27 Aralık 2009 Pazar

2009’dan 2010’a Kriz ve Emek Mücadelesi…


2010 YENİYIL EKİ
27/12/2009




Birçok ülke gibi Türkiye’de de emekçiler 2009 yılına kriz koşullarının getirdiği yıkım ve bu yıkımdan doğacak mücadelenin umuduyla girdi. Krizin yarattığı yıkım beklendiği gibi işsizlikle, ücretlerin ödenmemesi ya da düşürülmesiyle, taşeronlaşma ve örgütsüzleştirme baskılarıyla geldi. Diğer pek çok ülke gibi Türkiye’de de siyasi iktidar krizle ortaya çıkan yıkımı önlemek bir tarafa krizin sermaye için fırsata dönüşmesini sağlayacak politikaları uygulamaya koydu. Bunun sonucunda da 2009 yılında işsiz ve yoksullar 2008’den çok daha fazla oldu.

Krizin yarattığı yıkım karşısında mücadele umutlarının ne kadar yeşerdiğine gelince… 2009 yılında mücadeleler 2008’e göre çok daha yoğun oldu. Pek çok işyerinde işgallere varan direnişler gerçekleşti. Bu direnişleri gerçekleştirenlerin önemli bir kısmı örgütsüz emekçilerdi. Eğer, direnişin yaşandığı iş kolunda mücadele düşüncesine sahip bir sendika varsa direnişler sendikalar tarafından da desteklendi. İşverenlerin kriz bahanesiyle emekçilerin haklarını gasp etmeleri, daha fazla sömürmeleri ve tüm bunları rahatça yapabilmek için sendikalaşmayı engellemeye çalışmaları nedeniyle gerçekleşen birçok işyeri direnişi halen devam etmektedir.

Kriz sürecinde emekçileri yıkıma götüren koşullar sadece işverenlerin işyerlerindeki uygulamalarıyla sınırlı kalmadı. Siyasi iktidar da uyguladığı ekonomi politikalarıyla emekçilerin işsiz kalmasını, yoksullaşmasını ve daha fazla sömürülmesini sağlayarak krizin emekçiler için yıkıma dönüşmesinde önemli bir rol üstlendi. Hal böyle olunca da işyeri düzeyindeki direnişlerin etkisi sınırlı kaldı ve emekçilerin haklarını hükümet politikalarına karşı en geniş düzeyde yürütecek mücadelelerin gerekliliği çok daha acil hale geldi.

Sendikalar krizin telaffuz edilmeye başlandığı 2008 yılı Ekim ayından itibaren hazırladıkları ve “krizin faturasını ödemeyeceğiz” başlıklı programlarda ve diğer açıklamalarda daha çok üyelerinin işsiz kalmalarını engellemeye öncelik verdiler. İşten çıkartmaların bir anda arttığı bir süreçte sendikaların üyelerinin istihdamını korumak istemesi ilk refleks olarak anlaşılabilirdi elbette. Ama ortaya sendikaların üyeleri olmayan milyonlarca örgütsüz emekçiyi temsil etmek istemedikleri gibi bir tablo çıktı.

Sendikalar kriz karşısında emekçileri ve diğer toplum kesimlerini tatmin edecek alternatif politika üretmek konusunda da yetersiz kaldılar. Sendikaların krize karşı hazırladıkları programlar sınıfsal bir analizden uzak, büyük ölçüde devletin korumacılığını talep eden bir içeriğe sahipti. Aslında sendikaların bu talepleri sermayenin ve hükümetin krizin öncesinde uygulamayı amaçladığı politikalarla da örtüştü. Zira hem Türkiye’de işveren kesimi hem de Dünya Bankası ve AB Türkiye’de istihdam üzerindeki yüklerin fazla olduğunu ve azaltılması gerektiğini uzun zamandır vurguluyordu. Hatta krizin varlığı açıkça telaffuz edilmeden önce 2008 Mayıs ayında hükümet “istihdam paketi” adıyla getirdiği düzenlemelerle işverenlerin üzerindeki vergi ve sosyal güvenlik primlerinin genel bütçeden karşılanması kararı almıştı. Krizin getirdiği işsizlik dalgası ve sendikaların taleplerin de örtüşmesi sermayenin emek maliyetini azaltmasını hem kolaylaştırmış hem de meşrulaştırmış oldu. Bunun yanı sıra yeni getirilen düzenlemeler emek maliyetini sadece genel bütçenin değil İşsizlik Sigortası Fonunun da üzerine yükledi. Böylece sadece işçinin sigorta primi ve vergisi değil ücreti de genel bütçe üzerinden topluma, İşsizlik Sigortası Fonu üzerinden ise emekçilerin sırtına yüklendi. Diğer bir söyleyişle sendikalar kriz sürecindeki söylemleriyle faturayı kendi elleriyle emekçilerin sırtına yüklemesine katkı sağlamış oldu.

Kimi sendikaların sermayenin ekmeğine yağ sürmesi bununla da sınırlı kalmadı. TİSK, TOBB gibi sermaye örgütleriyle işbirliği içerisine giren Türk İş, Hak İş ve T.Kamu Sen işini, ücretini kaybeden emekçilerle dalga geçercesine “Eve Kapanma Pazara Çık” kampanyalarına ortak oldu. DİSK/Tekstil ise krizi sermaye ile işbirliği içinde aşma düşüncesini daha ileri aşamaya taşıyarak gazetelere; sermayenin krizin mağduru olduğu ve sanayici örgütlerinin hükümetten çekindiği için sorunlarını dile getiremediği yönünde ilanlar verdi. Sendikaların devletten medet uman ve sermayeyle işbirliği içinde krizi emekçiye ödetmeme fantezisi, tam bir fiyaskoya dönüştü ve emekçi kesimlerin sendikalara yönelik güvensizliği daha da arttı.

Sendika üst yönetimlerinin sınıfsal analizden uzak politikalarla krize karşılık verme anlayışının yanında tabandan gelen baskılara karşılık vermek üzere az da olsa kitlesel katılımlı eylemler de düzenlendi. Sendikalar tarafından 2009 yılında krizin yıkımına karşı düzenlenen kitlesel eylemlerden ilki 15 Şubat’ta İstanbul’da düzenlenen mitingdir. Katılımın Marmara Bölgesiyle sınırlı olduğu mitingin en önemli özelliği KESK ve DİSK’in dışında genellikle merkezi eylemlerden uzak duran Türk İş sendikalarının da mitinge yoğun biçimde katılmış olmasıdır.

2009’da sendikaların gerçekleştirdiği diğer kitlesel eylem ise 25 Kasım’da gerçekleştirilen bir günlük uyarı grevidir. Memur Sen dışındaki kamu emekçi sendikalarının ortaklaşa katıldığı grev, uzun yıllardır bu kapsamda bir grevin ilk kez gerçekleşmesi ve milliyetçi/muhafazakar bir yönetime sahip olan T. Kamu Sen’in de grevi üstlenmiş olması bakımından önemlidir.

2009’da akıllarda kalan iki kitlesel eylemin diğer yıllarda gerçekleştirilmiş olan benzer eylemlerden farkı; solcu olarak bilinen örgütler dışında daha çok sağ tabana sahip olduğu düşünülen sendikaların da bu eylemler içerisinde yer almış olmasıdır. Bu gelişme Türkiye emek hareketi için son derece önemlidir. Özellikle 12 Eylül darbesinin ardından sınıfsal algıları hızla zayıflayan emekçiler, krizin getirdiği yıkım koşulları karşısında -diğer kimliklerini bir tarafa bırakarak- tekrar sınıfsal tepkilerini ortaya koyma eğilimi göstermiştir. Bu eğilimin sürmesi ve krizin getirdiği koşullara karşı, dayanışmadan gelen gücün harekete geçirilerek karşı konulması bu eğilimin güçlenerek sürmesine bağlıdır. Bunun için de sendikaların sınıf tutarlılığı ile hareket edip emekçilerin krizin yıkımına karşı tepkilerini mücadeleye dönüştürmesi gerekir.

Sendikaların bu süreçteki görevi sadece üyeleri olan emekçilerin mücadelesini merkezi eylemler için örgütlemek değildir. Örgütlü olamayan, çalışma ve yaşam koşulları son derece kötü olan emekçilerin de sorunlarını sahiplenerek onları da mücadeleye katmalıdır. Öte yandan Türkiye’nin dört bir yanında onlarca işyerinde sürmekte olan direnişin ortaklaştırılarak dayanışma içinde güçlendirilmesi gerekir.

Kriz dönemlerinde emekçilerin karşılaştıkları yıkım sadece işyerleriyle sınırlı değildir. Barınmadan ulaşıma, eğitimden sağlığa kadar pek çok alanda da krizi fırsat bilen sermaye mevcut hakları gasp etmenin yollarını aramaktadır. Krizin başından bu yana Türkiye’de yaşanan da budur. Bir taraftan emekçiler işini, ücretini kaybederken, diğer taraftan hükümet sağlıktan, eğitimden, alt yapı hizmetlerinden daha fazla katkı payı almanın hesabını yapmakta ve elektrikten, doğal gaza birçok temel üretim ve hizmete zam yapmaktadır. Ayrıca 2010 bütçesiyle emekçiler ve diğer geniş toplum kesimlerince ödenen vergiler yüzde 30’lara varan düzeyde arttırılmaktadır.

İşyerindeki sömürünün ötesinde krizin yıkımını daha da derinleştiren hükümet politikalarına karşı da 2009 yılında birçok direniş ve eylem gerçekleştirilmiştir. Üniversite harçlarına, kentsel dönüşüme, suyun ticarileştirilmesine ve barajlara ve kent içi ulaşım ücretlerine yapılan zamlara karşı mücadeleler bunlardan bazılarıdır. Emekçilerin çalışma yaşamında karşılaştıkları sorunlarla diğer yaşam alanlarındaki bu sorunların kaynağı aynıdır. Her ikisi de kapitalist düzen içinde sermayenin çıkarları doğrultusunda emekçilere yönelen saldırının parçalarıdır. O halde kaynağı sermaye sınıfının çıkarlarına dayanan bu sorunlarla mücadelenin de sınıfsal bir perspektifle ortaklaştırılması gerekir. Bu da yine sendikalar başta olmak üzere meslek örgütleri ve emekten yana siyasi partilerin güç birliği içerinde gerçekleşebilir.

2009 gibi 2010 yılına da emekçiler kriz koşullarının getirdiği yıkım ve bu yıkımdan doğacak mücadelenin umuduyla girmektedir. 2009’da yaşanan olumsuzluklardan ders çıkartılabilir, olumlu gelişmeler bundan sonra gerçekleşecek mücadelelere basamak yapılabilirse umutların yeşerme olasılığı çok daha fazla olacaktır. Aksi halde krizin getirdiği yıkım çok daha derinleşecek ve mücadelenin başarı olasılığı azalacaktır.

25 Aralık 2009 Cuma

‘Mazlum’ Oldu ‘Zalım’…

25/12/2009

ÖZGÜRCE

AKP’nin 2002 yılında iktidara gelmesinde en önemli etkenlerden biri “mazlum” görüntüsüydü. Parti hakkında kapatma davası vardı, R.T.Erdoğan cezaevine gönderiliyordu. Bu koşullar içerisinde AKP, ulusal ve uluslararası sermaye ile DB, AB gibi kurumların ve ABD’nin desteğini almıştı. Geriye sadece sandıktan yeterli oyun çıkması kalıyordu ki, o da “mazlum” görünümü sayesinde oldu. AKP’yi iktidara taşıyan etkenler son derece çelişkiliydi. Çünkü AKP’yi “mazlum” gördüğü için oy verenler kendi mazlumluklarıyla AKP’yi özdeşleştirmişti. AKP’yi seçen toplum kesimlerinin mazlumluğu, onu iktidara uygun gören ulusal ve uluslararası kurumların 1980’lerden beridir uygulattığı neoliberal politikalardan kaynaklanıyordu. Bunun yaratılmasında Meclis’te bulunan ve çeşitli zamanlarda iktidara ortak olan tüm partilerin sorumluluğu vardı. Bunlar içerisinde AKP’nin içinden geldiği Refah Partisi de vardı ama Refah Partisi, rolü tam olarak belirginleşmeden 28 Şubat darbesiyle birlikte apar topar kapatılmıştı. Dolayısıyla Refah Partisi’nin içerisinden gelen AKP, geniş toplum kesimlerinin mazlumluğundan sorumlu tutulmuyordu.

Oysa AKP’yi tek başına iktidara getiren ulusal ve uluslararası sermayenin amacı, halkı mağdur eden “zalim” politikaların daha hızlı ve etkili biçimde uygulanmasıydı. Yani neoliberalizmin darbesini yiyen toplum kesimleri yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş oldu.

AKP, 2007 seçimlerine giderken e-muhtıra, cumhurbaşkanlığı seçim süreci derken bir kez daha “mazlum” rolüne büründü ve yeniden iktidara geldi. 2007 seçimleri sonrasında AKP, neoliberal politikaları çok daha etkili biçimde uygulamaya başladı. Bu bağlamda SSGSS başta olmak üzere emekçi kesimlerin sosyal hakları ortadan kaldırılırken, kamu hizmetleri de hızla piyasalaşmaya ve özelleşmeye başladı. Öte yandan gerek özel sektörde gerekse kamuda esnek çalışma daha da yaygınlaştı ve düşük ücret, güvencesiz istihdam olağan çalışma koşulları haline geldi.

2008 kriziyle birlikte AKP hükümeti sermaye kesiminin krizi fırsata çevirmesine çanak tuttu ve neoliberal politikaları daha da hızla yaşama geçirmeye başladı. Böylece esnek ve güvencesiz çalışma, asgari ücretin altında ücret ödenmesi, uzun ve yoğun çalışma, keyfi işten çıkartmalar ve iş cinayetleri daha da yaygınlaştı. Çalışma yaşamındaki tüm bu mezalim yetmezmiş gibi toplumun ödediği vergiler ile temel tüketim mallarına yapılan zamlarla, “mazlum” görüntüsüyle iktidara gelenlerin ne kadar zalimleşebilecekleri bir kez daha görülmüş oldu. Tıpkı 1983’te darbecilerin partisi karşısında seçime giren ANAP’ın, 1992’de siyaset yasağı kalkan Demirel’in DYP’sinin nasıl mazlum gelip zalim haline dönüşmesi gibi…

Şimdi yine işçisi, memuru, çiftçisi, esnafıyla toplumun çok büyük bölümü mazlumluklarıyla özdeşleştirip iktidara getirdiklerinin mezaliminden kurtulmaya çalışıyor. Ama bir zalimden kurtulmaya çalışırken yine başka bir zalimin pençesine düşmemek için gerçek zalimi artık tanımak gerek. Gerçek zalim kapitalist sistemin ta kendisidir. Kapitalizmin yolunda giden siyasi yapıların iktidar olunca en azılı zalimlere dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle mezalimden kurtulmak için kapitalizmi uygulayacak farklı suretlerden birini tercih etmek yerine kapitalizmden ilelebet kurtulmak gerekir. O da emeğe ve ekmeğe sahip çıkmakla başlar.

18 Aralık 2009 Cuma

Ekmek Olmadan Demokrasi, Demokrasi Olmadan Ekmek Olmaz!..

18/12/2009

ÖZGÜRCE

Memleketin dört bir yanındaki emekçi direnişlerine bu hafta yenileri eklendi.
Önce TEKEL işçileri, işyerlerinin özelleştirilmesi sonrasında özelleştirilen diğer KİT’lerdeki işçiler gibi 4-c’li olmamak için yani iş güvencelerini kaybedip, daha az ücrete mahkum olmamak için Başkent’in yollarına düştü.

Daha sonra İstanbul Belediyesi itfaiye işçileri, taşeronlaşmanın kurbanı olup işlerini kaybetmemek için sokağa çıktı. Ve nihayet 25 Kasım’da grev hakkını kullandığı için işten atılanlar için demiryollarında emekçiler, üretimden gelen güçlerini yeniden kullandı.

Çalışma ortamındaki olumsuzlukların sonlarını hazırladığına günbegün tanıklık eden 19 maden işçisi ise bu koşullara karşı direniş gösteremeden iş cinayetine kurban gitti…

Keşke sermayenin kâr hırsına kurban gitmeden önce onlar da dayanışmadan ve üretimden gelen güçlerini kullanabilseydi de şimdi direnişte olanlar arasında onları da sayabilseydik(!)

Halen direnişte olan binlerce işçi gibi TEKEL işçileri, itfaiye işçileri, demiryolu işçileri de işverenlerinin insafsızlığı ve siyasi iktidarın uyguladığı politikaların ellerinden aldığı iş için ekmek için direnmektedir.

Her iş, her ekmek kavgasında olduğu gibi onların da karşılarında yine tazyikli suyla, gaz bombasıyla “Demokratik Açılım”ın koordinatörü olan içişleri bakanının emrindeki kolluk güçleri vardır.

Eğer 19 emekçiye mezar olmadan önce o madende de yaşama hakkı için direnişe geçilseydi, muhtemelen onlar da karşılarında yine aynı gücü bulacaklardı.

Belki de karşılarında devletin gücünü bulacaklarından çekinerek, şimdiye kadar kendilerini ölüme götüren koşullara karşı çıkmamışlardı.

Keşke ölüm koşullarına direnselerdi ve yaşasalardı.

Gaz bombası, tazyikli su ya da tüfek dipçiği onları sevdiklerinden ayırmazdı, en azından kara toprak kadar…

Memlekette bir taraftan emek sömürüsü ve o sömürüye karşı direnişler yaşanırken, diğer taraftan Kürt-Türk çatışmasının derinleşmesi ve yaygınlaşması için de “karanlıktakiler” yine harekete geçmiş görünüyor.

Belli ki oynanan oyun bu kez çok büyük; Türk’le Kürdü birbirine kırdırıp, ardından büyük parsayı toplama hevesinde birileri…

İşte, sermayeye ve onun iktidarına karşı yürütülen direnişler, aslında Türk-Kürt çatışması üzerinden oynanmak istenen oyuna karşı da en iyi cevap aslında.

Zira, Ankara sokaklarındaki TEKEL işçileri, İstanbul sokaklarındaki itfaiye işçileri, 25 Kasım grevi nedeniyle işten atılan ve onlar için yeniden greve giden demiryolu emekçileri birbirlerine sormazlar; ‘Sen Türk müsün Kürt müsün?’ diye.

Türküyle, Kürdüyle dayanışma içindedir onlar, ekmeklerinin peşinde. Diğer pek çok işyerinde yaşanan direnişlerde olduğu gibi…

İş cinayetinin kurbanı 19 emek şehidi gibi… Onlar için de kimsenin aklına gelmemiştir; hangisi Türk, hangisi Kürt ya da Çerkez diye…

Türk de olsalar Kürt de Çerkez de olsalar, onlar sermayenin daha fazla kâr hırsının kurbanı olmuşlardır, direnmeye fırsat bulamadan.

Tıpkı tersanelerde, inşaatlarda ve nice işyerlerinde kâr hırsının kurbanı olan on binler gibi…

Sözün özü: Eğer bu memlekette insan gibi özgürce yaşayacaksak, bozacaksak üzerimizde oynanan oyunu, her türlü hegemonyanın çıkarlarına kurban gitmeden; bizi bir arada tutan ekmek mücadelesinin etrafında birlik olmak gerek… Ve unutmamak gerek ki, “ekmek olmadan demokrasi, demokrasi olmadan da ekmek olmaz”!..

7 Aralık 2009 Pazartesi

Darbelerin Gerçek Sahipleri Nerede?



08.12.2009

Yazdır Arkadaşına gönder AKP’nin “demokratlığını” yere göğe koyamayanlar, şimdi de AKP’yi kendisine yönelik darbe girişimlerinin üzerine gitmeye cesaret eden ilk Cumhuriyet hükümeti olarak ilan ediyorlar. İlk bakışta, AKP’nin demokratlığı gerçekten inandırıcı görülebilir. Ama Türkiye’de demokrasiye karşı darbelerin ve AKP iktidarının arka planını biraz olsun hatırlayanlar için gerçeğin hiç de gösterilen gibi olmadığı ortadadır.

Bugün AKP’ye karşı darbe girişiminde bulunduğu iddia edilen askerlerden yargı önünde hesap sorulmaktadır. Başlı başına bu sürece bakarak Türkiye’de darbe dönemlerinin bittiğini ve demokrasinin kökleştiğini düşünmek büyük yanılgı olur. Zira gerçekleşmemiş bir darbenin faillerinden önce gerçekleşmiş ve büyük acılara neden olmuş darbenin sahiplerinden hesap sorulmalıdır.

Darbecilerden hesap sorulması gündeme geldiğinde hemen akıllara darbe fiilini gerçekleştiren üniformalılar gelmektedir. Üniformalılardan darbelerin ya da darbe girişimlerinin hesabı elbette sorulmalıdır. Ama emekçileri, aydınları baskılayıp işkenceden geçiren her askeri darbenin ardında avuçlarını ovuşturup zenginliklerine zenginlik katan -darbelerin gerçek sahibi- “siviller” olduğu da unutulmamalıdır.

Darbe yaşamış diğer ülkeler gibi Türkiye’de de darbelerin ardındaki “siviller” sermaye sahipleridir. TİSK Başkanı Halit Narin'in 12 Eylül darbesinin hemen ardından dile getirdiği "Bugüne kadar işçiler güldü bizler ağladık, şimdi gülme sırası bizde" sözleri sermayenin darbe destekçiliğinin en açık örneğidir. Narin’in bu sözlerinin yanı sıra Türkiye’nin en büyük sermayesinin sahibi Vehbi Koç’un gözaltında kayıpların ve işkencenin en üst düzeye çıktığı bir dönemde 3 Ekim 1981 tarihinde Kenan Evren’e yazdığı mektup da son derece anlamlıdır. Koç mektubunda Evren’e şöyle seslenmektedir: “Şimdi, faşist ordu iktidara geldi, kapitalistlerle birleşerek Türk işçisini istismar ediyor propagandası yapılmaktadır. Böyle bir iftira karşısında işçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar, taraflar için adilane bir şekilde ve asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bu düzenleme yapılırken, bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler göz önünde bulundurulmalıdır… İşçi sınıfını ayaklandırmak amacıyla, Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır. Bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri muhakkak engellenmelidir… Basının kalemine tenkit fırsatı verilmemelidir.” (Tam metin için bkz: M. Sönmez, Kırk Haramiler, Arkadaş Y. 1990)

Yine darbe yaşamış diğer ülkeler gibi Türkiye’de darbenin gerisinde ABD ve uluslararası kapitalizmin kurumları da yerlerini almışlardır. ABD’nin darbeyi başarıyla gerçekleştiren “bizim oğlanları”, Sabancı Holding’in üst düzey yöneticiliği, MESS başkanlığı, AET Koordinasyon Kurulu başkanlığı ve Dünya Bankası'nda danışmanlık yapmış olan Turgut Özal’ın komutasında 24 Ocak’ın ekonomi politikalarını da sahiplenmişlerdir. Darbeciler, “sözde” demokrasiye geçişin ardından da ülke yönetimini, darbenin gerçek sahibi ulusal ve uluslararası sermayenin temsilciliğini yapan Turgut Özal’a emanet etmiştir.

Bugün darbelerle mücadele ediyor görüntüsüyle demokrasi havarisi ilan edilen AKP hükümeti, kendine her muhalif olanı darbe destekçiliği ile suçlarken gerçek darbecileri ve onların ardındaki “sivil” aktörleri görmezden gelmektedir. İktidara gelmesinin ve yedi yıldır orada kalmasının ardındaki etkenlere bakıldığında AKP’nin bu tavrı son derece anlaşılırdır. Zira AKP, 12 Eylül rejiminin temsil ettiği paradigmanın temsilciliğini yürütmektedir ve o darbenin gerçek sahibi “sivil” aktörler bugünün demokrasi havarisi AKP’nin arkasında yer almaktadır.

4 Aralık 2009 Cuma

AKP ‘Demokrasisi’ne Karşı 25 Kasım Grevi Uluslararası Hukuk’la Savunulabilir mi?

04/12/2009

ÖZGÜRCE

AKP’nin son dönemde dilinden düşürmediği “demokrasi” konusunda gerçek yüzü, 25 Kasım greviyle bir kez daha ortaya çıktı. 25 Kasım öncesinde başlayan AKP’nin emekçilere yönelik tehditleri grevin ardından Başbakan’ın “Bir ülkede yasaların çiğnenmesine müsaade edilirse, o ülke yolgeçen hanına döner” sözleriyle devam etti.

Siyasi iktidara sahip olanların toplumdan böylesine büyük tepki alması elbette kolay hazmedilir bir durum değildir. Zira hükümetin yönetimi altındaki yüz binlerce kamu emekçisi ve onlara destek olan milyonlarca yurttaş, hükümetin “iktidar”ını sorgulamış ve uyguladığı politikalara karşı çıkmıştır. Hem de bu karşı çıkış, sınıfsal bir eylemle yani grevle gerçekleşmiştir. Hükümete yönelik tepkilerin grev gibi işçi sınıfının en güçlü silahı aracılığıyla gerçekleşmesi, tepkinin sadece AKP hükümetine değil onun temsilcisi olduğu ve iktidarının kaynağı olan kapitalist sisteme yönelik olduğunu da göstermektedir. Dolayısıyla AKP, sadece kendi iktidarına değil, temsil ettiği sisteme karşı tepkilerin ve tehditlerin yoğunlaştığını da hissetmiştir. İktidarını tehdit altında hisseden mutlakıyet rejimleri gibi AKP de tehdit ve baskı yoluyla kendisini tehdit eden gücü sindirme yoluna gitmiştir.

Yasalar, siyasi iktidarların ve onun temsil ettiği egemen sınıfın çıkarlarını meşrulaştırmanın ve tehdit olarak gördüğü unsurları ortadan kaldırmanın en temel dayanağıdır. Egemen gücün çıkarları bir kez yasal metinler haline dönüştü mü –yasama sürecinde demokrasinin ne ölçüde geçerli olduğuna bakmadan- ona karşı çıkmak da artık “suç” haline dönüşmüş demektir. AKP de bu doğrultuda bir taraftan sistemin çıkarlarına uyan yasaları sahiplenirken, diğer taraftan –demokratik olmayan bir seçim süreci sonucunda elde ettiği- 7 yıllık iktidarı süresince çıkarttığı yeni yasalarla sistemin ve iktidarının varlığını güçlendirmeye çalışmıştır. 25 Kasım grevi karşısında göstermiş olduğu tepki, AKP iktidarının –işine geldiği zaman karşı çıktığı- yasaların ardına saklanma gayretini tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır.

AKP bugün kimi kesimlerce Türkiye’de “Demokrasinin mimarı ve güvencesi” olarak ilan edilmektedir. Demokrasi kavramını, kapitalizmle bütünleşme ve piyasanın serbestleşmesi -ABD’nin Irak’ta ve Afganistan’da yaptığı gibi- olarak gören kesimler için AKP’ye yönelik bu niteleme doğru olarak kabul edilebilir. Ancak demokrasi, toplumsal özgürlükler bağlamında nitelendiriliyorsa AKP, bırakınız demokrat olmayı tam tersine -25 Kasım grevinde de görüldüğü gibi- özgürlükleri sınırlayan, otoriter, baskıcı bir anlayışa sahiptir.

AKP’nin 25 Kasım grevi karşısında demokrasiden uzak, yasaların ardına sığınan tehditkar ve baskıcı tutumu karşısında KESK yönetimi, uluslararası hukuku referans alarak grevin yasallığını ispata yönelmiştir. Hukuk zemininde –yargı sürecinde- her türlü yasal dayanak üzerinden savunma yapmak elbette gereklidir. Ancak sınıf mücadeleleri –ya da Başbakan’ın tabiriyle “ideolojik” mücadeleler- sadece yasal zemin içinde yürütülemez. Kaldı ki yasal savunma için referans alınan kaynaklara ait yaklaşımların AKP’den pek farklı olmadığını da unutmamak gerekir(!) AKP, 7 yıllık iktidarı boyunca sürekli olarak söz konusu uluslararası kaynaklara dayanarak icraatta bulunmuştur. Bunların başında da AB hukuku gelmektedir. AB, tıpkı AKP gibi demokrasiyi piyasanın serbestleşmesiyle sınırlandıran bir anlayışa sahiptir. Zaten 25 Kasım’da greve çıkan emekçilerin gerçek sorunu olan çalışma yaşamında esnekleşme, güvencesizlik ve kamu hizmetlerinin piyasalaşmasına yönelik uygulamaları da AKP, AB’nin direktifleri doğrultusunda yapmıştır. KESK’in yasal dayanak olarak referans verdiği ILO da piyasa ekonomisinin hakimiyetiyle birlikte işlevsiz hale gelmiş bir kurumdur. ILO’nun ne sermaye ne de devletler üzerinde yaptırım gücü yoktur. Dolayısıyla Anayasa’nın 90. maddesinden yola çıkarak uluslararası kurumların yasa ve normlarından medet ummak emek mücadelesini hiçbir yere götüremez.

Yapılması gereken; uluslararası hukuktan beklenti içine girmek yerine emeğin örgütlülüğünü ve mücadele gücünü yükseltmektir. Zira, sermaye ve onun temsilcileriyle mücadele, ulusal ya da uluslararası yasalarla değil, emeğin üretimden ve dayanışmadan gelen gücü ile gerçekleşebilir(!)

27 Kasım 2009 Cuma

25 Kasım ve Sonrası…

27/11/2009

ÖZGÜRCE

Bu köşede 13 Kasım tarihli yazımda, 25 Kasım grevinin başarısı konusunda endişeli olduğumu belirtmiştim. 25 Kasım günü işyerlerinden yoğun bir katılımla grevin gerçekleştiği ve önemli bir etki yarattığı haberlerini duyunca ve grev meydanına dönüşen Beyazıt’taki coşkuyu görünce, endişelerimin önemli ölçüde yersiz olduğunu düşündüm.

Söz konusu yazıda belirtmeye çalıştığım endişeler, büyük ölçüde grev kararının alınma biçimi ve grevin gerekçeleri konusunda emekçilerin ve toplumun yeterince bilgilendirilmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Grev meydanında emekçi dostlarla sohbetlerden öğrendiğim üzere, özellikle son bir haftada işyerlerinde yürütülen çalışmalar etkili olmuş. Ayrıca Kamu-Sen’in ve Memur-Sen dışındaki diğer kamu emekçi örgütlerinin de greve katılmış olması, grevin kamu emekçileri için meşruluğunu artırmış. İşçi sendika ve konfederasyonları ile meslek örgütlerinin greve desteği ise diğer toplum kesimleri üzerinde grevi meşrulaştıran bir etken olmuş. AKP Hükümeti’nin özellikle son dönemde emekçileri ezen politikaları ve emekçileri aşağılayan söylemleri de grevin etkili olmasında önemli bir rol oynamış elbette.

Bir grevin başarısının, sadece katılımın yoğunluğu ve aldığı toplumsal destekle ölçülemeyeceğini de hemen belirtmek gerekir. Zaten 25 Kasım gibi “uyarı” amaçlı grevlerin tek başına nihai başarıyı getirmesi de beklenemez. Bu tür grevler, uzun soluklu mücadelenin bir basamağıdır. 25 Kasım grevinin başarısı, bu basamağı yerine koyabilmiş olmasından gelir. Yani bugün Türkiye’de emek mücadelesinin bu grev sayesinde 25 Kasım’ın bir gün öncesinden daha ileri bir noktaya taşınmış olduğu söylenebilir. Ancak bu başarının daha üst basamaklara çıkmak için kullanılması gerekir. 25 Kasım, yeni mücadelelere basamak oluşturacak biçimde algılanmaz ve devamı gelmezse, daha önce pek çok kez tanıklık ettiğimiz gibi “hoş bir anı” olmaktan ibaret kalacaktır.

25 Kasım’ın ileride “anısına kadeh kaldırılacak” bir eylem olarak kalmaması için sendikaların 26 Kasım’dan itibaren önümüzdeki mücadele yol ve yöntemlerini planlaması gerekir. İşte bu noktada, 13 Kasım tarihli yazıda “grev” eylemi üzerinden dillendirmeye çalıştığım görüşleri savunmaya devam edeceğim.

Sadece grev değil, emek mücadelesinde gerçekleşecek tüm eylemler için ön hazırlık çok önemlidir. Gerek emekçilere gerekse topluma yönelik olarak gerçekleştirilecek hazırlıklar, sadece bir eylem kararı alındıktan sonra yerine getirilmeye çalışılmamalıdır. Sendikalar sürekli olarak eğitim, araştırma ve yayın çalışmalarıyla bu hazırlığı yürütmelidir. Emekçilerin çok büyük bir kısmı sistemin en etkili propaganda araçları olan medyanın etkisi altında, sadece sınıflarından değil, kendilerinden bile yabancılaşmışlardır. Bunu aşabilmenin tek yolu, mevcut emekçi örgütlenmelerinin, elindeki tüm olanaklarla bu yabancılaşmayı ortadan kaldırabilmesidir. Bu da ancak işyerlerinde, mahallelerde, spor müsabakalarında ve diğer yaşam alanlarında onlarla iletişim içinde olabilmekle mümkündür. 25 Kasım grevi için son bir haftadaki çabanın verdiği sonuca bakınca, bunun sürekli hale gelmesiyle ortaya çıkacak sonucun ne kadar muhteşem olacağını hatırlatmak isterim.

Emek mücadelesinde başarı için diğer bir koşul da, mücadele yol ve yöntemlerinin demokratik karar alma mekanizmalarının eksiksiz biçimde kullanılmasıdır. Uygulama bakımından çok kolay olmadığı düşünülebilir ama bu konuda işyeri temsilciliği, delegelik gibi mekanizmaların sendikal demokrasinin en temel kurumları olduğunu unutmamak gerekir. Maalesef mevcut sendikaların hemen hiçbirinde bu mekanizmalar yeterince işlevsel hale getirilememiştir ve sendikalarda merkeziyetçi bir yapı vardır. Bu yapının varlığını sürdürmesi, sendika yönetimlerini tabandan kopartmakta ve bu kez de emekçilerin sendikalarına karşı yabancılaşması durumu ortaya çıkmaktadır. Bu da örgütlü mücadelenin önündeki en önemli engeldir.

Sözün özü: 25 Kasım grevi, uzun süredir “üzerine ölü toprağı serpilmiş” olan kamu emekçi hareketinin yeniden canlanışı olmuştur. Bu canlanma, doğru yol ve yöntemlerle belirlenecek mücadelelere kaynaklık etmeli ve Türkiye emek hareketi adım adım hedefine doğru ilerlemelidir.

20 Kasım 2009 Cuma

ULAŞIM HAKTIR, ÜCRETSİZ ULAŞIM HAKKI SAVUNULMALIDIR..!

ÖZGÜRCE
20/11/2009

Sanayileşmeyle birlikte başlayan kentleşme üretim alanları ile üretimde çalışan emekçilerin barınma alanlarının iç içe geçmesine neden olmuştur. 1970’lerde yaşanan krizin ardından esnek üretimin yaygınlaşmasıyla birlikte üretim alanları kent merkezlerinin dışına çıkarken kent merkezleri, finans ve ticaret merkezleri haline gelmiştir. Üretim alanlarının mekansal değişiminin ardından barınma alanları da ya toplu konut ya da korunaklı siteler biçimine dönüşerek kent merkezleri dışına çıkmıştır. Üretim, ticaret ve barınmanın mekansal ayrışımı her gün milyonlarca kişinin bu üç alan arasındaki dolaşımı nedeniyle kentlerde ulaşımı “sorun” haline getirmiştir.


Her sorunu bir fırsata çevirmeyi beceren sermaye, kendi yarattığı sorunu kendisine kâr getirecek bir alana dönüştürmek üzere 20. yüzyılın “öncü” ürünü otomobili en etkin biçimde pazarlayacak yollara yönelmiştir. Toplu taşıma araçları yerine bireysel taşıma aracı olan otomobilin öne çıkartılması, bir taraftan ulaşım sorununu daha da çözümsüz hale getirirken, diğer taraftan sermayeye yeni kâr ve rant alanlarının açılmasına da olanak sağlamıştır.

Sosyal devlet uygulamalarında ulaşım, bir taraftan dolaylı olarak kâr alanı oluşturma işlevini sürdürürken diğer taraftan da kamusal bir hizmet haline gelmiştir. Ancak neoliberal politikalar, tüm kamusal hizmetler gibi kent içi ulaşımın kamusal niteliğini ortadan kaldırıp, bu alanı da piyasalaştırarak ya da özelleştirerek sermayeye kâr getirecek hale dönüştürmüştür.

Türkiye’de sosyal devlet uygulamaları son derece sınırlı kalmıştır. Buna rağmen kent içi ulaşım hizmetleri 1960 yıllardan 1980’li yılların ortalarına kadar önemli ölçüde kamu hizmeti olarak yürütülmüş ancak daha sonra piyasalaştırma ve özelleştirme uygulamaları başlamıştır. Bugün diğer pek çok alanda olduğu gibi kent içi ulaşımda da izlenen yöntem, kâr amacı güden yüksek fiyatlandırma ve imtiyaz haklarının özel sektöre devredilmesidir. Bu uygulamanın sonucu ise kaçınılmaz olarak ulaşımda yüksek bedeller olmaktadır.

Oysa ulaşım sorununu ortaya çıkartan sermaye ve onun sistemi kapitalizmdir. Emekçiler bu sorunun sadece mağdurudur. Zira kent içinde her gün bir yerden bir başka yere gitmek isteyenlerin çok büyük çoğunluğu ekmek parası peşindeki emekçiler ya da öğrencilerdir. Ekmek parası için emekleri sömürülen emekçiler işyerlerine ulaşmak için yeniden sömürülmektedir. Geleceğin emekçisi öğrenciler için de durum farklı değildir, onlar da sömürü çarkına girmek için yol aldıkları eğitim yaşamında katkı payları, harçlar ve dershane ücretleri yanında bir de ulaşım bedeli ödemek zorunda kalmaktadır.

İstanbul’da ulaşıma yapılan zamlar (ki en son metrobüse yüzde 33 dolayında zam yapılmıştır), kriz nedeniyle artan işsizlik ve düşen ücretler karşısında emekçilerin sabır sınırları sınanıyor düşüncesine neden olmaktadır. Evet, tüm bu koşullar içinde artan ulaşım fiyatları acaba emekçi kesimlerce nasıl algılanacaktır? Şüphe yok ki bu “saldırıya” karşı tepkisiz kalınması halinde bunun ardından çok daha büyük zamlar ve özelleştirme haberleri gelecektir.

Türkiye’de yeterince gündeme getirilemeyen ulaşım, emekçiler tarafından sahip çıkılması gereken sosyal bir haktır. Kent içi ulaşım, yerel yönetimlerin temel görevidir ve bunun için yerel yönetimler pek çok isim altında vergi almaktadır. Ulaşımı sağlayacak araçlar da bu vergilerle satın alınmaktadır. Yani ulaşımın bedeli zaten vergiler yoluyla ödenmektedir. Bunun dışında bir kez daha fiyatlandırmaya gitmenin hiçbir haklı gerekçesi yoktur. Dolayısıyla ücretsiz ulaşım hakkını savunmak son derece meşrudur. Öğrenci, işçi, işsiz, memur, emekli kısacası sermaye dışı tüm kesimler için toplu ulaşım ücretsiz olmalıdır. Eğer bunun hangi kaynaktan karşılanacağı düşünülüyorsa adres elbette sermayeden alınacak vergilerdir.

13 Kasım 2009 Cuma

Eylemin Adı ‘Grev’ Olunca…

13/11/2009

ÖZGÜRCE

Grev, emekçinin ekmek kavgasında sermayeye karşı kullanabileceği en güçlü silahtır. Grevle birlikte bir taraftan emekçiler üretimden -hizmet sunumundan- ve dayanışmadan gelen gücün farkına varırken diğer taraftan sermaye düzeni ideolojik olarak sorgulanır ve sarsılır. Bu nedenle sermaye, grevle ortaya çıkacak tehdide karşı grevleri engellemek için her türlü yola başvurur.

Sermayenin engellemelerinin aşılarak grevin başarılı olabilmesinin koşulu grevin önce emekçiler sonra da toplum tarafından benimsenmesidir. Bunun için greve katılacak emekçilere ve bu grevden etkilenecek toplum kesimlerine grevin gerekçesi en açık biçimiyle anlatılmalı ve ikna olmaları sağlanmalıdır. Eğer greve çıkması beklenen emekçiler, grevin gerekçesi konusunda yeterli bilgiye sahip değilse ve tam olarak ikna olmamışlarsa greve katılım düşük düzeyde kalacaktır ki bu grevi daha baştan başarısızlığa mahkum edecektir. Katılımın düşüklüğünden kaynaklanacak başarısızlığı önlemek için grev kararının ya tabanı oluşturan emekçilerin talebiyle alınması ya da tabandaki emekçiler ikna edildikten sonra açıklanması gerekir.

Greve katılım konusunda diğer önemli bir nokta da greve katılacak emekçilerin grevi yürütecek sendikaya güvenidir. Sermayenin, grevi başarısızlığa uğratmak için en çok başvurduğu yol, grevi kanunsuz ilan ederek emekçileri tehdit etmektir. Grev kararını alan sendika greve katılan emekçilerin karşılaşabilecekleri sorunları sahipleneceği güvencesini vermelidir. Ayrıca grev kararı alan sendikanın hedefine ulaşana kadar grevi sürdürmesi beklenir. Greve çıkılırken ortaya konulan hedeflerden yarı yolda cayılması, sendikanın kendi eliyle grevi kırması anlamına gelir ki bu da sendikaya olan güveni onarılmaz biçimde tahrip eder.

Başarılı bir grev için greve çıkacak emekçiler kadar grevden etkilenecek toplum kesimlerinin de desteği alınmalıdır. Özellikle kamu hizmeti gören emekçilerin gerçekleştireceği grevlerde bu destek çok daha önemlidir. Örneğin grev nedeniyle hastane kapısından dönen, vergi dairesinde işini göremeyenler grevin gerekçesi konusunda ikna olmamışlarsa tepkilerini emekçilere yöneltirler ki bu grevin meşruluğunu ortadan kaldırır ve grevi haksız duruma düşürür. Hal böyle olunca da grevin başarısız olmasının ötesinde belki uzun yıllar bir daha o alanda grev gerçekleştirmek mümkün olmaz. İşveren de bu zafiyeti en etkili biçimde değerlendirir ve emekçilerin haklarını daha da geriye götürme fırsatını elde etmiş olur.

Bugün emekçilerin içinde bulunduğu durum en etkin biçimde mücadeleyi gerektirmektedir. Bu mücadele süreci içinde elbette grev de vardır. Ancak eylemin adı grev olunca gerekli koşulların mutlaka yerine getirilmiş olması gerekir. Eğer bu koşullar tam anlamıyla yerine getirilmezse grev silahı geri teper ve emekçilere yarardan çok zarar verebilir.

Kamu emekçilerinin 25 Kasım’da aldıkları grev kararında gerekli koşulların ne ölçüde yerine getirilmiş olduğu konusunda kendi adıma endişelerim olduğunu belirtmek isterim. Umarım grev sürecine dair –olumsuz- izlenimlerim ve endişelerimde yanılırım ve 25 Kasım grevi başarıya ulaşır. Aksi halde sadece grev gibi son derece önemli bir mücadele aracının içi boşaltılmış olmaz, aynı zamanda zaten son derece zor durumda olan sendikal hareket çok büyük bir darbe daha alır ve yeniden toparlanması uzun yıllar mümkün olmayabilir (!)

10 Kasım 2009 Salı

YIKILAN DUVARIN BEDELİ…



10.11.2009

Berlin Duvarı’nın yıkılış yıl dönümü kapitalizmin zafer yıl dönümüne dönüştürüldü. Peki, Berlin Duvarı’nın yıkılması ve ardından da Doğu Bloğu’nun çöküşü kapitalizm için gerçekten “zafer” miydi?

Sovyet Devrimi ayakta kaldığı 72 yılda kapitalizmin en büyük korkusu olmuştur. Bu korku kapitalizmin vahşetinin dizginlemesine yol açmıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında çöken kapitalist Avrupa’nın sosyalizme teslim olmaması ve Avrupa emekçileri arasında yoğunlaşan sosyalizm isteklerinin köreltilmesi ve Fordist üretim sisteminin ihtiyacı olan tüketimin körüklenmesi amacıyla kapitalizm “sosyal” maskesine bürünmüştür. “Sosyal” maskesi altındaki kapitalist Avrupa’da sosyal haklar ve çalışma standartları yükselirken, işçi sınıfı ve sendikalar, maskenin aldatıcılığına kapılmış ve sistemle uzlaşma içerisine girmiştir.

1970’li yılların başında “sosyal” maskesi altında yeniden çöken kapitalizm, büyük ölçüde kendisine bağımlı hale gelen işçi sınıfının mücadele düşüncesinden uzaklaşmasını da fırsat bilerek yüzündeki maskeyi çıkartmış ve neoliberal politikaları uygulamaya koymuştur. ABD ve İngiltere’de uygulanmaya başlayan neoliberal sömürü düzeni Doğu Bloğunun etkisiyle özellikle Kıta Avrupa’sında yaygınlaşamamıştır. Ta ki bugün kutlamaları yapılan Berlin Duvarı yıkılana kadar.

Berlin Duvarı’nın yıkılması sadece Batı Avrupa ve Doğu Bloğu ülkelerinde yaşayanlar için değil tüm insanlık ve hatta yerküre için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Doğu Bloğunda yaşayanlar, yıkılan duvarın arkasındaki “Mc Donalds özgürlüğü”nün gerçek yüzüyle kısa zamanda tanışmışlardır. Etnik savaşlarda yüzbinler ölmüş, milyonlar göçe zorlanmıştır. Eski Doğu Bloğu ülkelerinde ekonomi mafya aracılığı ile kısa zamanda uluslararası tekellerin eline geçmiş eğitim, sağlık ve alt yapı hizmetleri çökmüştür. Çok kısa bir süre içinde yıkılan duvarla birlikte çöken ekonomi ve toplumsal yapının yarattığı ideolojik çöküntünün sosyalizm özlemini açığa çıkartmasını engellemek ve kapitalizme bütünüyle entegrasyon için bu ülkeler AB’ye üye yapılmıştır.

Kapitalist Avrupa’da 30 yıl boyunca “refah”ı yaşayanlar da en az Doğu’dakiler kadar Berlin Duvarı’nın yıkıntısından etkilenmiştir. Çünkü kapitalizme “sosyal” maskesini takmak zorunda bırakan reel sosyalizmin tehdidi artık ortadan kalkmıştır, sendikalar ise artık kapitalist sistemin bağımlılığı altında mücadeleden uzaktır. Dolayısıyla kapitalistler için yüksek düzeydeki sosyal haklar ve çalışma standartlarını sürdürmenin hiçbir gereği yoktur. Duvarın yıkılmasının ardından geçen 20 yılda bir dönemin “refah” ülkeleri bugün işsizliğin, yoksulluğun girdabındadır. Ücretler düşürülmüş, çalışma süreleri uzatılmış, kayıt dışı çalışma ve çocuk çalıştırması yaygınlaşmış, iş ve gelecek güvencesi büyük ölçüde ortadan kalkmıştır.

Berlin Duvarının yıkılıp reel sosyalizmin tehdidinin ortadan kalkması, küreselleşen kapitalizmle birlikte yerkürenin her noktasında hissedilmektedir. Özellikle bugün yaşanan ve adına küresel de denilen kriz ile birlikte kapitalizmin insanlığın başına nasıl bir bela haline geldiği kapitalizmin temsilcileri tarafından da açıkça itiraf edilmektedir.

Bakınız, Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, geçen ay İstanbul’da yapılan toplantılarda sistemin içinde bulunduğu durumu nasıl tariflendirmektedir: “Bu yıl 59 milyondan fazla insan işini kaybedebilir, Afrika’nın Sahra altındaki azgelişmiş bölgelerinde 30 bin ile 50 bin bebeğin ölebilir”. “Ağır bir borç yüküyle ezilmiş ülkelerde 900 milyon insan hâlâ temiz sudan yararlanamıyor. 1 milyar insan yoksulluk çemberini bir türlü kıramıyor”. “İnsan ilerlemesi denilen şey, artık geri dönüşü olmayacak bir şekilde geriye doğru gitmeye başladı.”

Yine aynı toplantılar sırasında IMF Başkanı Dominique Strauss-Khan ise kapitalizmin dünyayı getirdiği yeri şu sözlerle ifade ediyor: “Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde 15 milyon insan işini kaybetti, iç savaşlara kadar gidebilecek belirli karışıklıklar meydana geldi”. "… kriz sonrasında 90 milyon insan ağır yoksullukla karşı karşıya kalacak. Bu da bazı ülkeler için siyasi istikrarsızlık ve savaşlara neden olabilecek”.

Sözün özü: Berlin Duvarı’nın yıkılışını “zafer” olarak görenler, geçen 20 yılda emekçileri ve yerküreyi çok daha rahat sömürme olanağı bulan ve servetlerine servet katanlardır. Duvarın yıkılmasının bedeli emekçiler için çok ağır olmuştur. Ama Duvar yıkıldığı için umutsuzluğa, karamsarlığa kapılmanın zamanı değildir. 72 yıllık reel sosyalizm, doğrularıyla, yanlışlarıyla emekçi sınıfa yol gösterici olmalı ve emekçiler kendi sistemlerini kurabileceklerini yeniden hatırlamalıdır (!)

6 Kasım 2009 Cuma

‘YÖK’e Hayır’ Ama Neden?..


06/11/2009
ÖZGÜRCE

Bugün 6 Kasım… 12 Eylül rejiminin en temel kurumlarından biri olan YÖK’ün 28. kuruluş yıldönümü.
Pek çok alanda var olan 12 Eylül’ün ruhu üniversitelerde de YÖK ile yaşıyor.
Ancak 12 Eylül ruhunu sadece 5 generalin ülke yönetimine el koyup yarattığı faşizan ortam olarak değerlendirmemek gerekir.
Zira bu faşizan rejimin amacı, ulusal ve uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda Türkiye’de neoliberal politikaların yaşama geçirilmesidir.
12 Eylül rejimi büyük ölçüde amacına ulaşmıştır.
YÖK’ün de bu süreçte önemli rolü olmuştur. YÖK düzeni içerisinde üniversiteler, bir taraftan piyasa içinde var olabilmek dışında hiç şey düşünmeyen ve sadece piyasanın ihtiyacı olan işgücünü karşılamaya hizmet eden bireyler yetiştirmiştir.
Diğer taraftan ise YÖK’le birlikte üniversiteler araştırma faaliyetlerini sermayenin ve siyasi iktidarların çıkarları doğrultusunda gerçekleştirmeye yönelmiştir. Üniversitenin işlevleriyle birlikte üniversitenin işleyişi de piyasalaşmıştır.
Bu bağlamda, öğrenim faaliyetlerinde düşünme ve sorgulama yeteneği olmayan tamamen piyasaya eleman yetiştirmeye yönelten üniversite, öğrenim finansmanını ise büyük ölçüde “müşteri” olarak gördüğü öğrencilere ödettirmektedir.
Araştırma faaliyetlerinin finansmanı ise üniversite-sanayi işbirliği adı altında ulusal ve uluslararası sermaye kuruluşlarının projeleri ile sağlanır hale gelmiştir.
YÖK’ün baskı düzeninin üniversitelerde hâlâ geçerli olması ve sermayenin üniversiteyi adeta abluka altına alması 27 yıldır olduğu gibi bugün de üniversitelerde demokrasi ve özerklik talebini dillendiren –az sayıdaki- öğrenci ve üniversite emekçisi tarafından çeşitli etkinliklerle protesto edilecektir.
Üniversitenin demokratikleşme ve özerkleşme talepleri dillendirilirken birkaç noktaya çok dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Zira yüksek öğretim sisteminin yeniden yapılanması sadece üniversitenin piyasalaşmasına karşı olanlar tarafından değil, üniversiteyi bütünüyle sermayeye teslim etmek isteyenler tarafından da dillendirilmektedir.
Bu bağlamda, TÜSİAD ve Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK) tarafından hazırlanan taslak ve strateji raporlarında yüksek öğretim sistemindeki merkezi yapı eleştirilmekte ve üniversite özerkliği savunulmaktadır.
İlk bakışta, üniversiteyi piyasalaştığı için eleştirenlerle, üniversiteyi tamamen piyasalaştırmak isteyenlerin aynı taleplerde buluştukları izlenimi ortaya çıkmaktadır. Oysa sermaye temsilcilerinin özerklikten kasıtları üniversitedeki bilimsel özerklik değil sadece mali ve idari özerkliktir.
Mali özerklik ile ifade edilmek istenen ise üniversitenin kamu kaynaklarından finanse edilmesi yerine kendi finansman kaynaklarını kendisinin yaratmasıdır.
Üniversitenin kendi kaynakları ise öğrencilerin cebindeki paralar ile sermayeden gelecek projelerdir. Ayrıca üniversitedeki çalışmanın esnekleşmesi –iş güvencesinin ortadan kalkması ve iş yoğunluğunun artması- ve üniversiteye gelir sağlama odaklı olması – performans değerlendirme vs. sistemlerle- da bu sürecin doğal sonucudur.
Sermaye örgütlerinin idari özerklik adı altında getirmek istediği; dış paydaşlar (hissedarlar) olarak tanımladığı sermaye temsilcilerinin de üniversite yönetimlerinde söz sahibi olması ve üniversitenin öğrenim ve araştırma faaliyetlerinin bu paydaşlarının ihtiyaçları doğrultusunda belirlenmesidir.
Üniversitede bilimsel faaliyetleri yürüten üniversite bileşenleri ve emek örgütlerine üniversitenin karar alma mekanizmalarında hiçbir söz hakkı vermeyen bu anlayışın amacı; üniversiteyi sermaye dışı toplum kesimlerinden tamamen uzaklaştırıp, idari olarak sermayenin tahakkümü altına sokmaktır.
Sonuç olarak, bugünkü yüksek öğretim sistemi ve YÖK, birbiri ile taban tabana zıt yönlerden eleştirilmektedir.
Bu durumda gerek sisteme gerekse YÖK’e karşı çıkışın gerekçeleri çok net bir biçimde ortaya konulmalı ve bir alternatif sistem önerisi geliştirilmelidir.
Aksi halde sadece “YÖK’e hayır” sloganı bugün yapılan protestoların amacına ulaşmasını sağlamayacaktır.

30 Ekim 2009 Cuma

Arızlı Konutlarında Barınma Hakkı Mücadelesi ve Demokrasi


30/10/2009
ÖZGÜRCE

Barınma, sadece insanlar için değil yeryüzündeki tüm canlılar için doğal bir haktır. İnsanoğlu, Sanayi Devrimi’ne kadar barınma ihtiyacını yaşadığı coğrafyanın, kültürün gerektirdiği biçimde sağlamıştır. Ne zaman ki Sanayi Devrimi ve fabrika sistemiyle insanlar binlerce yıldır yerleşik oldukları yerlerinden, yurtlarından kopup kentlere gelmişlerdir; barınma da toplumsal bir sorun haline gelmiştir. Mülkiyet ve girişimcilik hakkı üzerine kurulmuş olan liberal demokrasi anlayışı, diğer sosyal haklar gibi barınma hakkını da görmezden gelmiştir. Ancak işçi sınıfı mücadeleleri ve reel sosyalizmin tehdidi ile barınma da diğer sosyal haklarla birlikte gündeme gelmiştir.
Türkiye’de de kapitalizmin gelişim süreci içinde barınma, son derece liberal bir anlayışla, mülkiyet edinme temelinde ele alınmış ve böylece, bir taraftan büyük rant alanları sermaye birikimine kaynaklık ederken, diğer taraftan mülk edinebilecek gelire sahip olmayanlar, barınma sorunuyla karşı karşıya bırakılmıştır. Devletin barınma sorununu çözmek yerine sermayeye rant alanı açma anlayışıyla uyguladığı “kentsel dönüşüm projeleri” ile, mülke sahip olanların da bir bölümünün mülküne el konarak, barınma sorunu daha da yaygınlaştırılmaktadır.
İnsanın en temel ihtiyacı ve hakkı olan barınmayı sermayeye kaynak aktarmanın yolu olarak gören devletin ve onun başındaki AKP Hükümeti’nin bu konudaki son icraatı, Kocaeli’nde Arızlı depremzede konutlarında yaşanmaktadır. 17 Ağustos depreminin ardından depremzedelerin barınma ihtiyacını karşılamak üzere dönemin Irak hükümetinden sağlanan hibeyle yaptırılan Arızlı konutlarında oturanlar kapı dışarı edilmiştir. Depremzedelerden boşalan konutlara ise bürokratlar yerleştirilmiştir.
10 yıl önce depremle yıkılan Arızlı sakinleri, 10 yıl sonra AKP Hükümeti’nden gelen yıkımı kabullenmemiş ve barınma hakları için örnek bir mücadele yürütmektedir. Görevi yurttaşların barınma ihtiyacını karşılamakken, depremzedelerin barınma hakkını ihlal eden devlet, gücünü yine copuyla, gazıyla göstermektedir. Barınma hakkı mücadelesi veren Arızlı sakinlerine karşı baskıcı ve acımasız tutum, AKP Hükümeti’nin ağzından düşürmediği “demokrasi” konusundaki samimiyetini de açıkça ortaya koymaktadır.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Domuz Gribinde Hayır Mı Var Acaba?


27.10.2009 - 07:30
“Her şerde bir hayır vardır” yaklaşımıyla hareket etmek ne kadar sağlıklı bir durumdur bilmiyorum ama nedense “domuz gribi” üzerinden toplumun hemen tüm kesimlerinin katılımıyla yürüyen tartışmalar bana bu sözü hatırlatıyor.

Grip gibi melanet bir hastalıktan nasıl bir hayır beklenebilir? Hele de bu grip insanların ölümüne yol açıyorsa..!

Hayır beklentisi gribin kendisinden değil elbette, ama gribin “domuz” adı verilen biçiminin ortaya çıkışı, gribe karşı geliştirilen yöntemler ile bu yöntemlerin Türkiye’deki sunumu öyle bir tablo çıkarttı ki ortaya, bir taraftan kapitalist sistem, diğer taraftan devlet ve siyasi iktidar görülmedik biçimde sorgulanmaya başlandı. Sağlık Bakanlığı, ısrarla, uluslararası ilaç tekellerinden aldığı 43 milyon doz domuz gribi aşısının mutlaka yapılması gerektiğini aksi halde büyük bir felaket yaşanacağını söylüyor. Ama toplumun çok önemli bir bölümü “kırk yılda bir” devletin kendisini hatırlayıp da ücretsiz olarak karşıladığı bu koruyucu sağlık hizmetini reddediyor.

Çünkü inanmıyor, güvenmiyor. Çünkü artık tekelci kapitalizmin nasıl işlediğini ve özellikle kriz dönemlerinde tekelciliğini siyasi iktidarlar üzerinden nasıl kullandığını çok iyi biliyor. Ve artık “otomobil, konut satamayan uluslararası sermaye, krizden çıkmak için attı ortalığa bir hastalık, şimdi onun önlenmesi için ürettiği ilaçları insanları korkutarak, tehdit ederek piyasaya sürüyor, hükümette bunun aracılığını yapıyor” diyor… Bunu söyleyen Kapital’i hatmetmiş sosyalistler değil, TV’lerin sokakta mikrofon uzattığı muhtemelen AKP’ye, MHP’ye ya da CHP’ye oy vermiş ortalama Türkiyeliler.

Haksızlar mı peki?

Domuz gribi hastalığı ve aşısı üzerine konunun uzmanı olmadığım için toplumun bu konudaki yargılamasının haklılığı ya da haksızlığı üzerine bir şey söylemek doğru olmaz. Ama Türkiye’de toplum-devlet ilişkisinin 30 yıllık geçmişine bakınca toplumun sisteme, devlete ve siyasi iktidara yönelik sorgulamalarının gecikmiş de olsa yerinde bir tavır olduğunu söyleyebilirim.

Diğer pek çok kapitalist ülke gibi Türkiye’de de toplumun sermaye dışındaki geniş kesimleri az ya da çok devletin sosyal yönüyle tanışmışlar, hatta ona “devlet baba” bile demişlerdi. Ama o “baba” Türkiye’de 1980’den sonra –diğer ülkelerde de yaklaşık aynı dönemde- neoliberal politikalar çerçevesinde sadece sermayenin çıkarlarına hizmet eder hale gelmişti.

Toplumun geniş kesimi bu dönüşümü yeterince algılayamadı ve ona inanmaya devam etti. Sonuçta, devletin radyasyonsuz dediği çayı içti kanser oldu; temiz dediği suyu içti hastalandı; zararsız dediği kızamıkçık aşısını vuruldu karnındaki bebeği kaybetti. Tapusunu veren devlet geldi evini yıktı; çocuğunu gönderdiği okul öğretmensiz, sağlık ocağı doktorsuz kaldı. Olmazsa olmaz denerek sosyal güvenlik sistemi değişti, emeklilik mezara kaldı. Bir de utanmadan bunun yasasını çıkartanlar, 3-5 yaşındaki çocuklarını, torunlarını kendi “pisliklerinden” korumak için çalışıyor gösterip sigortalı yapmaya kalktılar.

Tüm bunların ardında da toplumun ne sisteme ne de onun temsilcisi hükümetlere güveni kaldı. Şimdi bu güvensizlik “domuz gribi” vesilesiyle patlayıverdi. Güvensizliğin kendini gösterdiği “domuz gribi”nin ve yarattığı tehdidin boyutunu bilemiyoruz ama genel olarak yarattığı güvensizlik son derece anlamlıdır. Ve eğer domuz gribi üzerinden gelişen, sistemi ve siyasi iktidarı sorgulama süreci -sınıfsal içeriğe sahip- siyasi bir tepkiye dönüşürse “her şerde bir hayır vardır” sözü de gerçeklik kazanabilir.

23 Ekim 2009 Cuma

2010 bütçesinin emekçi için anlamı




23/10/2009
ÖZGÜRCE
Krizden kurtulmak için “alış-verişe çık”, “sakız al, çiçek al, simit al ekonomiye can ver” diyerek; toplumu daha fazla harcamaya yöneltenler, 2010 bütçesini bunun tam tersine “kemer sıkma” anlayışla hazırlamışlardır. 2010 yılında, 2009’a göre bütçede gelir artışı yüzde 16 düzeyinde, giderler artış ise sadece yüzde 7.6 olarak öngörülmüş, yani giderlerin gelirlerin yarısı kadar bile artmayacağı bir bütçe yapılmıştır.
Devletin daha fazla gelir elde ederken, daha az harcama yapması, “devlet lüzumsuz harcamaları kısacak, daha fazla gelir elde edecek” düşüncesiyle ilk bakışta hoş görülebilir ve hatta takdir de edilebilir. Ama bütçe tasarısı biraz ayrıntılı incelendiğinde durumun –emekçiler açısından- hiçte “hoş” olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Geçen hafta Maliye Bakanı tarafından açıklanan ve Meclis’e sunulan 2010 Bütçe Tasarısı’nda öngörülen gelir artışının kaynağı; yeni üretim alanları açılarak, zenginlik yaratılması değildir elbette. Krizin etkilerinin giderek arttığı, ekonominin daha da küçülerek sakıza, simide muhtaç olduğu bir dönemde böyle bir beklenti içine girmek abes olur zaten. Peki, o zaman bütçede öngörülen gelir artışı nereden gelecektir?
Sorunun cevabı, tahmin edebileceğiniz gibi “emekçi kesimlerin cebi”dir. Bütçede gelir artışının kaynağı vergilerdir. Kimden vergi alınacağı konusunda hükümetin tercihi nettir: Sermayenin kârı üzerinden alınan Kurumlar Vergisi’nin artış oranı yüzde 8; toplumun diğer kesimlerinin yediklerinden, içtiklerinden alınan Özel Tüketim Vergisi ise yüzde 31.6 artacaktır. Örneğin ısınmak, işe gidip gelmek için kullandığımız petrol ve doğal gazdaki vergi artışı yüzde 26.15; dayanıklı tüketimde vergi artışı yüzde 32.98; motorlu taşıt araçları vergisinde artış yüzde 60.85; tütün mamullerinde ise vergi artışı yüzde 41.54 olacaktır. Ayrıca yol, köprü ve tünel ücretleri yüzde 23.7; tapu harç ücretleriyse yüzde 23.58 artacaktır. Özelleştirme gelirleri de daha önceki yıllarda olduğu gibi bütçenin gelir beklediği kaynaklar listesinde yerini almıştır.
Geliri emekçinin cebinden çıkan bütçenin, diğer bir yüzü de “kemerlerin sıkılmasıyla” azaltılması düşünülen giderlerdir. Topluma “aman tüketin” diye kırk takla atılan bir dönemde, devletin harcamalarını kısmasının nedenini anlamak için önce personel giderlerindeki artışa bakmak gerekir. Hükümet 2010 yılında vergi artışlarıyla yaşamı yüzde 31.6 daha pahalı hale getirirken, kamu işçisi ve memurun gelirleri için sadece yüzde 7.2’lik bir artış öngörmektedir. Öte yandan Bütçe Taslağı’nın “Yapısal Reform Öncelikleri” başlığı altında belirtildiği üzere kamu harcamaları ve özellikle de sağlık harcamalarında tasarrufa gidilecektir. Personel giderinden, toplumun eğitiminden, sağlığından tasarruf edilen kaynağın gideceği yer ise kredi ya da teşvik adı altında aktarılan sermayenin kasası olacaktır.
2010 bütçesi, geliriyle, gideriyle hiçbir sosyal içeriği bulunmayan, tamamen “toplumdan sermayeye kaynak aktarma” amacı güden ve bu bağlamda da piyasa devletinin gereklerini tümüyle yerine getiren bir içeriğe sahiptir. Aynı zamanda bu bütçe, krizin bugüne kadar ki ve bundan sonraki tüm faturasının emekçilerin sırtına yıkılacağının da resmi belgesidir.
Krizin başından buyana sürece müdahale etmek anlamında hiçbir varlık gösteremeyen sendikaların 2010 bütçesine karşı da etkisiz olma durumları devam etmektedir. Artık emekçilerin haklarını savunma noktasındaki etkisizlik nedeniyle sendikaları sorgulamanın zamanı geçmek üzeredir. Bundan böyle sorgulanması gereken, sendika(cı)ları sorgulamayan ve gereken müdahalede bulunmayan emekçilerin kendisidir (!)

20 Ekim 2009 Salı

İşte AKP, İşte "Sağlık"...!


20.10.2009

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana en hararetle savunduğu ve uygulamada “başarılı” da olduğu politika “sağlıkta dönüşüm”dür. AB’nin, DB’nın, DTÖ’nün ve daha nice kapitalist kurumun da biçtiği görev üzere AKP, 7 yıldır istikrarlı bir biçimde -Sağlık Bakanı’nı değiştirmeden- sağlık sistemini dönüştürmek için çabalamaktadır.
AKP iktidarı döneminde kamu sağlık harcamaları 4 kat, SGK’nın sağlık harcamaları 5 kat, yeşil karttan yapılan harcamalarsa 10 kat artmıştır. İlk bakışta, sağlık harcamalarında “olağanüstü” olarak da kabul edilebilecek bu artış, AKP’nin sağlığa verdiği önemden kaynaklandığı düşünülebilir. Ancak harcamaların nerelere yapıldığına bakıldığında “ilk bakış”ın yanlışlığı hemen ortaya çıkacaktır. Çünkü olağanüstü artan sağlık harcamalarında en büyük gider kalemi tedaviye yönelik harcamalardır. 2003 yılında 4.3 milyar TL olan tedavi harcamaları 13.9 milyar TL’ye, 5.6 olan ilaç harcamaları 10.7 milyar TL’ye yükselmiştir. 2005 yılı itibariyle bakıldığında Türkiye’de koruyucu sağlık hizmetlerinin payı sadece yüzde 2.6 düzeyindedir ve OECD ülkeleri içinde koruyucu sağlık hizmetlerine en az pay ayıran ülkedir. Koruyucu sağlık hizmetlerinde en sonda olan Türkiye, ilaca ayırdığı kaynak bakımından ise pek çok ülkeyi geride bırakarak en üst düzeye yükselmiştir. Türkiye’nin ilaca ayırdığı pay milli gelirin yüzde 1.7’si dolayındadır.
Çok büyük bölümü tedavi ve ilaç giderleri için yapılan sağlık harcamalarının kurumlara göre dağılımı da oldukça ilginçtir. 2003 yılında kamu sağlık kurumları için yapılan harcama miktarı yaklaşık 2.5 kat artarak 2.9 milyar TL’den 7.3 milyar TL’ye çıkmıştır. Aynı dönemde özel sağlık kurumlarının payı ise yaklaşık 8 kat aratarak 528 milyon TL’den 4,3 Milyar TL’ye çıkmıştır.
Bu noktada görünen tablo AKP Hükümeti’nin sağlık harcamalarını önemli ölçüde arttırdığıdır. Ancak olağanüstü artan sağlık harcamaları toplumun sağlığını korumak yerine önce hasta edip sonra tedavi etmeye yöneliktir. Harcamaların gittiği yer ise özel sağlık kuruluşları ve ilaç firmaları olmuştur. Sadece kamu sağlık harcamaları değil, 5510 sayılı SSGSS yasasının da bir sonucu olarak yurttaşların yaptıkları cepten harcamalar da yine aynı yönde olmuştur.
Geçtiğimiz günlerde açıklanan Türkiye’nin en zengin 100 kişi ve aile sıralamasında özel hastane tekellerinin başında gelen Acıbadem Grubu’nun kurucusu Mehmet Ali Aydınlar, 56. sıradan 43. sıraya yükselmiştir. İlaç tekellerinin başında gelen Abdi İbrahim’in yöneticisi Nezih Barut ise 57. sıradan 41. sıraya yükselmiştir.
Son dönemde hazırlanan ekonomik krize karşı önlemler paketleri içerisinde yine en büyük saldırı sağlık hakkına yöneliktir. “Sağlıkta global bütçe” adıyla getirilen programda bütçe açıklarını kapatmak üzere kemerlerin sıkılacağı ve sıkılan kemerde en büyük payın da sağlık harcamalarının kısılmasıyla gerçekleşeceği açıklanmıştır. Bu bağlamda, yurttaşların cepten ödeme oranları arttırılırken, özel hastanelere aktarılan kamu payının da arttırılması öngörülürken, ilaçtan 2.5 milyar TL tasarruf yapılması planlanmıştır.
Sonuç olarak: 1. AKP Hükümeti sağlıkta dönüşüm olarak ifade ettiği çerçeve içinde kamu kaynaklarını özel hastane ve ilaç tekellerine aktarmaktadır.
2. AKP Hükümeti, toplumun sağlığını korumayıp, “müşteri-hasta” sayısını arttırarak sağlık sektörüne yatırım yapan sermayeye yeni kaynak yaratmayı amaçlamaktadır.
3. AKP, sağlık sistemi üzerinden yeniden düzenlediği kaynak aktarma mekanizmasını yandaş sermayesini palazlandırmanın bir yolu olarak da görülmektedir.

16 Ekim 2009 Cuma

“IMF VE DB’YE DEFOL, AB’YE BUYUR GEL” ÇELİŞKİSİ..!


16/10/2009

ÖZGÜRCE

Avrupa Birliği’nin aday ülkeleri Kopenhag Kriterleri doğrultusunda değerlendirdiği İlerleme Raporu (2009) yayınlandı. Daha önceki yıllarda olduğu gibi basının Raporda öne çıkarttığı konular demokrasi, hukuk devleti, laiklik, insan hakları, düşünce özgürlüğü, bağımsız yargı, özgür medya gibi konuları içeren siyasi kriterlere ilişkin oldu. Aydın Doğan’ın vergi borcu nedeniyle özgür medya konusu özellikle daha büyük bir hararetle gündeme geldi (sanki basına yönelik başka baskılar yokmuş gibi). Ve yine Raporun ekonomik kriterlere ilişkin bölümü ya tamamen yok sayıldı ya da gazetelerin en görünmeyen köşelerine sıkıştırılan birkaç satırdan ibaret kaldı.
Dolayısıyla da ortaya yine Türkiye’ye demokrasi getirmeye çabalayan “melek gibi” bir AB görüntüsü çıkartıldı. Oysa İlerleme Raporunun toplumdan köşe bucak saklanan ve “piyasa ekonomisine işlerlik kazandırmayı” hedef alan ekonomik kriterler incelese; hani geçen hafta “Türkiye’den Defol” denilen, son derece etkili protestolarla karşılanan IMF ve DB ile AB arasında hiçbir fark olmadığı görülecektir.
Zira İlerleme Raporunun ekonomik kriterler ayağında AKP Hükümetinin krizin tüm faturasını emekçilere ödeten, emekçileri daha da yoksullaştıran, işsizleştiren, İşsizlik Sigortası Fonuna el koyan politikaları olumlu olarak değerlendirilmektedir. En son açıklanan ve sağlık harcamalarını topluma yıkan, esnekleşmeyi ve kemer sıkmayı öneren Orta Vadeli Programdan da övgüyle söz edilmektedir. Buna karşılık, emekçilerin haklarına saldırı niteliğinde olan, emek piyasasının hala katı olduğu, özelleştirmelerin yavaşladığı gibi gerekçeler ise hükümete yönelik eleştiriler olarak Raporda yer almıştır.
IMF, DB ile AB arasında bir karşılaştırma yapıldığında Türkiye’nin neoliberal yeniden yapılanma sürecine en hızlı biçimde uyumlaştığı 2002 sonrası dönemde AB’nin bu uyumlaştırmadaki rolünün diğerlerinden çok daha belirgin olduğu görülmektedir. Zaten, AB’nin Türkiye’ye verdiği ev ödevi olan Katılım Ortaklığı Belgelerinin ekonomik kriter başlığının kısa vadeli önceliği her zaman “IMF ve DB tarafından programlarına uyulması” olmuştur. IMF ve DB ile AB arasındaki tek fark, Türkiye’de emekçi kesimleri ve demokrasi taleplerini temsil eden örgütlerin “siyasi kriterler”den medet umarak AB’yi emek ve demokrasi mücadelesinin önüne koymasıdır.
Siyasi kriterlere dayalı olarak siyasi ve sosyal haklar beklenirken “ekonomik kriterler” de kabullenilmektedir. Oysa emek örgütlerinin kabullendiği ekonomik kriterler, sermaye dışında tüm toplum kesimlerinin sosyal haklarını birer birer oradan kaldırmakta yoksulluğu, sömürüyü yaygınlaştırmaktadır. Bunun en iyi örnekleri sosyal güvenlik, sağlık ve iş güvencesi alanlarda tüm kazanımların AB’ye uyum gerekçesiyle ortadan kaldırılmasıdır.
Artık şu görülmelidir ki: Yoksulluk, işsizlik, emeğin sömürüsü ve güvencesizleşmesi sonucunu ortaya çıkartan piyasa ekonomisini dayatan bir yapıdan demokrasi beklenemez. Daha dün IMF’yi, DB’nı sokaklarda protesto eden örgütlerin AB’yi bir kurtarıcı gibi görüp, kabullenmeleri büyük bir çelişkidir(!) Emek örgütlerinin bu çelişkisi emek mücadelesinin önünde büyük bir engel oluşturmakta ve emekçilerin haklarını birer birer kaybetmelerine neden olmaktadır.
Sözün özü: “IMF, DB defol, AB buyur gel…” anlayışı büyük bir aldatmacadır. Bu aldatmacanın bedelini tüm emekçiler ödemektedir. Emeği temsil ettiği iddiasındaki örgütlerin bu aldatmacasına “dur” demeden, Türkiye’de ne emek hareketi bir adım öteye gidebilir ne de hak kayıpları durdurulabilir(!)

