28 Aralık 2012 Cuma

Cadı kazanı (yine) üniversitede..!



ÖZGÜRCE
28/12/2012

Tarihin her döneminde egemen güç, bilimi tahakkümü altına almak istemiş; bilimciler de bunu engellemek için sürekli mücadele etmişlerdir. Örneğin bilimi dinin sınırları içerisine hapsetmeye çalışan ortaçağın din egemen toplumlarında; bilim insanları engizisyon mahkemelerinde yargılamayı ve hatta ölümü göze alarak bu mücadeleyi sürdürmüşlerdir. Kapitalist toplum düzeninde de burjuvazi ve ulus-devletin iktidarını elinde bulunduranlar bilim ve üniversiteleri ideolojilerini yeniden üretmenin bir aracı haline getirmeye çalışmışlardır.
Üniversite üzerinde tahakküm kurma çabaları Türkiye’de de sürekli olarak gündemde olmuştur. Bunlar içinde en çok akılda kalanlarından biri dönemin iktidarına boyun eğmeyen Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran gibi aydın, ilerici bilim insanlarının 1948 yılında Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nden uzaklaştırılmalarıdır (bu konuda bkz: Üniversite’de Cadı Kazanı 1948 DTCF Tasfiyesi ve Pertev Naili Boratav’ın Müdafaası, Hazırlayan Mete Çetik, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998). 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri de üniversiteleri ve bilimi sermayenin ve devletin tahakkümü altına almayı amaçlamış; buna direnen birçok bilimci tutuklanmış ya da üniversiteden uzaklaştırılmıştır.
12 Eylül darbesi, sermayenin ve devletin üniversite ve bilim üzerinde tahakküm kurma çabasını YÖK’ü kurarak sistematik hale getirmiştir. 31 yıllık YÖK düzeni ardında üniversiteler, yönetsel olarak siyasi iktidarın mutlak etkisi altında bulunan, idari ve akademik özerkliğini tamamen kaybetmiş, ticarethane mantığı içinde işletilen kurumlar haline dönüşmüştür.
AKP Hükümeti, 2007 yılına kadar YÖK düzenini anti-demokratik bir yapı olarak eleştirirken, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasının ardından -yine YÖK’ü kullanarak- üniversite üzerinde tahakküm kurmayı amaçlamıştır. AKP yaklaşık 4 yıl içinde amacına önemli ölçüde ulaşmıştır. Ancak geçen hafta ODTÜ’de yaşanan olaylar ve bunun ardından üniversite yönetiminin, polisin öğrencilere yönelik şiddetini kınayan açıklaması AKP tarafından üniversite üzerinde kurduğunu düşündüğü egemenliğe bir başkaldırı olarak görülmüştür. Bunun üzerine üniversitede AKP egemenliğini ispat etme gayretiyle bazı üniversite rektörleri, -üniversitenin temel karar organı olan senatoyu dahi devreye sokmadan- “alelacele” ODTÜ yönetimini kınayan açıklamalar yapılmışlardır. Bu üniversitelerde rektörlerin yaptığı hükümete destek niteliğindeki açıklamaların kendi görüşlerini temsil etmediğini belirten akademisyenler ise ODTÜ yönetimini destekleyen açıklamalarda bulunmuşlardır.
Üniversitelerde tarih boyunca pek çok kez olduğu gibi yine cadı kazanı kaynatılmaktadır. Bu sefer kazanın altını yakan ve karıştıran AKP’dir. AKP’de öncekiler gibi ideolojisini mutlaklaştırmak ve iktidarını daim kılmak için üniversiteleri tahakküm altına alma çabası içerisindedir ve bu yolda önemli mesafe kaydetmiştir. Ancak ODTÜ olayları ve ardından yaşananlar göstermiştir ki; Türkiye’de 30 yılı aşkın süredir devam eden sistematik baskılara rağmen halen egemen gücün üniversite ve bilim üzerinde kurmaya çalıştığı tahakküme karşı çıkan bilimciler, akademisyenler vardır.  
Başbakan bu bilimcilerden utandığını ve istifa etmeleri gerektiğini söylese de Türkiye’de toplumun refahı ve ilerlemesi, iktidara biat eden değil; bilimi egemen gücün çıkarına teslim etmeyen, “insanlık için, toplum için, doğa için” akademik özgürlükleri savunan bilimcilerin sayesinde olacaktır. Ancak bunun için toplumun üniversiteye, akademik özgürlüklere sahip çıkması, bunları savunan akademisyenlerin ve öğrencilerin yanında olması gerekir (!)

21 Aralık 2012 Cuma

AKP hedeflerine ulaşıyor ama neye rağmen?


ÖZGÜRCE
21/12/2012

Hükümet yılsonu hedeflerini yine yakalamış (!) Bu habere “ne kadar istikrarlı bir hükümetimiz var; önüne koyduğu hedefleri tutturuyor” diye sevinelim mi?
AKP Hükümeti önüne hedefler koymayı pek seviyor. Bir taraftan Orta Vadeli Program adı altında üç yıllık hedefler belirlerken; diğer taraftan da iktidarının nesiller boyu süreceği beklentisinin de yansıması olarak hedeflerini 2023, 2071 yıllarına kadar uzatıyor.
Bir hükümetin önüne hedefler koyup bunu gerçekleştirmek için çabalaması “istikrar” olarak nitelendirilebilir. Zaten, 2011 seçimlerinde AKP’nin işe en çok yarayan sloganların başında “istikrar sürsün” sloganı geliyordu.
AKP, önüne hedefler koyuyor, bunları da önemli ölçüde gerçekleştiriyor ve iktidarını (en azından şimdilik) sürdürüyor. Ama bu hedefler kime rağmen ya da neye rağmen hayata geçiriliyor?
Bu sorunun yanıtı AKP’nin oy tabanıyla çelişmektedir. Zira AKP 2002’de toplam seçmenin üçte birinin oyunu alırken 2011 seçimlerimde toplam seçmenin yarısının oyunu almayı başarmıştır. Bu durum, çoğunluğunu işçi, memur, esnaf ve köylünün oluşturduğu geniş toplum kesimlerinin AKP’nin hedeflerini ve uygulamalarını benimsediği anlamına(mı) gelir.
Oysa AKP’nin iktidarındaki 10 yılda yerine getirmeye çalıştığı hedeflerin temelini oluşturan ekonomi programı, AKP’ye oy verenleri de içeren toplumun geniş kesimlerinin güvencesizleşmesi, yoksullaşması pahasına ulusal ve uluslararası sermayenin çıkarlarına aracılık etmektedir. Örneğin AKP denk bütçe hedefine ulaşacak diye geçen 10 yılda toplumun bu geniş kesimlerinden alınan (KDV, ÖTV, vs) vergilerin toplam vergiler içindeki payı yüzde 50’lerden yüzde 70’lere çıkmış; sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik başta olmak üzere sosyal haklar sınırlandırılmıştır. Öte yandan AKP iktidarı öncesinde sadece 8 milyar dolarlık özelleştirme gerçekleştirilmişken AKP, 2003-2011 döneminde 48.7 milyar dolarlık özelleştirme yapmış; toplumun sahibi olduğu KİT’lerin ve kamu varlıklarını ulusal ve uluslararası sermayeye sunmuştur. 2012 yılında da yaklaşık 10 milyar dolarlık özelleştirme yapılmış ve otoyollar, Bedaş, Halkbank gibi kamu varlıkları satılmıştır. Toplumun ortak varlıkları olan kamu işletmelerinin satılmasıyla elde edilen bu gelir sermayeye aktarılan ve silah alımı için harcanan kaynaklar nedeniyle oluşan açığın kapatılması için kullanılmıştır.
AKP’nin yabancı sermaye yatırımlarını çekmek ve yüksek büyüme oranlarına ulaşma hedefi için ise kamu işyerleri de dahil olmak üzere emekçiler iş ve sosyal güvencelerini kaybetmiş, reel ücretler düşmüş, çalışma saatleri uzamış ve bunların da bir sonucu olarak iş cinayetleri artmıştır. Diğer taraftan yine aynı hedef doğrultusunda nükleer santral ve HES’leri kurabilmek için doğa bir daha geri dönülemez biçimde tahrip edilmiştir.
AKP’ye toplumun geniş kesimlerinin ezilmesi pahasına hedeflerini yerine getirme olanağı sağlayan; toplumun ve özellikle de emekçi kesimlerin örgütsüzlüğüdür. Son derece sınırlı sayıda emekçinin örgütlü olduğu sendika ve meslek örgütleri ise bu süreçte varlık gösterememişlerdir.
Emekçiler örgütlülüklerini arttırıp, haklarını  savunmak için bu örgütleri mücadeleye yöneltemedikçe AKP daha uzun yıllar toplum ve doğa karşıtı hedeflerini yerine getirmeye devam edecektir. AKP’nin bir biçimde iktidardan uzaklaşması halinde ise emekçilerin içinde yer almadığı bir iktidar alternatifinin AKP’den farkı olmayacaktır. 

13 Aralık 2012 Perşembe

Sendikaları tartışmanın dayanılmaz ağırlığı


ÖZGÜRCE
14/12/2012

Üç haftadır Sinan Alçın’la sendikaları tartışmaya çalışıyoruz. Bu tartışmalar sırasında amacımız, işçi sınıfının mücadele aracı olarak tarif edilen sendikaların, bugün tartışılmaya bile değer bulunmadığı karamsar havayı bir ölçüde de olsa aşıp; en azından sendikaları yeniden düşünmeye teşvik etmekti. Bunu yaparken de sendika(cı)ları suçlama kolaycılığına düşmeden (köşe yazısının sınırlılığı içinde) yapısal sorunları gündeme getirmeyi arzuladık. Ancak bu tartışmalar sırasında (kendi adıma söyleyeyim) bir kez daha gördüm ki sendikaları gündeme alıp tartışmanın ağırlığı dayanılmaz ölçülerdedir.
Sendikaları tartışmanın getirdiği ağırlığın birkaç temel nedeni sayılabilir: Bunlardan birincisi sınıf ve sendika konularının ele alınması birbirine bağlantılı da olsa birçok değişkenin (üretim sistemi, devletin konumu, emeğin nitel ve nicel yapısı vs) analizini gerektirir. Bu analiz yapılmadığı zaman belki sorunun kaynağını oluşturduğu düşünülen “suçlular” bulunulabilir; ama bunun sorunun çözümüne bir katkısı olamaz. İkinci neden, sendikalara yönelik güvenin büyük ölçüde kırılmış olmasıdır. Zira özellikle 1980’lerden bu yana sendikalar, emekçi kesimlerin sorunlarına çözüm olabilecek bir mücadeleyi örgütlemediği gibi sermaye ile uzlaşma içinde emekçilerin haklarının ellerinden alınmasını meşrulaştırmıştır. Bu nedenle çok geniş bir emekçi kesimi sendikalardan uzak durmaktadır. Üçüncü olarak ise aslında diğer ikisiyle neden sonuç ilişkisi de bulunan sendikalardaki sınıfa karşı yabancılaşma ve bürokratikleşmedir. Bu da sendikaların emekçilerden ve dolayısıyla sınıftan uzaklaşmasına ve hatta kopmasına neden olmaktadır.
İşte bu nedenlerle sendikalar üzerine yürütülen tartışmalara muhatap bulmak son derece zordur. Zira sendikalardan umudunu kesmiş emekçiler de sendikaların mücadele içindeki “hazin” durumunu dert edinmeyen, sınıfa yabancılaşmış sendikacılar da bu tartışmalardan uzak durmaktadır. Bu durumda da sendikaları tartışmak, kendi konuşup kendi dinleme haline dönüşmekte ya da akademik çalışmaların konusu olmanın ötesine geçememektedir.
Sendikalara yönelik bu tartışma benim sporcu, sanatçı, polis, yargıçlar dahil olmak üzere emek piyasasında yoğunluğu artan ve hızla proleterleşen beyaz yakalıların “sendika” kurma çabalarını gündeme getirdiğim yazıma Sinan Alçın’ın verdiği yanıtla başlamıştı. O yazı, “Bundan sonra gereken yaka rengi (mavi ya da beyaz) ya da toplumsal işbölümü içindeki yeri ne olursa olsun, kendisini sınıfın içinde gören ve mücadele için sınıfın araçlarını kullanmayı seçen herkesin mücadelesinin ortaklaşması gerekir” cümlesiyle bitiyordu. Bu cümledeki düşünceleri aynen savunmaya devam ediyorum elbette. Sendikaların durumu içinde bulunduğumuz dönemde ne kadar hazin olursa olsun; emekçilerin tarihin en yoğun sömürüsüyle karşı karşıya olduğu bir süreçte mücadeleyi yeniden yükselteceklerine kuşkum yoktur. İşte mücadelenin yeniden yükseleceği bu döneme ulaşmayı hızlandırmak ve hazırlıklı olabilmek için de tüm ağırlığına rağmen sendikaları tartışmaya devam etmek gerekmektedir(!)

7 Aralık 2012 Cuma

Sendikacılık tartışmaları üzerine (2)




ÖZGÜRCE
7/12/2012
Sinan Alçın’ın da belirttiği gibi işçi sınıfını, mücadeleyi ve sendikaları köşe yazılarının sınırlılığı içinde tartışmak son derece zordur. Ancak kapitalist üretim sistemi ve buna bağlı olarak siyaset ve ideolojilerde yani toplumsal yapının bütününde, büyük bir değişim ve çalkalanmanın yaşandığı bir dönemin içinden geçilmektedir. Belki de önümüzdeki yüzlerce yılı etkileyecek böylesine büyük değişim ve çalkalanma sürecinde, tarihi değiştirme gücüne sahip olduğunu birçok kez kanıtlamış işçi sınıfı ve onun öz örgütü sendikaların içinde bulunduğu ürpertici sessizliği ve tepkisizliği sorgulamamak, tartışmamak en az durumun kendisi kadar hazindir. İşte bu nedenle işçi sınıfının ve sendikaların durumunu, akademinin kalın duvarları ardına sıkışmadan topluma en açık biçimde sorgulamaya ve tartışmaya devam etmenin bu konulara kafa yoran akademisyen, gazeteci, yazar ve sendika uzmanlarının sorumluluğu olduğunu düşünüyorum.
Sevgili Sinan’ın 4 Aralık’taki yazısında yer verdiği üzere üretim süreci dışında kapitalizmin yarattığı tahribata karşı yürütülen anti-kapitalist mücadeleler değerlidir ancak üretim sürecindeki çelişkilerle bağı kurulmadıkça bir dönüşüm sağlaması mümkün değildir. Bu nedenle sistem, üretim sürecinde örgütlenmeyi engellemek için büyük çaba gösterir. Küreselleşme adı altında üretimin, emeğin örgütsüz ve dolayısıyla ucuz olduğu alanlara kaydırılması ya da Türkiye’de olduğu gibi darbelerle işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlenmesinin baskı altına alınması bu çabaların en çarpıcı örnekleridir. Küreselleşme sürecinde özellikle imalat sanayinde sermayenin yatırım özgürlüğünün sınırsızlığı tüm dünya emekçilerini birbirine rakip hale getirirken; sendikaların ulusal sınırlar içerisine hapsolmaları üretken emeğin örgütlenme ve mücadele gücünü kırmıştır. O halde işçi sınıfının yeniden değiştirme gücüne sahip olabilmesi için öncelikle sendikaların, ulusal sınırları (ve elbette ulusalcı yaklaşımlarını) aşıp emeğin uluslararası düzeyde örgütlemesini sağlaması gerekir. Hâlihazırda kurulu ITUC ve ETUC gibi uluslararası sendikal örgütlenmeler mevcuttur. Ancak bunlar küreselleşme sürecinde sermaye ile uzlaşarak küresel sömürüyü meşrulaştırmışlardır.   Küreselleşme sürecinde üretimin emeğin örgütsüz olduğu alanlara kaymasıyla birlikte merkez ve yarı çevre ülkelerde beyaz yakalı (üretken olmayan) emekçilerin işgücü piyasasındaki yoğunluğu artmıştır. Beyaz yakalılar iki nedenle örgütlenmekten uzak durmaktadır. 1.’si daha eğitimli olan bu kesim örgütlenip diğer emekçilerle dayanışmak yerine bireysel çabalarla kariyer edinip üstünlük sağlama ya da kendisini kurtarma eğilimindedir. 2.’si ise sendikalar hala fordist dönemin alışkanlıklarıyla hareket etmekte ve beyaz yakalı hizmet emekçilerini örgütlemek ve onları temsil etmek konusunda yetersiz kalmaktadır. Ancak son dönemde eğitimci, sağlıkçı, mühendis, sporcu, sanatçı, yargıç ve hatta polislerin sendikalarda örgütlenme çabalarının gösterdiği gibi beyaz yakalılar da bireysel çıkış yolunun kalmadığını görmüş ve sınıfın sürekli mücadele örgütleri olan sendikalarda bir araya gelmeye başlamıştır.
Sinan’ın dile getirdiği gibi beyaz yakalılardan oluşan ve dolayısıyla üretken olmayan bu kesimlerin sınıf bilincine ne kadar sahip olduğu ve bunların gerçekten hayatı (çarkı) durdurabilme gücünün olup olmadığı sorusu önümüzde durmaktadır. Ancak şimdilik şu kadarını belirtmek gerekir ki sınıf bilincinden yoksunluk, sadece yaka rengi ile açıklanamaz; zira aynı sorun mavi yakalı işçilerin çok önemli bir bölümü için geçerlidir. Öte yandan bugün örneğin banka çalışanlarının yapacağı bir grev, hayatı (çarkı) durdurması bakımından bir fabrikada gerçekleşecek grevden çok daha etkili olacaktır (!)

1 Aralık 2012 Cumartesi

Sendikacılık tartışmaları üzerine


ÖZGÜRCE
30/11/2012

Her kesimden emekçinin giderek güvencesizleştiği, işsizleştiği ve yoksullaştığı bir dönemde sadece kapitalist sistemi, sermayeyi ya da onun temsilcisi siyasi iktidarları sorgulamak, eleştirmek çözüm için hiçbir anlam ifade etmeyen beyhude çabalardır. Zira kapitalizm, sınıflar arası mücadelede oluşan dengelerin belirlediği bir zemin üzerinde değişime uğrayarak yoluna devam eder. Dolayısıyla sistem ve onun temsilcileri kadar ve hatta ondan çok daha fazla emekçi sınıfların bu süreçteki mücadele araçlarını ve mücadele yollarını sorgulamak, tartışmak gerekir. Bu nedenle Sinan Alçın’ın “sınıf” ve “sendikalar”ı tartışmaya davet eden 27 Kasım tarihli, “Sendikacılık Tartışması” başlıklı yazısının son derece anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Sinan Alçın tartışma davetinde büyük ölçüde benim 23 Kasım tarihli yazımdan hareket etmiştir. Söz konusu yazıda özellikle son dönemde gündeme gelen sporcu, sanatçı, yargıç ve polislerin “sendika” çatısı altında örgütlenme çabaları için kullandığım “..kendisini sınıfın içinde gören ve mücadele için sınıfın araçlarını kullanmayı seçen herkesin mücadelesinin ortaklaşması gerekir” ifadesi üzerine Alçın: Sınıfa dahilim demek, sendikaya kayıtlı olmak meseleyi çözecek mi diye sormaktadır. Alçın, özetle beyaz yakalı hizmet emekçilerinin proleterleştiğini (işçileştiğini) kabul etmekle birlikte bunları işçi sınıfına “kendini yakın hissedenler” olarak tanımlamakta ve sınıf mücadelesinde temel itici gücün bizatihi (anlayabildiğim kadarıyla mavi yakalı sanayi işçilerinden oluşan) işçi sınıfının kendisi olduğunu hatırlatmaktadır.
Toplumun dönüştürücü gücü olmak anlamında işçi sınıfını kimlerin oluşturduğu özellikle son dönemde popüler bir tartışma konusudur. Burada sınıfın, dönüştürme gücüne de sahip olan asli unsurunun üretken emek olarak da tanımlanan yani doğrudan sermaye için artı-değer üreten emekçiler olduğu yaygın bir görüştür. Bu görüşe göre üretken olmayan emek üretimi durdurma gücüne ve dolayısıyla da sistemi dönüştürme gücüne sahip değildir.
Üretken emeğin üretim sürecinin en vazgeçilmez unsuru olduğu asla yadsınamaz. Ancak küreselleşme süreci içinde sermayenin emeğin örgütsüz olduğu çevre ülkelere kaymış olması ve teknolojik gelişmeler, işçi sınıfının doğduğu ve önemli kazanımlar elde ettiği merkez kapitalist ülkelerde üretken emek olarak kabul edilen mavi yakalı işçilerin toplam işgücü içindeki payının azalmasına yol açmıştır. Böylece merkez ve (Türkiye gibi) yarı çevre ülkelerde üretken ve dolayısıyla da dönüştürme gücüne sahip olmadığı savunulan beyaz yakalı emeğin işgücü içindeki oranı artmıştır.
Beyaz yakalı işçilerin dönüştürme gücüne sahip olup olmadıkları bir tarafa kendilerini sınıf içinde tanımlama ve örgütlenme eğilimleri son derece zayıftır; bu da sermaye karşısında sınıfın örgütlü gücünün önemli ölçüde kırılmasına yol açmıştır. Öte yandan, sendikaların küreselleşme karşısında tüm işçi sınıfını kapsayacak (enternasyonel) bir tavır sergileyememeleri sınıfın mücadele gücünü zayıflatmış, sınıflar arası güç dengesi hiç olmadığı kadar sermaye lehine dönmüştür.
Özellikle 2000’li yıllarla birlikte beyaz yakalı işçiler de diğer işçiler gibi işsizlik, güvencesizlik ve yoksullukla karşı karşıya kalmıştır. Alçın’ın da kullandığı kavramla proleterleşen beyaz yakalılar, 19. yüzyılda proleterleşen işçiler gibi çareyi sınıfın sürekli mücadele örgütü olan sendikalarda bulmuşlardır.
Beyaz yakalıların sınıfı özümseyerek, sınıfsal bir mücadele yürütebilme olasılığını kuşkuyla karşılamak son derece doğaldır. Ancak tarihsel süreçte kapitalizm ve buna paralel olarak da sermaye sınıfında yaşanan değişim dikkate alındığında işçi sınıfının yapısında ve mücadeleci unsurlarında da bir değişimi göz ardı etmemek gerekir(!) 

22 Kasım 2012 Perşembe

Sendikalaşma çabaları artıyor!


ÖZGÜRCE
23/11/2012
1970’lerden itibaren üretimin esnekleşmesine paralel olarak emek piyasaları da esnekleşmiş; büyük fabrika sistemi içinde çok sayıda işçinin bir arada standartlaşmış biçimdeki çalışma düzeni yerini az sayıda işçinin düzensiz (esnek) çalıştığı küçük işletmelere bırakmıştır. Üretimin çeşitli aşamalarının küçük işletmeler eliyle gerçekleştirilmesi bir taraftan işçi sayısının az olması nedeniyle emeğin örgütlülüğünü kırarken diğer taraftan da işletmelerin (iş yasalarına uygunluk ve vergi gibi konularda) devlet denetiminden kaçmasını kolaylaştırmıştır. Sermayenin küresel rekabet gerekçesiyle emek maliyetini en düşük düzeye indirme hedefi doğrultusunda uyguladığı bu yöntem üretimin, emeğin örgütsüz ve dolayısıyla da son derece ucuz olduğu ülkelere doğru kaydırmasıyla sürmüştür.
Sermayenin, emeği ucuzlatarak kârı en üst düzeye yükseltmeyi amaçladığı bu yeni üretim stratejisi karşısında sendikalar direnç gösterememiş ve üye sayıları hızla düşmeye başlamıştır. Özellikle sendikal örgütlülüğün yüksek olduğu kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ve devletin sendikalar üzerinde oluşturduğu baskı sendikaların üye sayıları ve üretim sürecindeki gücünde zayıflamayı derinleştirmiştir. 1970’lerden bugüne son 35-40 yıl içinde sendikalar bu gerilemeye karşı koy(a)mamış; izledikleri uzlaşmacı yaklaşımlarla emekçilerin sahip oldukları hakların ortadan kaldırılmasına ortaklık etmişlerdir. Böylece sendikalar hem emekçilerin güvenini büyük ölçüde kaybetmiş hem de emekçilerin yaşadığı sorunların çözümünü sağlayacak bir mücadele örgütü olma özelliğini önemli ölçüde kaybetmiştir.
Üretim sürecindeki değişim ve sendikaların bu süreçteki zafiyeti Türkiye’de de yaşanmıştır. Dünyadaki gelişmelere ek olarak 12 Eylül darbesi sonrasında sendikaların “terör örgütü” gibi gösterilerek itibarsızlaştırılması ve sendikal özgürlükleri ortadan kaldıran düzenlemeler nedeniyle Türkiye’de bu süreç çok daha sancılı olmuştur.
Dünyada ve Türkiye’de emekçileri sendikalardan uzaklaştıran tüm gelişmeler, sendikaların artık işçi sınıfının mücadele aracı olamayacağı yorumlarını da beraberinde getirmiştir. Özellikle tarihsel olarak sendikal mücadelenin öznesi olan kol (mavi yakalı) işçilerinin, üretimin sendikal hareketin geliştiği merkez ve yarı çevre ülkelerden uzaklaşması ve bu ülkelerde kafa (beyaz yakalı) işçilerinin emek piyasasındaki yoğunluğunun artması bu yorumların artmasına yol açmıştır.
Ancak gelin görün ki sendikalar mavi yakalı işçilerin yoğun olduğu imalat sanayinde azalmakla birlikte beyaz yakalıların yoğun olduğu hizmetler alanında artmaya başlamıştır. Gelişmiş Avrupa ülkeleri ve ABD’de 1990’lı yıllarda başlayan beyaz yakalıların sendikalaşma çabaları Türkiye’de de karşılığını bulmaktadır. Türkiye’de beyaz yakalı örgütlenmesinin başlangıcı 1989 Bahar Eylemleri’nin ardından yükselen kamu emekçileri hareketidir. Ancak son yıllarda çok daha farklı kesimler sendikalaşma çabası içerisine girmişlerdir. Özellikle son birkaç yıl içinde sporcular sendikası, oyuncular sendikası gibi işçi sınıfının içinde kabul edilmeyen kesimler; dernek, meslek odası gibi örgütlenmeler yerine işçi sınıfının mücadele aracı olan sendika çatısı altında yer almayı tercih etmişlerdir. Buna en son örnek polisler ile hakim ve savcıların sendikalaşma çabalarıdır.
Daha önce işçi sınıfı içinde yer aldığı tartışmalı olan ve hatta kendilerini sınıf içinde tanımlayacakları akıllara bile gelmeyen kesimlerin; hem de mevcut sendikaların güven kaybettiği bir ortamda sendikalaşma çabaları son derece anlamlıdır. Kuşkusuz 1980’li yıllardan bu yana uygulanan politikalar mavi yakalı işçilerden sonra en yüksek vasıflara sahip olduğu ya da doğrudan devletin yanında olduğu düşünülen bu kesimleri de sınıfın mücadele örgütleri içinde yer almaya zorlamıştır. Bundan sonra gereken yaka rengi (mavi ya da beyaz) ya da toplumsal işbölümü içindeki yeri ne olursa olsun, kendisini sınıfın içinde gören ve mücadele için sınıfın araçlarını kullanmayı seçen herkesin mücadelesinin ortaklaşması gerekir. 

16 Kasım 2012 Cuma

Metal işçisinin bürokrasiye karşı mücadelesi




ÖZGÜRCE
16/11/2012
Renault işçileri, sendikalarının MESS ile yapılacak toplu iş sözleşmesi metninin açıklanmasıyla birlikte tepkilerini fabrikayı bir süreliğine işgal ederek ve iş bırakarak gösterdi. Renault işçilerine destek için gelen Bosch işçileri de T.Metal Sendikası’nın adamları olduğu iddia edilen kişilerin saldırısına uğradı.
Renault işçisinin ve daha önce benzer bir eylemle gündeme gelen Bosch işçilerinin tepkileri patrona değildir. Türkiye’de en yüksek katma değeri ve kârlılığı üreten metal sektöründe işçinin tepkisi örgütlü oldukları Türk Metal Sendikası’nın başındaki bürokrasiyedir. Çünkü sendika, her zaman olduğu gibi işçileri yok sayıp işveren sendikası MESS’le başa başa vermiş ve toplu sözleşme taslağını belirlemiştir.
MESS ile Türk Metal Sendikası arasındaki –işçiye rağmen ve işçinin çıkarlarına karşı- işbirliği tavrının geçmişi 1970’li yıllara dayanmaktadır. 1950’li yılların sonlarında özel sermayenin metal sektöründe gerçekleştirdiği yatırımlarla birlikte metal işverenleri Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS)’nı kurmuştur. 1960 yıllardan itibaren metal işçilerinin örgütlü olduğu Türkiye Maden-İş Sendikası, Kavel Grevi ve Sungurlar Direnişi başta olmak üzere metal sektöründe etkili bir mücadele yürütmüştür. Özellikle 1970’li yıllarda T. Maden-İş’in MESS işyerlerinde mücadelesinin yoğunlaşması üzerine, 1973 yılında kurulan T.Metal Sendikası, MESS tarafından T. Maden-İş Sendikası’nın karşısına rakip olarak çıkartılmıştır. 1975 yılından 2009 yılına kadar tam 34 yıl sendikanın başında olan ve ancak Ergenekon Davası’ndan tutuklanmasının ardından başkanlığı bırakan Mustafa Özbek ile MESS uzun yıllar patron-sendika arasında olmaması gerektiği kadar “yakın” bir işbirliği içerisinde olmuşlardır(!) Özbek’in başkanlığı sonrasında da MESS ile yeni yönetim kadrosu arasındaki ilişki bozulmamış; bu ilişki MESS ile T. Metal Sendikası’nın işçilere sertifika sattığı bir ortak şirket kurulmasına kadar gitmiştir.
İşçinin sermayeye karşı emeğinin hakkını savunma mücadelesinin aracı olması gerekirken; işverenle işbirliği içerisine giren sadece T. Metal Sendikası değildir elbette. Bugün Türkiye’de ve dünyada birçok sendika, sahip oldukları bürokratik yapı içinde üyelerinin iradesi olmadan işverenlerle işbirliği içerisine girmekte ve maalesef işçi sınıfından çok sermayenin çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu durum karşısında işçilerin emek mücadelesinin aracı olan sendikaları gerçek işlevlerine döndürmek üzere sendikal bürokrasiye karşı mücadelesi, sermayeye karşı mücadeleden de öncelikli hale gelmiştir.
Türkiye’de sendikal örgütlülüğün en yoğun olduğu metal sektöründe, önce Bosch sonra da Renault işçilerinin sendikal bürokrasiye karşı mücadelesi son derece anlamlıdır. Ancak daha önce Bosch’da olduğu gibi Renault’da da birkaç günlüğüne medyada yer alan ve heyecan uyandıran eylemler şiddete varan baskılar ve öncü konumundaki işçilerin işten çıkartılmasıyla birlikte sonlanmıştır. Sınıf mücadelesinin sermayeyle de sendikal bürokrasiyle de mücadelesinin başarıyla sonuçlanabilmesi için sınıf perspektifine dayanan, işçilere güven verebilecek ve farklı işyerleri ve işkollarındaki mücadeleleri birleştirecek örgütlenmelere ihtiyaç vardır. Aksi halde işçilerin işverene ve sendikal bürokrasiye karşı mücadelesi kısa süreli heyecan yaratan ama sonuçlanamayan eylemlerle sınırlı kalacaktır(!)
Emekçinin, yoksulun hakkını yerken kılı kıpırdamayan zalimin 66. gününe giren ölüm oruçları karşısında da vicdanı körelmiştir. Zalimin zulmü karşısında verilen insanlık sınavından emekçiler azade değildir (!)

9 Kasım 2012 Cuma

Üniversitede kışla düzeninden piyasa düzenine



ÖZGÜRCE
09/11/2012

Türkiye’yi ulusal ve uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırmak için gerçekleştirilen 12 Eylül darbesi, üniversiteleri de bu doğrultuda dizayn etmek üzere YÖK’ü kurdu. YÖK, merkezi bir yapı olarak kısa sürede üniversitede kışla düzenini egemen hale getirmiş; üniversitede militarist bir anlayış içinde anti-demokratik bir yönetim mekanizması oluşturdu. Böylece bir taraftan toplum için bilimi savunan devrimci-demokrat akademisyenler tasfiye edilirken diğer taraftan üniversite koridorları ve sınıflar polisin ablukası altına alındı.
Üniversitede, kışla düzeninin kurulmasıyla amaçlanan, akademik özgürlükleri ortadan kaldırarak üniversiteyi sermayenin ve onun çıkarlarının temsilcisi olan devletin güdümü altına sokmaktır. 12 Eylül darbe rejimi 31 yıl önce YÖK’ü kurarak oluşturduğu kışla düzeni içinde amacına büyük ölçüde ulaşmıştır. Böylece bir taraftan üniversiteler toplumdan uzaklaşıp, sermayenin güdümü altına girerken diğer taraftan kışla düzenindeki üniversitede yetişen nesiller, baskı düzenini içselleştirmiş ve 12 Eylül anlayışını bugünlere taşımıştır.
Kışla düzeni içinde üniversiteyi ve bilimi sermayenin hizmetine sunan YÖK, üniversitede yeniden yapılanmayı amaçlayan yeni bir Yükseköğretim Yasa Taslağı hazırladı (). Bu yeni taslağın şimdiki düzenden farkı, sermayenin üniversite üzerindeki dolaylı hâkimiyeti yerine, bir şirket haline dönüştürülen üniversite yönetiminde doğrudan yer almasını sağlamaktır. Sermaye temsilcilerinin yer aldığı üniversitede; akademisyenlerin, öğrencilerin, üniversite emekçilerinin hiçbir söz hakkı yoktur. Rektörler ve dekanlar, içerisinde siyasi partilerin (meclis çoğunluğuna göre) belirlediği ve sermayeyi temsil edenlerin de yer aldığı kişilerden oluşan üniversite konseyleri tarafından “atanacaktır”. Tamamen şirket yönetim kurulu işlevi görecek olan konseyler, üniversitenin tüm akademik, idari ve mali işlerini yönetecektir. Sözleşmeli hale getirilerek iş güvenceleri ellerinden alınan akademik ve idari personelin ücretleri de “performanslarına göre” bu konsey tarafından belirlenecektir.   
YÖK’ün sermaye örgütlerince çeşitli zamanlarda yayınladığı raporlara da sadık kalarak hazırladığı bu yeni taslakta üniversitede piyasa düzenini hâkim kılmayı amaçlamaktadır. 1981’de YÖK’le getirilen kışla yapılanması, üniversiteyi piyasalaştırmayı amaçlayan bir geçiş düzeniydi. Geçen 31 yıl içinde bu düzen işlevini tamamlamıştır ve artık doğrudan piyasanın hâkim olduğu bir düzene geçilmesi hedeflenmektedir.
Kışla düzeninden piyasa düzenine geçilmesi, üniversitede daha demokratik bir yapının oluşacağı anlamına asla gelmemelidir. Piyasanın yani sermayenin çıkarlarına hizmet edecek olan üniversitede kışla düzenindeki kadar bile özgürlüklere yer yoktur. Kâr ile güdülenmiş olan üniversitede sermayenin çıkarlarına hizmet etmeyen hiçbir bilgi üretilemeyecek ve sunulamayacaktır. Akademisyenlerin işsizlik tehdidiyle baskılanması sonucunda kışla düzene rağmen toplumsal kaygılarla az da olsa yapılabilen bilimsel faaliyet de yapılamaz hale gelecektir.
Sözün özü: Piyasa düzeni kışla düzeninden daha despottur. Piyasa düzeninde akademik özgürlüklerden söz edilemez. Akademik özgürlüğün olabilmesi ve insan, toplum ve doğa için bilgi üretilip sunulabilmesi ancak tüm bileşenlerin katılımının sağlandığı demokratik, özerk, finansmanı kamusal kaynaklardan sağlanan bir üniversiteyle mümkündür. Bunun için de tek yol toplumun üniversiteye sahip çıkmasıdır (!) 

1 Kasım 2012 Perşembe

Öğretmene Performans Değerlendirmesi..! (*)




ÖZGÜRCE
02/11/2012

Türkiye, bir taraftan ölüm oruçları karşısında insanlık sınavından geçiyor diğer taraftan 29 Ekim’deki polis şiddeti sonrasında, 89 yıldır “en yüce değer” olarak kabullenilen Cumhuriyet’i kaybetmişiz de haberimiz mi yokmuş duygusu yaşıyor. Ama tüm bunlar olurken hükümet son sürat, kamusal alanı piyasanın istekleri doğrultusunda düzenlemeye ve emekçilerin haklarını ortadan kaldırmaya devam ediyor.

Kamudaki dönüşüm ve emekçilerin haklarına yönelik saldırının son örneği basının “öğretmenlere performans değerlendirme sistemi geliyor” başlığıyla duyurduğu haberle gündeme gelmiştir. Habere göre Resmi Gazete'de yayımlanan 2013 Yılı Programı'nın ''Eğitim Sistemi'nin Geliştirilmesi'' başlığı altındaki temel amaç ve hedeflere göre, 2013 yılında performans sistemini de içeren öğretmen istihdamına ilişkin strateji ve politika belgesi hazırlanacak ve uygulanmaya başlanacaktır.

 Öğretmenlere performans uygulaması 2000’li yılların başından beri Milli Eğitim Bakanlığı (MEB)’nın gündeminde olmasına karşın bugüne kadar uygulamaya konulamamıştır. Ancak bu kez Bakan’lığın performans sistemini uygulamakta çok daha kararlı olduğunu düşünüyorum. Zira eğitimde piyasalaşmayı getiren birçok uygulama fiilen yaşama geçmiş ve son olarak 4+4+4 eğitim sistemi sistemiyle bu piyasalaşma süreci yasal zemine oturtulmuştur ve sıra öğretmenlerin çalışma koşullarının piyasa sürecini uyumlaşmasına gelmiştir.

Performans, Türkçe anlamıyla başarının, verimliliğin değerlendirilmesidir. Başarının değerlendirilmesi, çalışanla çalışmayanın, işini iyi yapanla yapmayanın birbirinden ayrılması biçiminde anlaşılıp, çalışanlar arasında kimi zaman olumlu karşılanabilmektedir. Ancak performans değerlendirmesi tek başına bir değerlendirme sistemi değildir. Performans değerlendirme sistemi emek verimliliğini arttırmak üzere çalışma ilişkilerini baştan aşağı yeniden düzenleyen ve esas olarak Japonya’da fabrikalarda uygulanmak üzere geliştirilen Toplam Kalite Sistemi (TKY)’nin bir parçasıdır.

TKY’nin eğitim sistemine uyarlanması özünde bir değişiklik getirmemiştir. Tıpkı sanayideki uygulaması gibi eğitimde de TKY kârlılığı ve verimliliği hedeflemektedir. Bu anlayış içerisinde eğitim metalaştırılmakta ve girişimci eğitim olarak tanımlanan sistem içinde okul=işletme; öğrenci ve veli=müşteri; öğretmen=tedarikçi; okul yönetimi=tahsildar olarak değerlendirilmektedir. Bu yapıda eğitim hizmetini veren öğretmen kilit konumdadır. Öğretmenin içinde yer almadığı karar alma süreçlerinde belirlenen hedeflere koşulsuz uyması beklenir; aksi halde hedeflere ulaşılabilmesi mümkün olamaz. Örneğin 4+4+4 sistemi yasalaşmış da olsa ya da müfredat istediği kadar şoven, ırkçı ve piyasacı da olsa öğretmen istemezse sınıf içinde oluşturacağı irade ile bunlar fiilen uygulamayabilir. Oysa performans sistemi ile sağlanan denetim sayesinde iradesini öne çıkartan ve belirlenen hedeflere uymayan öğretmen “başarısız” sayılır.

Performans değerlendirme sonucunda başarısızlığın karşılığı –kamuda iş güvencesini kaldırmaya yönelik diğer düzenlemelerle birlikte değerlendirildiğinde- işini kaybetmektir (MEB performans yetersizliğinin işten çıkartma nedeni olacağı birçok çalışmasında belirtilmiştir). İşini kaybetme tehdidi öğretmenlerden beklentilerin ve iş yoğunluğunun artmasına neden olacaktır. Bu bağlamda çalışma saatlerinin artması, hafta sonu toplantıları, eve iş götürme nedeniyle çalışma süreleri uzayabilecek; bunun yanı sıra öğretmenler para toplama, okulun fiziksel eksiklerini tamamlama gibi öğretmenlik dışı işleri de kabullenmek zorunda kalacaklardır. 
Performans değerlendirme sistemiyle birlikte artan denetim ve işsizlik baskısı öğretmenleri daha itaatkâr olmaya zorlayacaktır. Öğretmenler mesleklerine ve kendilerine yabancılaşacak; iş yükleri artacak, yaratılan rekabet nedeniyle örgütlenme ve aralarındaki dayanışma zayıflayacaktır. Bu koşullar altında çalışacak olan öğretmenlerden çocuklarımıza eşit, demokratik ve nitelikli bir eğitim sunmalarını beklemek olanaksızdır.

Sözün özü: Öğretmenler için performans değerlendirmesi eğitimde piyasalaşmasının bir parçasıdır. Sonuçları sadece öğretmenleri değil, tüm toplumu etkileyecektir. Bu nedenle öğretmenlere uygulanmak istenen performans sistemine karşı mücadelenin de sadece öğretmenlere bırakılmaması gerekir(!)  

(*) Bu yazı Evrensel Gazetesinde teknik nedenlerle kısaltılarak yayınlanmıştır.

26 Ekim 2012 Cuma

Demokratik ve özgür bir üniversite için...



ÖZGÜRCE
25/10/2012

AKP Hükümeti temsilcisi olduğu sermayenin ideolojisini ve kendi iktidarını yeniden yeniden üretmek için bir taraftan yeni bir anayasa yapmaya çalışıyor diğer taraftan da çıkarttığı yasalarla birçok alanı yeniden yapılandırıyor. Mecliste yeni yasama döneminin henüz bir ayı dolmamışken etki alanı son derece geniş ve üzerinde henüz uzlaşı sağlanamamış olan birçok konuda yasalar çıkartılıyor. Sendikalar ve Toplu İş İlişkileri Yasası bunun son örneği; yerel yönetimlerde köklü değişiklere neden olacak belediyelere ilişkin kanun da sırada.


AKP eliyle Türkiye’de her alanın yeniden yapılandırıldığı bir süreçte üniversitelerin bundan azade olması elbette düşünülemezdi. Aslında üniversitede yeniden yapılanma AKP’nin iktidarından çok daha önce 1990’lı yılların başlarından beridir gündeme getirilmiş bir konudur. AKP de iktidarının ilk döneminden bu yana üniversitede köklü bir değişimin çabası içinde olmuştur. Gerçi yeni bir yasayla olmasa da üniversitede yapılmak istenen değişim fiilen gerçekleştirilmiştir. Özellikle Avrupa Yükseköğretim Alanına entegrasyonu hedefleyen Bologna süreci içinde, bir taraftan üniversitede piyasanın etkisi artmış; diğer taraftan da idari ve akademik baskılar altında üniversitenin sermaye ve devlet karşısında özgürlüğü önemli ölçüde sınırlandırılmıştır.

YÖK tarafından hazırlanıp tartışılmak üzere üniversitelere gönderilen “Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru” başlıklı metin üniversitede yasal zeminin yeniden yapılandırılmasını öngören son çalışmadır. Hükümetin son dönemde en tartışmalı konularda dahi yasama sürecini ne kadar hızlı işlettiğini dikkate alırsak; bir sabah uyandığımızda üniversiteyi yeniden yapılandıran bir yasayla karşılaşmamız hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Yeni yükseköğretim yasa taslağını üç başlık altında özetlemek mümkündür:

1. Üniversitede yönetsel özerklik tamamen ortadan kalkacak ve üniversite konseyleri adı altında getirilen yapılanmayla sermaye doğrudan yönetime katılırken; öğretim üyeleri de dahil olmak üzere üniversite bileşenlerinin üniversitenin karar alma mekanizmalarında hiçbir söz hakkı kalmayacaktır.

2. Üniversitede eğitim ve araştırma faaliyetleri girişimcilik mantığı içinde tamamen piyasaya yönelik olacak ve yönetsel olarak sermayenin güdümüne giren üniversite mali olarak da tamamen sermayeye bağımlı hale gelecektir.

3. Üniversitede egemen olan piyasa anlayışı içinde istihdam da mevcut piyasa koşullarına uyumlaşacak ve zaten küçük bir kesimin sahip olduğu iş güvencesi de ortadan kalkacaktır. Öte yandan üniversitede istihdam edilebilme ve ücretler, piyasanın artı-değer yaratma düşüncesine dayalı performans değerlendirme sistemine bağlanacaktır.

Hiç kuşku yoktur ki bu taslağın ortaya çıkartacağı en önemli sonuç: Akademik özgürlüklerin ortadan kalkmasıdır. İdari ve mali olarak sermayenin güdümünde olan, tüm hedeflerini girişimcilik mantığı içinde piyasaya işgücü yetiştirmek ve bilgi üretip satmakla sınırlandırmış olan bir üniversitede akademik özgürlükten söz etmek mümkün değildir. Akademik özgürlüğün ortadan kalkması üniversitenin ve bilimin toplumun yararı yerine piyasanın emrine amade olması demektir. Bu da üniversitenin sermayenin emeği ve doğayı daha fazla sömürmesine katkı sağlaması anlamına gelmektedir.

Sözün özü: Üniversitede gerçekleştirilmek istenen değişimin etkileri toplumsaldır. Emek ve doğanın daha fazla sömürüsü, yoksulluk ve savaşlar getirilmek istenen üniversite modeliyle “bilim” adına meşrulaştırılacaktır. Hal böyle olunca üniversitede yapılmak istenen bu dönüşüme karşı sadece üniversite bileşenlerinin gücü yetersiz kalacaktır. Üniversite toplumundur, eğer toplumun olarak kalacaksa daha demokratik ve özgür bir üniversite için toplumun tüm örgütlü güçlerinin üniversiteye sahip çıkması gerekir (!)

19 Ekim 2012 Cuma

Sınıfın mücadelesi yasayla düzenlenir mi?




