar yapmışlar ya da müteahhitlerce yapılan apartman daireleri satın almışlardır.

1980’lerle birlikte üretimin büyük fabrika düzeni yerine küçük ve orta ölçekli üretim alanlarına kaymasıyla kentlerde kurulu büyük fabrikaların önce işçi sayısı azalmış, daha sonra da bu fabrikalar kapatılmış ya da kentlerin dışına taşınmıştır. Üretimin kent dışına çıkmasıyla birlikte, emekçilerin de bu üretim alanlarını çevreleyen barınma alanlarında yaşamlarını sürdürmeleri sermaye için bir ihtiyaç olmaktan çıkmıştır. Ayrıca sermaye kesimi, büyük çoğunluğu kentlerin ortalarında, rantın yüksek olduğu bu yerleşim alanlarını kendisine yeni kâr alanı haline getirmek üzere emekçileri buralardan tasfiye edilip, lüks konut ve ticaret merkezleri haline dönüştürme çabası içerisine girmiştir.

Kentsel dönüşüm adı altında yürütülen projelerle kent merkezlerindeki barınma alanlarından “sürgün” edilen emekçiler için kent merkezlerinin dışında, Emlak Bank ve TOKİ aracılığıyla toplulaştırılan araziler üzerine yapılan konutlar yeni barınma alanları olarak gösterilmiştir. Başlangıçta çok düşük gelirli kesimlerin de sahip olabileceği konutlar üretileceği propagandası yapılmışsa da kısa süre içinde lüks konut üretimi ağırlık kazanmış ve konutların aylık taksitleri birçok yerde ortalama gelire sahip bir emekçinin bir yıllık gelirleri düzeyine ulaşmıştır. Böylece geniş emekçi kesimler için kentlerde barınacak bir konut edinebilmek neredeyse imkansız hale gelmiştir. Emekçiler ve sermaye dışındaki diğer kesimlerin barınma hakkını elinden alan konut politikaları, 2001 ve 2008 krizlerinde izlenen, inşaat sektörüne kaynak aktarma yoluyla ekonomiyi canlandırma anlayışının da sonucu olarak Türkiye’de yeni bir sermaye birikimi sağlama aracı olarak kullanılmıştır. Özellikle 2000’li yıllarla hızlanan kentsel dönüşüm, konut politikalarındaki değişimin yarattığı yeni sermayedarlara en iyi örneklerden biri Ağaoğlu Şirketler Grubu’dur.

Dünün müteahhidi bugünün en büyük sermaye sahiplerinden biri olan Ali Ağaoğlu, son günlerde kendi görüntülerinin de yer aldığı sayfa sayfa gazete ilanları ve televizyon reklamlarıyla gündeme gelmiştir. Ali Ağaoğlu’nun “Bu ülkede herkes iyi yaşamayı hak ediyor” sözünün öne çıkartıldığı bu ilan ve reklamlara bir de -emekçilerle dalga geçer gibi- “10 bin peşin daire senin” notu düşülmüştür… 1981 yılında inşaat faaliyetlerine başlayan Ağaoğlu, 1982-2000 arasındaki 18 yılda 208 villa ve 949 daire yapmışken; 2000-2009 yılları arasında 367 villa, 288 konak daire, 1 tarihi konak, 122 ofis ve 8 bin 856 daire inşa etmiştir. 2000 sonrasında inşa edilen dairelerin yüzde 87’si ise 2007-2009 arasında gerçekleştirilmiştir (www.agaoglu.com.tr). Orta düzeyde bir müteahhit olan Ağaoğlu’nun, ekonomik krize de denk gelen son birkaç yıl içinde böylesine ciddi bir büyüme göstermesinde uygulanan kentsel dönüşümün, kamu kaynaklarının inşaat sektörüne aktarılmasının ve orman arazileri de dahil olmak üzere kamu arazilerinin büyük teşviklerle elde etmesinin çok önemli payı olduğuna kuşku yoktur.

Ağaoğlu’nun 1980’lerdeki ilk yatırımlarını gerçekleştirdiği sermayeyi edinme süreci de en az son üç yıldaki hızlı büyüme hikayesi kadar ilginçtir. Ali Ağaoğlu, 17 Ağustos depreminin yıldönümü vesilesiyle Referans gazetesinde yer alan söyleşide aynen şunları söylemiştir: “Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. İstanbul konut inşaat sektörünü en iyi bilen isimlerden biri olarak söylüyorum ki; mevcut yapı stokunun yüzde 70’i deprem açısından güvenli değil. 1970’li yıllarda İstanbul’un Anadolu yakasında yapılan yapıların büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben sattım. Kumları Marmara Denizi’nden demirleri hurdadan çektik. O zamanın şartlarında en iyi malzeme buydu. Sadece biz değil tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem olursa İstanbul’a ordu bile giremez, ölen şanslıdır” (Referans gazetesi, 20.08.2009).

“Bu ülkede herkes iyi yaşamayı hak ediyor” diyerek milyonlarca liralık reklamlar veren bir sermayedarın, bulunduğu yere nasıl geldiği, buraya gelirken en temel insan hakkı olan barınma hakkını ve hatta yaşama hakkını nasıl yok saydığı kendi sözleriyle ortaya çıkmaktadır. Ağaoğlu’nun hikayesi elbette bir istisna değildir. Tüm dünyada sermayedar olarak tanımlanan hemen herkesin buna benzer ve belki bundan çok daha çarpıcı hikayeleri vardır. Ama onların hikayeleri, kendileri açıkça itiraf etmedikleri ve bunu kendilerine soran olmadığı sürece bilinmeyecek ya da bilinse bile hesabı sorulmayacaktır.

Hiç yorum yok: