2010 YENİYIL EKİ
27/12/2009
27/12/2009
Birçok ülke gibi Türkiye’de de emekçiler 2009 yılına kriz koşullarının getirdiği yıkım ve bu yıkımdan doğacak mücadelenin umuduyla girdi. Krizin yarattığı yıkım beklendiği gibi işsizlikle, ücretlerin ödenmemesi ya da düşürülmesiyle, taşeronlaşma ve örgütsüzleştirme baskılarıyla geldi. Diğer pek çok ülke gibi Türkiye’de de siyasi iktidar krizle ortaya çıkan yıkımı önlemek bir tarafa krizin sermaye için fırsata dönüşmesini sağlayacak politikaları uygulamaya koydu. Bunun sonucunda da 2009 yılında işsiz ve yoksullar 2008’den çok daha fazla oldu.
Krizin yarattığı yıkım karşısında mücadele umutlarının ne kadar yeşerdiğine gelince… 2009 yılında mücadeleler 2008’e göre çok daha yoğun oldu. Pek çok işyerinde işgallere varan direnişler gerçekleşti. Bu direnişleri gerçekleştirenlerin önemli bir kısmı örgütsüz emekçilerdi. Eğer, direnişin yaşandığı iş kolunda mücadele düşüncesine sahip bir sendika varsa direnişler sendikalar tarafından da desteklendi. İşverenlerin kriz bahanesiyle emekçilerin haklarını gasp etmeleri, daha fazla sömürmeleri ve tüm bunları rahatça yapabilmek için sendikalaşmayı engellemeye çalışmaları nedeniyle gerçekleşen birçok işyeri direnişi halen devam etmektedir.
Kriz sürecinde emekçileri yıkıma götüren koşullar sadece işverenlerin işyerlerindeki uygulamalarıyla sınırlı kalmadı. Siyasi iktidar da uyguladığı ekonomi politikalarıyla emekçilerin işsiz kalmasını, yoksullaşmasını ve daha fazla sömürülmesini sağlayarak krizin emekçiler için yıkıma dönüşmesinde önemli bir rol üstlendi. Hal böyle olunca da işyeri düzeyindeki direnişlerin etkisi sınırlı kaldı ve emekçilerin haklarını hükümet politikalarına karşı en geniş düzeyde yürütecek mücadelelerin gerekliliği çok daha acil hale geldi.
Sendikalar krizin telaffuz edilmeye başlandığı 2008 yılı Ekim ayından itibaren hazırladıkları ve “krizin faturasını ödemeyeceğiz” başlıklı programlarda ve diğer açıklamalarda daha çok üyelerinin işsiz kalmalarını engellemeye öncelik verdiler. İşten çıkartmaların bir anda arttığı bir süreçte sendikaların üyelerinin istihdamını korumak istemesi ilk refleks olarak anlaşılabilirdi elbette. Ama ortaya sendikaların üyeleri olmayan milyonlarca örgütsüz emekçiyi temsil etmek istemedikleri gibi bir tablo çıktı.
Sendikalar kriz karşısında emekçileri ve diğer toplum kesimlerini tatmin edecek alternatif politika üretmek konusunda da yetersiz kaldılar. Sendikaların krize karşı hazırladıkları programlar sınıfsal bir analizden uzak, büyük ölçüde devletin korumacılığını talep eden bir içeriğe sahipti. Aslında sendikaların bu talepleri sermayenin ve hükümetin krizin öncesinde uygulamayı amaçladığı politikalarla da örtüştü. Zira hem Türkiye’de işveren kesimi hem de Dünya Bankası ve AB Türkiye’de istihdam üzerindeki yüklerin fazla olduğunu ve azaltılması gerektiğini uzun zamandır vurguluyordu. Hatta krizin varlığı açıkça telaffuz edilmeden önce 2008 Mayıs ayında hükümet “istihdam paketi” adıyla getirdiği düzenlemelerle işverenlerin üzerindeki vergi ve sosyal güvenlik primlerinin genel bütçeden karşılanması kararı almıştı. Krizin getirdiği işsizlik dalgası ve sendikaların taleplerin de örtüşmesi sermayenin emek maliyetini azaltmasını hem kolaylaştırmış hem de meşrulaştırmış oldu. Bunun yanı sıra yeni getirilen düzenlemeler emek maliyetini sadece genel bütçenin değil İşsizlik Sigortası Fonunun da üzerine yükledi. Böylece sadece işçinin sigorta primi ve vergisi değil ücreti de genel bütçe üzerinden topluma, İşsizlik Sigortası Fonu üzerinden ise emekçilerin sırtına yüklendi. Diğer bir söyleyişle sendikalar kriz sürecindeki söylemleriyle faturayı kendi elleriyle emekçilerin sırtına yüklemesine katkı sağlamış oldu.
Kimi sendikaların sermayenin ekmeğine yağ sürmesi bununla da sınırlı kalmadı. TİSK, TOBB gibi sermaye örgütleriyle işbirliği içerisine giren Türk İş, Hak İş ve T.Kamu Sen işini, ücretini kaybeden emekçilerle dalga geçercesine “Eve Kapanma Pazara Çık” kampanyalarına ortak oldu. DİSK/Tekstil ise krizi sermaye ile işbirliği içinde aşma düşüncesini daha ileri aşamaya taşıyarak gazetelere; sermayenin krizin mağduru olduğu ve sanayici örgütlerinin hükümetten çekindiği için sorunlarını dile getiremediği yönünde ilanlar verdi. Sendikaların devletten medet uman ve sermayeyle işbirliği içinde krizi emekçiye ödetmeme fantezisi, tam bir fiyaskoya dönüştü ve emekçi kesimlerin sendikalara yönelik güvensizliği daha da arttı.
Sendika üst yönetimlerinin sınıfsal analizden uzak politikalarla krize karşılık verme anlayışının yanında tabandan gelen baskılara karşılık vermek üzere az da olsa kitlesel katılımlı eylemler de düzenlendi. Sendikalar tarafından 2009 yılında krizin yıkımına karşı düzenlenen kitlesel eylemlerden ilki 15 Şubat’ta İstanbul’da düzenlenen mitingdir. Katılımın Marmara Bölgesiyle sınırlı olduğu mitingin en önemli özelliği KESK ve DİSK’in dışında genellikle merkezi eylemlerden uzak duran Türk İş sendikalarının da mitinge yoğun biçimde katılmış olmasıdır.
2009’da sendikaların gerçekleştirdiği diğer kitlesel eylem ise 25 Kasım’da gerçekleştirilen bir günlük uyarı grevidir. Memur Sen dışındaki kamu emekçi sendikalarının ortaklaşa katıldığı grev, uzun yıllardır bu kapsamda bir grevin ilk kez gerçekleşmesi ve milliyetçi/muhafazakar bir yönetime sahip olan T. Kamu Sen’in de grevi üstlenmiş olması bakımından önemlidir.
2009’da akıllarda kalan iki kitlesel eylemin diğer yıllarda gerçekleştirilmiş olan benzer eylemlerden farkı; solcu olarak bilinen örgütler dışında daha çok sağ tabana sahip olduğu düşünülen sendikaların da bu eylemler içerisinde yer almış olmasıdır. Bu gelişme Türkiye emek hareketi için son derece önemlidir. Özellikle 12 Eylül darbesinin ardından sınıfsal algıları hızla zayıflayan emekçiler, krizin getirdiği yıkım koşulları karşısında -diğer kimliklerini bir tarafa bırakarak- tekrar sınıfsal tepkilerini ortaya koyma eğilimi göstermiştir. Bu eğilimin sürmesi ve krizin getirdiği koşullara karşı, dayanışmadan gelen gücün harekete geçirilerek karşı konulması bu eğilimin güçlenerek sürmesine bağlıdır. Bunun için de sendikaların sınıf tutarlılığı ile hareket edip emekçilerin krizin yıkımına karşı tepkilerini mücadeleye dönüştürmesi gerekir.
Sendikaların bu süreçteki görevi sadece üyeleri olan emekçilerin mücadelesini merkezi eylemler için örgütlemek değildir. Örgütlü olamayan, çalışma ve yaşam koşulları son derece kötü olan emekçilerin de sorunlarını sahiplenerek onları da mücadeleye katmalıdır. Öte yandan Türkiye’nin dört bir yanında onlarca işyerinde sürmekte olan direnişin ortaklaştırılarak dayanışma içinde güçlendirilmesi gerekir.
Kriz dönemlerinde emekçilerin karşılaştıkları yıkım sadece işyerleriyle sınırlı değildir. Barınmadan ulaşıma, eğitimden sağlığa kadar pek çok alanda da krizi fırsat bilen sermaye mevcut hakları gasp etmenin yollarını aramaktadır. Krizin başından bu yana Türkiye’de yaşanan da budur. Bir taraftan emekçiler işini, ücretini kaybederken, diğer taraftan hükümet sağlıktan, eğitimden, alt yapı hizmetlerinden daha fazla katkı payı almanın hesabını yapmakta ve elektrikten, doğal gaza birçok temel üretim ve hizmete zam yapmaktadır. Ayrıca 2010 bütçesiyle emekçiler ve diğer geniş toplum kesimlerince ödenen vergiler yüzde 30’lara varan düzeyde arttırılmaktadır.
İşyerindeki sömürünün ötesinde krizin yıkımını daha da derinleştiren hükümet politikalarına karşı da 2009 yılında birçok direniş ve eylem gerçekleştirilmiştir. Üniversite harçlarına, kentsel dönüşüme, suyun ticarileştirilmesine ve barajlara ve kent içi ulaşım ücretlerine yapılan zamlara karşı mücadeleler bunlardan bazılarıdır. Emekçilerin çalışma yaşamında karşılaştıkları sorunlarla diğer yaşam alanlarındaki bu sorunların kaynağı aynıdır. Her ikisi de kapitalist düzen içinde sermayenin çıkarları doğrultusunda emekçilere yönelen saldırının parçalarıdır. O halde kaynağı sermaye sınıfının çıkarlarına dayanan bu sorunlarla mücadelenin de sınıfsal bir perspektifle ortaklaştırılması gerekir. Bu da yine sendikalar başta olmak üzere meslek örgütleri ve emekten yana siyasi partilerin güç birliği içerinde gerçekleşebilir.
2009 gibi 2010 yılına da emekçiler kriz koşullarının getirdiği yıkım ve bu yıkımdan doğacak mücadelenin umuduyla girmektedir. 2009’da yaşanan olumsuzluklardan ders çıkartılabilir, olumlu gelişmeler bundan sonra gerçekleşecek mücadelelere basamak yapılabilirse umutların yeşerme olasılığı çok daha fazla olacaktır. Aksi halde krizin getirdiği yıkım çok daha derinleşecek ve mücadelenin başarı olasılığı azalacaktır.