ÖZGÜRCE
19/10/2012
Türkiye’de işçilerin üretim/hizmet sunum sürecindeki mücadele örgütü olan sendikaların nasıl kurulacakları, nasıl faaliyet gösterecekleri, sendikalara nasıl üye olunacağı; toplu pazarlık için gerekli koşullar, grevi gerçekleştirme koşulları ve kurallarını belirleyecek olan yasal düzenleme Mecliste görüşülüyor.
Hükümet tarafından hazırlanan ve 550 milletvekili tarafından görüşülen Sendikalar ve Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı belki de bu yazının baskıya girdiği saatlerde Kanun haline getirilmiş olacaktır. Yani 550 sayın milletvekilinin çoğunluğunun “taktirleriyle” Türkiye işçi sınıfının bundan böyle nasıl mücadele edeceği yeni bir “kanunla” belirlenecektir.
Hükümetin getirdiği yasa taslağı tahmin edilebileceği gibi zaten son derece sınırlandırılmış olan sendikalaşma özgürlüğünü daha da sınırlandırmakta; 12 Eylül darbecilerinin çıkarttığı yasalardan bile daha baskılayıcı ve yasaklayıcı bir sendikal mevzuat oluşturmaktadır. İçeriğinden bağımsız olarak işçi sınıfının örgütlenme ve mücadelesinin yasayla dizayn edilmesinin başlı başına bir sorun olduğu düşüncesindeyim. Bu yazıda da yeni yasanın neler getirip neler götürdüğünden ziyade işçi sınıfı ve onun öz örgütü sendikaların nasıl örgütlenip, nasıl mücadele edeceğinin parlamentodan çıkacak bir yasayla belirlenmesinin anlamı ve sonuçları üzerinde durmaya çalışacağım.
Tarihsel sürece bir göz atarsak; parlamentonun işçi sınıfı hareketini değil; işçi sınıfı hareketinin parlamentonun yapısı ve işleyişini belirlediğini görürüz. Zira parlamento sınıflar arası güç ilişkilerinin neticesinde oluşan bir yapıdır. İşçi sınıfı ve onun örgütü olan sendikaların (sınıfın partileriyle beraber) mücadelesi parlamentodaki temsiliyeti de belirleyecektir. Bunun tersi yani parlamentonun işçi sınıfının mücadele aracı olan sendikaları dizayn etmesi ve sendikaların bunu kabullenerek faaliyet göstermesi daha baştan işçi sınıfının yenilgisini ilan etmesi anlamına gelecektir.
Öte yandan, parlamentonun burjuva demokrasi anlayışının bir ürünü olduğunu reddetmemekle birlikte sermaye dışındaki toplum kesimlerinin parlamenter sistemde temsilinin işçi sınıfının mücadelesi sayesinde gerçekleştiğini unutmamak gerekir. Daha 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde (Henüz sınıf bilincinin siyasal güç haline dönüşmediği bir dönemde) İngiltere’de Chartist sendikalar emekçilerin ve yoksul halk kesimlerinin seçme ve seçilme hakkı için mücadele başlatmışlar; 19. yüzyılın ikinci yarısındaki sınıfın devrimci mücadelesi sayesinde de emekçiler siyasal haklarını elde etmişlerdir.
Ancak kimi zaman sol içi revizyonist hareketler kimi zaman kriz tehditleri ya da darbelerle parlamenter sistem yeniden emekçileri ve diğer ezilenleri dışlayan antidemokratik bir yapıya bürünmüş ve bu kesimleri siyasetten ve parlamentodan uzaklaştırmaya çalışmıştır. Türkiye’de de halihazırda 12 Eylül darbe rejiminin getirdiği yüzde 10 barajı ve daha nice antidemokratik uygulamalar sonucu parlamentoda çoğunluk elde edenler, işçi sınıfının mücadele yollarını tamamen tıkamaya çalışmaktadır.
Meclisten geçmekte olan Sendikalar ve Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı’nın içeriğinden bağımsız olduğunu tekrar vurgulayarak; işçi sınıfı hareketinin örgütlenme ve mücadele araç ve yöntemlerinin “yasalarla” düzenlenmesini usulden reddetmek gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda mevcut egemen yapı işçi sınıfı hareketini ve sendikaları çıkartacağı yasalarla ne kadar baskılamaya çalışırsa çalışsın yapılması gereken, çıkartılan yasalara (Yetki alamıyorum vs. diyerek) hayıflanmak değil; bu yasalara rağmen fiili ve meşru bir mücadele hattı oluşturmaktır(!)
Sözün özü: Geçmişte olduğu gibi bugün de işçi sınıfı, örgütlenmesini ve mücadelesini yasalara göre değil ihtiyaçlarına göre belirleyecektir. Önümüzdeki süreçte işçi sınıfı, ihtiyaçlarına cevap veremeyen; tarihin kazanımlarını reddederek önüne konulan mevzuata boyun eğen ve sınıfın yenilgisini baştan kabullenen sendikal yapıları tasfiye edecek ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir örgütlenme ve mücadele tarzını yeniden inşa edecektir. Zira tarihin sonu henüz gelmemiştir(!)

11 Ekim 2012 Perşembe

AKP’nin AB maskesine artık ihtiyacı kalmadı!

ÖZGÜRCE
                                    12/10/2012
AB Bakanı Egemen Bağış, Türkiye’yi eleştiren AB İlerleme Raporuna “Avrupa Birliği’nin kırık aynası bizim için yol gösterici değildir” diyerek tepki göstermiş. Oysa AKP’nin 2002’de iktidara gelmesinde ve 10 yıldır süren iktidar serüveninde AB’nin katkısı son derece önemlidir. Her şeyden önce AKP’nin, kuruluşunun ardından açıklanan “Kalkınma ve Demokratikleşme Programı” adlı parti programı; Kasım 2002 Genel Seçimleri öncesinde açıklanan “Her Şey Türkiye İçin” adlı seçim bildirgesi ve yine bu dönem Acil Eylem Planı, AB’nin genişleme sürecinde temel belgesi olan Kopenhag Kriterleri dikkate alınarak oluşturulmuştur. Böylece AKP; kendisini iktidara taşıyan Kasım 2002 seçimlerinden önce, siyasal yaşamdan hukuk ve adalete; Kürt sorunundan ekonomiye; kamu maliyesinden tarım politikalarına; eğitimden sağlığa; çalışma yaşamından dış politikaya kadar tüm alanlarda AB’nin politikalarını uygulayacağını taahhüt etmiş; bunun karşılığı olarak da AB’nin siyasi desteğini almıştır.
AKP, tek başına iktidara gelmesinde önemli rol oynayan AB’nin desteğini boşa çıkartmamış ve hükümet programları başta olmak üzere birçok belgede “AB’ye üye olma sürecini hızlandırmak ve sonuçlandırmak” önemli bir amaç olarak belirtilmiştir. AKP, ustalık dönemi olarak ifade ettiği Haziran 2011 seçimleri sonrasında başlayan döneme kadar AB’nin Katılım Ortaklığı Belgeleri ve İlerleme Raporlarıyla önüne koyduğu “ev ödevlerinin” sadık uygulayıcısı olmuştur. Bu süreçte “reform” adı altında ekonomi ve tüm toplumsal alan serbest piyasa ekonomisinin gerekleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmıştır.
AKP’nin; serbest piyasa ekonomisinin gereklerine uyumu sağlayan yapısal reformları yaşama geçirme sürecini AB’ye dayandırmasının en önemli etkisi, AB üyelik sürecinden demokrasi ve sosyal hakların gelişmesi beklentisi içerisinde olan sendika ve diğer emek örgütlerinin mücadeleden uzaklaştırması olmuştur. Bu bağlamda özelleştirmelerden, eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerinin piyasalaşmasına; emek piyasasının esnekleştirilmesinden sosyal güvenlik ve sağlık hakkının ortadan kaldırılmasına kadar birçok uygulama AB’ye uyum gerekçe gösterilerek yaşama geçirilmiştir. Sendikalar ve diğer birçok emek örgütü bu uygulamalara karşı koymak yerine AB’nin sosyal diyalog anlayışı çerçevesinde hükümet ve sermaye ile uzlaşma yoluna gitmiştir. Hatta birçok sendika (AB projelerinden elde ettikleri gelirlerin cazibesine de kapılarak) sosyal taraf sıfatıyla emekçilerin haklarını ortadan kaldıran uygulamaların bir parçası haline gelmiş ve bu süreci meşrulaştıran bir rol üstlenmiştir.    
Kısacası AKP, AB’nin sosyal yüzünün ardına sığınarak Cumhuriyet tarihinde emekçilerin haklarına yönelik en büyük tahribatı gerçekleştirirken işçi sınıfının örgütleri “emeğin Avrupası” rüyası ile derin bir uykuya dalmıştır.
Emek örgütlerinin bu uyku hali içinde bir taraftan emekçilerin hakları ortadan kalkarken diğer taraftan işçi sınıfı, mücadele aracı olan sendika ve diğer emek örgütlerine güvenini kaybetmiştir. Bunun sonucu olarak sendikal örgütlülük azalmış, AKP kimi sendikalar üzerinde hâkimiyet kurarak “yandaş sendikalar” yaratmış ve sendikal mücadele etkisi bakımından 1960’lı yıllardan bu yana en geri noktaya düşmüştür.
AKP, iktidara gelmesinde ve 10 yıldır tek başına iktidar koltuğunda kalmasında en büyük destekçisi olan AB’nin demokrasi ve sosyal hakları savunan sahte yüzüne bugün artık ihtiyaç duymamaktadır. Zira emekçilerin ve geniş toplum kesimlerinin haklarını koruması gereken örgütlenmeler AB’nin de katkılarıyla artık AKP karşısında direnemeyecek noktaya gelmiştir. Bugün Mecliste sınıf mücadelesinin aracı olan sendikaları sermayeye ve devlete tamamen bağımlı hale getiren Toplu İş İlişkileri Kanunu görüşülmektedir. Öte yandan kıdem tazminatı hakkından kamu emekçilerinin iş güvencelerinin ortadan kaldırılmasına kadar emekçilerin kazanımlarını ortadan kaldıracak pek çok düzenleme yaşama geçirilmek üzere sırada beklemektedir. Buna karşılık gelin görün ki sendikalar ve diğer emek örgütlerinin göstermelik açıklamalar ve sembolik eylemler dışında geliştirebildiği bir mücadele yöntemi yoktur.    
Emekçilerin son 10 yılda haklarını kaybetmesinde ve işçi sınıfı hareketinin içine düştüğü hazin durumda; AB’yi savunarak AKP’nin ve sermayenin değirmenine su taşıyan sendikacıların, emekten yana olduğunu iddia eden partilerin ve fikir erbabının önemli bir rolü olduğu aşikârdır. İşçi sınıfı hareketinin yeniden mücadeleci bir çizgiye çekilmesi ve emekçilerin haklarına yönelik yeni saldırılara karşı direnebilmesi öncelikle son 10 yıldır işçi hareketinin, üzerindeki AB örtüsünden kurtulmasıyla mümkündür. Bunun için ise işçi sınıfının bu kara örtüyü işçi hareketinin üzerine örten, daha açık ifadeyle demokrasi ve sosyal hak beklentisiyle AB’yi başına bela edenlerle hesaplaşması gerekir.
Sözün özü: Emekçilerin haklarını koruyacak ve onu geliştirecek olan, AB gibi kapitalizmin kurumları değil; tüm dünya emekçileriyle sağlanacak sınıf dayanışmasıdır! 