9 Ekim 2009 Cuma

Kapitalizmin Son Yalanı: ‘Sorumlu Küreselleşme’


09/10/2009
ÖZGÜRCE
İstanbul’da yapılan IMF-DB toplantıları ve en az o toplantılar kadar önemli olan protesto eylemleri sona erdi. Bu toplantı ve protesto maratonundan geriye son derece önemli sonuçlar ve soru işaretleri kaldı. Benim toplantılar sonucunda en çok önemsediğim sözler şunlar oldu: “Dünyada kriz yaşanmamasını sağlamamız mümkün değil. Aslında gelecekle ilgili bildiğimiz tek şey var. O da her zaman başka krizler yaşanacağıdır.” “Kriz nedeniyle bu yıl 59 milyondan fazla insan işini kaybedebilir. Afrika’nın Sahra altındaki azgelişmiş bölgelerinde 30 bin ile 50 bin bebek ölebilir.” “Küresel ekonomik kriz nedeniyle insanlar işsiz kalıyor, hayatları mahvoluyor, kız çocuklar okula gidemiyor, ev kadınları hangi yemek öğününü kessek diye düşünür hale geldi, çocuklar kötü besleniyor.”“Ağır bir borç yüküyle ezilmiş ülkelerde 900 milyon insan hâlâ temiz sudan yararlanamıyor. 1 milyar insan yoksulluk çemberini bir türlü kıramıyor.”“Tüm insanlar ‘Küresel krizin bir daha olmasına izin vermeyin’ diye bağırıyor. Ama dünyada kriz yaşanmamasını sağlamak mümkün değil. Aslında gelecekle ilgili bildiğimiz tek şey var. O da her zaman başka krizler yaşanacağıdır.”“Yaşanan tüm bu sorunların çözümü için ‘yeni bir sisteme’ ihtiyaç vardır.”Yukarıdaki sözler aslında Evrensel okurlarına hiç yabancı değildir. Bu gazetede pek çok kez krizin sonuçları ve sürekliliği konusunda haberler çıkmış, yorumlar yapılmıştır. Çözüm için yeni bir sistem gerekliliği de sayısız kez tekrarlanmıştır. Peki, o zaman yukarıdaki sözleri önemli hale getiren nedir?Yukarıdaki tespitleri önemli hale getiren, bunları söyleyen kişidir. Bu sözler, Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick tarafından söylenmiştir. Kapitalist ekonominin kumandasını elinde tutan birkaç kişiden biri olan DB başkanının bu sözleri; kapitalizmin, insanlığa acı çektirmek dışında işlevi olmayan bir çöküntü olduğunun en birinci ağızdan itirafı, ilanıdır(!..)Peki, bu sözlerin sahibi ortaya koyduğu tablo karşısında nasıl bir çözüm önermiştir? DB başkanı, her kapitalist yönetici gibi gerçek patronu olan küresel sermayenin çıkarlarını gözeten bir çözüm sunmuştur: “Sorumlu Küreselleşme!” Daha önce “sermayenin sosyal sorumluluğu” programlarıyla insanları oyalamaya çalışan DB, bunun artık inandırıcılığı kalmayınca çözümün adını “Sorumlu Küreselleşme” olarak değiştirmiş anlaşılan. Zoellick, şu iki cümlesiyle “yeni sistem” dediği “Sorumlu Küreselleşme”nin gerçek amacını ortaya koyuyor: “…zaman içinde Afrika’ya yapılacak yatırımlar neredeyse 1 milyar insanı kapsayan yeni bir pazar açacak ve yeni bir büyüme kaynağı olacaktır.” “…hükümetlerin canlandırma paketleri, özel sektörde talep, yatırım ve ticareti artırmaya yönelik olmalıdır.”Yani başına “sorumlu” da gelse küreselleşmenin insanlığa karşı “sorumsuzluğu” değişmemiştir. Kapitalizmin küresel hali, yeni görüntüsü altında da kendisine yeni pazarlar açarak sömürmeye, daha çok sömürmeye devam edecektir. Öte yandan, 1970’li yıllardan bu yana uygulanan işsizliğin, yoksulluğun ve emek sömürüsünün ana kaynağı olan neoliberalizmin “arz yönlü” ekonomi politikaları da aynen sürmektedir. Bunun anlamı, toplumdan daha fazla vergi alınması, ücretlerin düşmesi, eğitim, sağlık başta olmak üzere sosyal harcamaların daha da kısılması ve tüm kaynakların sermayeye aktarılmasıdır. Görüldüğü gibi önümüzdeki süreçte değişecek hiçbir şey yoktur. Kapitalizm insanlığı acılara sürüklemeye ve yerküreyi hızla tüketmeye devam edecektir. Kapitalizmin kendi kendine daha insancıl bir hale dönüşmesi de beklenemez zaten. İnsanlığın gerçek anlamda bir değişim yaratabilmesinin tek yolu, işçi sınıfının kapitalizmle olan mücadelesini başarmasıdır. Ancak bunun için her şeyden önce işçi sınıfının kapitalizmin gerçek yüzünü gizlemek için başvurduğu yalanlara ve AB gibi başka isimler altında aynı amaca hizmet eden yapılara aldanmaması gerekir(!..)

5 Ekim 2009 Pazartesi

İşsizlik Sorunumuz Çözüldü Hamdolsun!..


05/10/2009

ÖZGÜRCE

Sayın Başbakanımız sayesinde Türkiye’de işsizlik sorunu da çözüldü(!) Aman yanlış anlamayın, dalga geçiyor değilim. Son derece samimi olarak söylüyorum; tüm kapitalist ülkeler işsizlikle boğuşadursun, Türkiye’de artık işsizlik diye bir sorun kalmamıştır hamdolsun(!)Başbakan, Dokuz Eylül Üniversitesi’nin açılış töreninde yaptığı konuşmada gençlere hitaben şöyle diyor: “…bakınız her üniversiteyi bitiren veya tüm halk iş sahibi olur diye bir kaide yok. Dünyanın hiçbir yerinde, ABD başta olmak üzere halkının tümüne iş sağlamıştır diye bir gerçek yok. Bakın şu anda onlar da yüzde 7-8 oranlarına varan işsizlikle uğraşıyor. İspanya, buyurun yüzde 18 işsizlikle baş başa. Biz ise şu anda yüzde 13’teyiz.” Şimdi bu sözlerle işsizlik nasıl çözüldü diyeceksiniz haklı olarak. Hemen söyleyelim. Biz işsizlik ortadan kalkacak, herkes iş bulacak demedik, işsizlik sorunu çözüldü dedik. Yani işsizliğin bir sorun olmaktan çıktığını söyledik. Nasıl mı?Bakın Başbakan; “..tüm halk iş sahibi olur diye bir kaide yok” diyor. Yani işsiz kalmanız normaldir, öyle üniversite falan bitirdim diye iş bulacağınızı zannetmeyin, diyor. Bu sözleriyle birlikte hükümet olarak işsizlik sorununu çözmek gibi sorumlulukları olmadığını da açıkça ifade etmiş oluyor. Gerçi Başbakan bu sözleriyle; “işsizliği önleme görevini devlete veren” Anayasa’nın 49. maddesini çiğnemiş oluyor ama olsun, o bir başbakan…Başbakan’ın bu sözleri üzerine işsizim diyen, karnını doyurmak için iş arayan her vatan evladının ne yapması gerekiyor? “Benim işsiz olmam olağanmış, dolayısıyla ortalarda işsizim diye dolanmama gerek yok, gidip bir cami kapısında dileneyim” demesi gerekiyor. Peki, işsizler iş aramaktan vazgeçince ne oluyor? Artık işsiz sayılmıyorlar ve böylece Türkiye’de de işsizlik diye bir sorun kalmamış oluyor. İşte bu kadar basit…Ha bir de kadir kıymet bilir tüm vatan evlatlarının, böylesine dahi bir başbakanımız olduğu için ve Allah onu başımızdan eksik etmesin diye sabah akşam dua etmesi gerekiyor(!)

28 Eylül 2009 Pazartesi

Elveda Sosyal Demokrasi!..



29.09.2009

19. yüzyılda tüm çıplaklığıyla ortaya çıkan sınıfsal çelişkiler ve işçi sınıfı mücadeleleriyle tavize zorlanan kapitalizm, çözümü işçi sınıfını kendi içerisinde bölmek ve sistemle uyumlaştırmakta bulmuştur. Özellikle II. Enternasyonel’de yaşanan tartışmaların ardından Marksizm’den önemli ölçüde kopan işçi sınıfı önderleri, toplu pazarlık düzeni içerisindeki sendikaları ve sosyal demokrat partileri sistemle uzlaşının araçları olarak görmüşlerdir. Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist ülkeler, güçlenen sosyalist blok karşısında sosyal demokrasiyi kendi işçi sınıflarının sosyalizme ve komünizme yönelmesini engellemenin aracı olarak kullanmışlardır.
Kapitalizmin “sosyal demokrasi”nin ardına gizlenmesi ve onu deyim yerindeyse “Truva atı” olarak kullanmasına en iyi örnek, sosyal demokrat düşüncenin temellerinin atıldığı ülke olan ve savaş sonrasında kapitalizmin vitrini haline gelen Almanya’dır. Almanya’da sosyal demokrat hareket, 20. yüzyılın henüz başlarında işçi sınıfını temsil etmek iddiasıyla sosyalizme alternatif olarak ortaya çıkmış ve soğuk savaş döneminde de birçok kapitalist ülke tarafından örnek alınmıştır.
1970’lerden itibaren sosyal refah politikalarını terk edip doğrudan işçi sınıfının haklarına karşı saldırıya geçen kapitalizm içerisinde artık sosyal demokrasinin “kapitalizm içinde işçi sınıfı haklarının korunabileceği” yönündeki söylemi çökmüştür. Özellikle Doğu Bloğu’nun dağılması ve soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte kapitalizm içinde var olma zemini tamamen kayan sosyal demokratların sermaye dışı toplum kesimlerinin güvenini yitirmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. İşte bu noktada sosyal demokrat harekete -kendi kendini yok etme pahasına- son bir görev daha verilmiştir. Bu görev; neoliberalizmin işçi sınıfı için en can yakıcı olan uygulamalarının sosyal demokrat hükümetler eliyle uygulanmasıdır.
Özellikle 1990’lı yıllarda İngiltere (İşçi Partisi) ile birlikte Almanya (Sosyal Demokrat Parti-SPD) ve Türkiye (SHP, DSP) gibi ülkelerde sol görünümlü partiler ve sosyal demokrat partiler, tek başlarına geldikleri ya da koalisyonlar içerisinde yer aldıkları iktidarlarda neoliberal uygulamaları yaşama geçirmişlerdir. Sonuç olarak da beklendiği gibi önce iktidardan uzaklaşmışlar sonra da siyaset arenasında erimeye başlamışlardır.
Hafta sonu Almanya’da gerçekleşen seçimlerin sonucu sosyal demokratların gelmiş oldukları “ibret verici” noktayı tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. Sadece Avrupa’da değil tüm dünyada sosyal demokrat hareket için öncü olan SPD, müthiş bir hezimet yaşamıştır. Hezimetin nedeni açıktır. En ileri sosyal güvenlik uygulamalarına sahip olan Almanya’da SPD, -bizdeki SSGSS’ye karşılık gelen- Hartz IV gibi yasalarla sosyal güvenlik sistemini tasfiye etmiş, sağlıktan eğitime hemen tüm kamu hizmetlerini piyasalaştırmış, esnek çalışmayı yaygınlaştırmıştır. Geniş toplum kesimleri, bu uygulamaları yaşamlarında giderek daha belirgin biçimde hissettiğinde de sosyal demokratlara “hak ettiği” cevabı vermiştir. Bu cevap, aynı zamanda bugüne kadar SPD ile birlikte sistemle uzlaşan DGB ve onun çatısı altındaki sendikalara da yöneliktir. İşçi sınıfının en temel hakları ortadan kalkarken SPD’nin kuyruğundan ayrılmayıp ona destek olan sendikal yapılar da yaşanan bu süreçten sorumludur ve seçim sonuçlarındaki hezimetten onlar da üzerlerine düşeni almalıdır.
Sözün özü: Artık sosyal demokrat partiler ve onun peşinden giden sendikal yapıların inandırıcılığı kalmamıştır. Sosyal demokrasinin gerçek yüzünün ortaya çıkmasıyla birlikte, işçi sınıfının sorunlarının gerçek nedeninin kapitalizmin kendisi olduğu ve çözümün de ancak sosyalist mücadeleyle gerçekleşebileceği bir kez daha ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla artık sosyal demokrasiye “elveda” demenin ve onu tarihin çöplüğüne yollamanın vakti gelmiştir!

25 Eylül 2009 Cuma

EĞİTİM, KİMİN İÇİN ..?


25/09/2009
ÖZGÜRCE
1803 yılında Prusya’da çıkan bir kanun, eğitimde şu koşulu getirmiş: “Çalışan sınıfın çocuklarına, ilmihal, İncil ve ilahi kitap tanrıyı sevmeyi, ondan korkmayı ve otoritenin buyruğuna göre hareket etmeyi öğrenmeleri için okutulacaktır”. Böylece sosyal hiyerarşi içersinde alt sınıflar üst sınıfları sorgulamayacak ve itaat edecek, üst sınıfların da toplumsal gücü daim olacaktır. Çünkü toplumsal düzenin “sınıfsal” yapısı, o düzenin korunması için eğitimi egemen sınıfın aracı olarak kullanmaktadır ve o toplumda eğitimin içeriği de egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda biçimlenmektedir.
Kapitalist toplumda eğitim, Prusya örneğinde olduğu gibi egemen sınıf olan sermayenin gereksinimleri doğrultusunda düzenlenmiştir. Ancak yaklaşık 200 yıl önce Prusya’da egemen gücün kendisini “sağlama almak” için geliştirdiği eğitim üzerinden –dini de kullanarak- egemenliği sürdürme yöntemi bugün için de kullanılmakta ama yeterli görülmemektedir. Prusya’nın söz konusu kanunla hedeflediği sadece geleceğin işçilerine (ya da işsizlerine) kapitalist sisteme saygı ve bağlılık aşılamaktan ibarettir. Oysa bugün eğitime, emekçi sınıfların sisteme yönelik tepkilerini dizginleyecek “kültürlü” bekçiler yetiştirmek ve sermayenin kârlılığını arttırmak üzere bilimin teknik alana uygulanmasını ve kapitalist üretimin artmasını sağlamak gibi son derece önemli işlevler de verilmektedir. Öğretmenler ve ders kitaplarından beklentiler de bu doğrultudadır.
Kapitalist ülkelerde ikili sınıf yapısına uygun olarak iki farklı eğitim mevcuttur. Bunlardan biri işçi, köylü, memur, küçük esnaf ve üreticiden oluşan dar gelirli ailelerin çocukları için; diğeri ise egemen olan sermaye ve yönetici sınıfın çocukları için verilen eğitimdir. Bugün eğitimin sosyal sınıflara göre ayrışması, 200 yıl önce olduğu gibi yasal düzenleme ile değil, eğitimin piyasalaştırılmasıyla yapılmaktadır. Böylece “yasalar önünde eşitlik” masalına sadık kalındığı görüntüsü içinde hangi eğitime tabi olunacağı piyasa gücüne yani, cepteki paraya bağlı olarak belirlenmektedir. Daha açık ifade edecek olursak cebinde yeterli parası olanlar -ki bunlar sermaye ve yönetici sınıfın çocuklarıdır- eğitimin üst aşamaları için yarışa girmeden, üst sınıfın bireyleri olup sistemi yöneten kademelerde bulunacaklardır. Buna karşılık, cebinde parası olmayan emekçi çocukları ise ya Prusya’daki gibi din eğitimi alarak ya da işçi kalmak üzere meslek okullarına gönderilerek sistemin kendilerine dayattığı eğitimle yetinecektir.
Türkiye’de geçerli olan eğitim sistemi tam da kapitalist sistemin eğitim anlayışına uygun olarak yapılanmıştır. Ancak diğer pek çok kapitalist ülke gibi Türkiye’de de eğitim, sadece kapitalizmin değil bunun yanında ulusal düzeyde hâkim ideoloji ve siyasi iktidarı elinde bulunduranların da egemenliğini sürdürmek üzere kullanılmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye’de eğitim sisteminin içeriği cinsiyetçi ve şoven unsurları da içermektedir.
İşte, bugün ders başı yapılan sınıflarda öğretmenlerin, öğrencilerin ve elbette velilerin karşısında duran tablo budur. Eğer egemenlerin eğitime yükledikleri işlev “başarıyla” devam ederse; onların egemenliği devam edecek ama eğitim sisteminin ve buna bağlı olarak da emekçi kesimlerin “kaderi” değişmeyecektir. O halde başta öğretmenler (ve diğer eğitimciler) olmak üzere tüm emekçi kesimlere eğitimi, eğitim sistemi ve eğitimin içeriğini sorgulamanın bir aracı haline getirmek gibi son derece önemli bir görev düşmektedir(!)

18 Eylül 2009 Cuma

EKONOMİK PROGRAM VE DEMOKRATİKLEŞME SÖYLEMİ…


18/09/2009

ÖZGÜRCE

Tarih 24 Ocak 1980… Kapitalist dünya, tarihinin önemli dönüşüm süreçlerinin birinde; sistem içinde bulunduğu krizi aşabilmenin sancısıyla kıvranıyor. Tüm kapitalist ülkeler gibi Türkiye’nin de ekonomik ve sosyal yapısının neoliberalizm adı verilen bu dönüşüm sürecine uyarlanması, baştan aşağı yeniden yapılanması gerek. Ama bunun için önce işçi sınıfının sesinin kesilmesi lazım. Çünkü adına neoliberalizm denen bu dönüşüm süreci işçi sınıfının yüz yılı aşkın sürede edindiği tüm kazanımları ortadan kaldırıp, sermayeyi yaşamın her alanında hakim duruma getirmeye çalışıyor. Bu da demokrasi içinde yani, işçi sınıfının ses verdiği bir ortamda gerçekleşemez. Ama 1980 yılının Türkiye’sinde işçi sınıfının sesini kesmek o kadar kolay değil. Mevcut hükümet buna gönüllü belki ama işçi sınıfının sesini kesecek güce sahip değil. Bunu yapsa yapsa askeri cunta yapar. Ve cunta, 12 Eylül 1980’de görevini yerine getiriyor: Binlerce emekçi, aydın, genç, yaşlı işkencelerden geçiriliyor, sendikalar kapatılıyor ve nihayet işçi sınıfının sesi kesiliyor. Aynen Şili’de, Arjantin’de olduğu gibi…
Tarih 16 Eylül 2009… 12 Eylül darbesinin üzerinden tam 29 yıl geçmiş. Kapitalist dünya yine krizde ve yine krizden çıkış sancıları çekiyor. Çözüm olarak getirilen yeni bir şey yok. Sadece 24 Ocak’ta öngörülen ve 12 Eylül darbesiyle yaşama geçirilen politikaların daha da derinleştirilmesi yani emekçilerin 29 yıldan arta kalan haklarının da ortadan kaldırılması planlanıyor. Tek fark 24 Ocak 1980’de Türkiye’nin neoliberalizm doğrultusunda yeniden yapılanmasını öngören kararların açıklandığı koltukta Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal oturuyordu, 16 Eylül 2009’da ise o koltukta AKP Hükümetinin Başbakan Yardımcısı Ali Babacan var.
Ali Babacan’ın “Yeni Yol Haritası” adıyla sunduğu program, 24 Ocak’ta Özal’ın sunduğu programın devamı niteliğinde ve emekçilerin haklarına yönelen saldırılar 24 Ocak’ta olduğundan çok daha büyük. Ama bugün 24 Ocak’ta olduğu gibi bir askeri cuntaya gerek yok. Çünkü bugün getirilen programa karşı direnç gösterip haklarına sahip çıkacak örgütlü bir işçi sınıfı yok. Dolayısıyla askıya alınması gereken grevler, kapatılması gereken sendikalar ve susturulması gereken sendikacılar, emekçiler yok. Onlar zaten susmuş, kendilerinin ve temsil ettikleri kitlelerin yaşamlarını doğrudan etkileyen hakların ortadan kaldırılmasını adeta kanıksamış, tepkisiz bir şekilde karşılıyorlar tüm olanları. Gerçi 12 Eylül öncesinin en önemli sınıf örgütü DİSK bugün de diğer örgütlerin önüne geçmiş, açıkladığı bir bildiriyle programa tepkisini ortaya koyuyor ama tepki sokaklarda yansımasını bulmuyor ve sonuçta emekçileri iyiden iyiye çökertme planı engellenemiyor.Aslında yaşananlar 12 Eylül ardından geçen 29 yılda olduğundan farklı değil ama hükümetin “demokratik açılım” söyleminin gündemde olduğu bir süreçte ancak darbeyle getirilebilecek programların uygulamaya konulabilmesi ilginç tabi…
Umarım tüm bunlar “demokratik açılım” tartışmalarında, “Ekonomik programların sınıflar arası çelişkilere yansıması ve demokratikleşme söyleminin gerçekliği” üzerine bir kez daha düşünme ve değerlendirme olanağı yaratılır.
Sözün özü: Bir ülkede milyonlarca insanın ekmeği, onurlu ve güvenceli yaşama hakkı elinden alınıyorsa ve o milyonlar buna karşı seslerini çıkart(a)mıyorsa, o ülkeyi yönetenlerin ağzından çıkacak “demokrasi”, “demokratik açılım” sözlerinin hiçbir anlamı yoktur(!)

15 Eylül 2009 Salı

"Yağmacılar" üzerine...



15.09.2009 -
İstanbul ve Trakya’da yaşanan sel felaketinin ardından ortalığa saçılan eşyaları yağmayanlar tüm basında “felaketi fırsat bilen yağmacılar” olarak tanımlandı ve en sert biçimde lanetlendi. Benzer yağmalama olayları 1999’da yaşanan Marmara ve Düzce depremleri sonrasından da yaşandı. O zaman da yağmalama olaylarına karışanlar “felaket fırsatçıları” olarak lanetlendi ve bir kısmı da yargılandı.
Sözlük anlamı olarak yağma, çeşitli nedenlerle zaafa düşmüş ya da düşürülmüş olan insanların varlıklarının zor kullanarak ele geçirilmesi, gasp edilmesi olarak ifade edilmektedir. O halde sel, deprem gibi “doğal” olarak tanımlanan felaketler ardından veya savaş, iflas, sürgün gibi “doğal olmayan” felaketler ardından ekonomik veya fizyolojik olarak zayıf düşenlerin elinden varlıklarının alınması tek bir sözcükle “yağma” sözcüğü ile ifade edilebilir.
Aslında “yağma” sözcüğü anlamı itibariyle kapitalist sistemde sermaye birikimi sağlama koşullarını da önemli ölçüde tariflendirmektedir. Aralarındaki en önemli fark; “yağma” yasal bir alt yapı oluşturulmadan gerçekleştirilirken, sermaye birikiminin yasal zemini oluşturulur ve devlet güvencesinde “meşru” hale getirilerek gerçekleştirilir. Bu nedenle sermaye birikimi sağlamak için gerçekleştirilen yağmayı “nitelikli yağma” diğerini ise -niteliksiz- “adi yağma” olarak adlandırabiliriz. Her iki yağma türünün de kurbanı zayıf, düşkün insanlar olmakla birlikte “adi yağma”nın zarar verdiği kesim son derece sınırlıyken, “nitelikli yağma”, insanlığın çok büyük bir kesimini oluşturan geniş toplum kesimlerini kapsar. Dolayısıyla “nitelikli yağma”nın ortaya çıkarttığı toplumsal zarar çok daha büyük olur.
Öte yandan “adi yağma” kurbanlarının zaafa düşmelerinde yağmacıların etkisi yoktur ve genellikle yağmalanacak ortam “doğal” olarak tarif edilen felaketler sonucunda ortaya çıkar. Oysa nitelikli yağmayı gerçekleştirenler, kurbanlarının zayıflaması ve kolayca yağmalanacak hale getirilme koşullarını kendileri hazırlar. “Nitelikli yağma” koşullarının hazırlanması ve gerçekleştirilmesi kapitalizm ile sistematik hale getirilmiştir. Bu bağlamda, kapitalizmin gelişim süreci içinde dünya nüfusunun çok önemli bölümü “nitelikli yağma”nın kurbanı durumundadır.
“Doğal” felaketler sadece “adi yağma” için değil “nitelikli yağma” için de fırsat yaratır. Zira kapitalizm “nitelikli yağma” ile bir taraftan felaketler oluşturacak biçimde doğal dengeyi bozarken, diğer taraftan bozulan doğal dengenin ortaya çıkarttığı felaketlerden geniş toplum kesimlerinin korunma olanaklarını elinden alır. Böylece, 1999 depremleri ve son selde olduğu gibi sermaye dışında kalan toplum kesimleri felaketi canlarıyla, mallarıyla öderken bu felaketi fırsat bilen “adi yağmacılar”, ortalığa düşen üç beş parça eşyanın peşinde tüm lanetleri üzerine alıp, suçlu duruma düşerler. Oysa “nitelikli yağmacılar”, bir yandan yıkılan yolların, binaların yeniden yapımı için alacakları ihalelerden gelecek paraları hesaplarken, diğer yandan göz diktikleri arazileri ele geçirmek üzere planladıkları “kentsel dönüşüm projelerini” yaşama geçirecek bahaneleri oluşturmaktadır.
“Adi yağmacılar” ile “nitelikli yağmacılar” arasındaki en önemli bağ; bugünün “adi” yağmacılarının yarının “nitelikli” yağmacıları, bugünün “nitelikli” yağmacılarının ise dünün “adi” yağmacıları olmasıdır. Her ikisi arasındaki ince çizgi ise “adi” yağmacı suçlamasıyla karşılaşmadan yani “namusa” halel getirmeden “nitelikli” yağmacılığa geçebilmektir. Bu beceriyi gösterenler “felaketi fırsat bilen yağmacıları” lanetleyen “erdemli” insanlar olarak cemiyet hayatımızda “onurlu” yerlerini almaktadır (!)