28 Eylül 2012 Cuma

4 Ekim’de yargılanan kimdir?



ÖZGÜRCE
28/09/2012

Türkiye’de örgütlü olmak zor iştir. Özellikle 12 Eylül darbesi sonrasında egemen sisteme muhalif tüm örgütlenmeler (Ki buna anayasal kurum olan sendikalar ve siyasi partiler de dahildir) terör örgütü olarak gösterilmiştir. Bu şekilde sermaye ve çıkarları sermaye ile ortak olan azınlık dışındaki geniş toplum kesimleri apolitikleştirilmeye ve böylece toplumsal muhalefet ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. 1980’li yıllarda toplum üzerinde kurulan baskılar örgütlenmeyi ve muhalefeti engellemeyi başarmıştır. Böylece emekçilerin birçok hakkı gasbedilerek Türkiye’nin küresel rekabet içinde ucuz emek alanı haline gelmesi yönünde önemli bir yol katedilmiştir.
Türkiye sınıf mücadeleleri tarihine, 1989 Bahar Eylemleri olarak geçen süreçte emekçi kesimler ekonomik ve siyasal haklarına yönelen tüm baskılara karşı mücadeleye girişmiştir. Bu mücadelenin bir ayağı işçiler diğer bir ayağı da kamu emekçi hareketidir. Kamu emekçileri yasal düzenlemeler olmamasına karşın “fiili ve meşru mücadele” düşüncesiyle 1995 yılında KESK çatısı altında birleşen bir örgütlenme sürecini başlatmışlardır. 1990’lı yılların ilk yarısında yaşanan siyasal ve ekonomik gelişmeler, işçi sendikalarını mücadeleden uzaklaştırırken, kamu emekçi hareketi toplumsal mücadelenin öncüsü durumuna gelmiştir. Yine 1990’lı yıllarda Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve sıcak çatışma ortamı içinde tüm baskılara rağmen kamu emekçi hareketinin oluşturduğu KESK çatısı altında Kürt ve Türk emekçileri bir arada mücadeleye devam etmiştir.
2001 krizi ardından Kemal Derviş’in başlattığı ve 2003 yılından itibaren AKP tarafından etkili biçimde uygulanan neoliberal yapısal uyum programı ile emekçilerin haklarına yönelik saldırılar artmıştır. Bu çerçevede emekçiler için esneklik, güvencesizlik, işsizlik hızla artarken; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi haklar da ortadan kaldırılmaya başlamıştır. KESK, tüm baskılara rağmen bu saldırılara karşı mücadelede yine ön saflarda yer almaya devam etmiştir. KESK bir taraftan ekonomik ve sosyal haklara yönelik mücadelesini yürütürken diğer taraftan da Kürt ve Türk emekçileri bir çatı altında toplayan bir emek örgütü olarak Kürt sorunu ve demokratikleşme konularında “barışın” tarafı olmaya devam etmiştir.
Haziran 2011 genel seçimlerinde BDP’nin emekten yana sol partilerle girdiği ittifakın başarıyla sonuçlanması iktidarı endişelendirmiş; Kürtlere ve Kürt sorununa dokunanlara yönelik baskılar artmıştır. Zira AKP’nin uyguladığı emek karşıtı ekonomik programa karşı emekçilerden yükselen tepkinin; kültürel hakları için mücadele eden Kürtlerin tepkileriyle birleşmesi egemen siyasete karşı büyük bir güç oluşturacaktır. Bu gücün engellenmesi için Kürt ve Türk emekçilerin bir arada mücadele ettiği her alan bir tehdit olarak görülmeye başlanmıştır. KESK de bu tehdit algısından nasibini almış; KESK üyesi ve yöneticisi olan birçok Kürt emekçi tutuklanmıştır.  
4 Ekimde Ankara’da şubat ayında tutuklanan KESK’li kadın emekçilerin duruşmaları görülecektir. Bu dava siyasi bir davadır ve mevcut yargı sistemi içinde bu davanın hukuk yoluyla savunulmasının yetersiz olacağı; toplumsal desteğin de en etkili biçimde kullanılması gerektiği benzer birçok davada görülmüştür. Örneğin Onur Hamzaoğlu’ya Dilovası bölgesinde sanayinin insan sağlığını etkileyen araştırmasını açıkladığı için “şarlatan” diyen Kocaeli Belediye Başkanı yargılanmış ve suçlu bulunmuştur. Öte yandan Kürt sorununa dokunduğu için tutuklanan Büşra Ersanlı ve son olarak da Müge Tuzcuoğlu’nun özgürlüklerine kavuşmasında yine ulusal ve uluslararası düzeyde sağlanan toplumsal dayanışmanın önemli rolü olmuştur.
Bu olumlu örneklerden de yola çıkarak; KESK’li kadın emekçilerin özgürlüklerine kavuşması için toplumsal desteğin mutlaka sağlanması gerekir. Kaldı ki KESK bir mücadele örgütüdür ve bu emekçiler kadın ve Kürt olmalarının yanı sıra KESK’li yani sendikalı oldukları için tutuklanmışlardır. KESK’li olmak, sendikalı olmak özgürlüklerin kısıtlanması için bir gerekçe oluşturuyorsa bu tüm KESK’lilerin ve tüm sendikalıların özgürlüğünün kısıtlanması anlamına gelir. Dolayısıyla 4 Ekimde sadece tutuklular değil tüm KESK üyeleri ve Türkiye sendikal hareketi yargılanacaktır. Bu nedenle sendikal hareketi etkisizleştirmeye ve Kürt-Türk emekçileri ayrıştırma gayretlerine de inat yargılanan KESK’lilerin ve onların davalarının sahiplenmesi gerekir. Aksi halde Türkiye’de emek ve demokrasi mücadelesini yürütmenin koşulları tamamen ortadan kalkacaktır. Bu durumda da Türklüğüne Kürtlüğüne bakılmadan tüm emekçiler demir parmaklıklar içinde ya da dışında özgürlüğünü kaybetmiş olacaktır!

6 Eylül 2012 Perşembe

4+4+4’ün getirdiği ‘zorunlu çıraklık mektepleri’


ÖZGÜRCE
07/09/2012

4+4+4 adıyla özdeşleşen, AKP’nin yeni eğitim sistemi tartışılırken belki de üzerinde en az durulan konu bu sistemin toplumda farklı sınıf ve gelir grupları arasında yaratacağı ayrımcılığın boyutlarıdır. Türkiye’de eğitim sistemi zaten eşitsizdir.
Devletin sosyal işlevlerinden uzaklaşması ve eğitim sisteminin piyasalaşmasıyla birlikte eğitimde eşitsizlik 1980’lerden buyana giderek daha da derinleşmiştir.
4+4+4 modeli eğitimi tamamen piyasanın güdümüne sokarak, zaten var olan bu eşitsizliği çok daha öteye götürmektedir.
Önce şunu belirtmek gerekir ki 4+4+4 olarak anılan ve 6287 sayılı Yasa’yla getirilen yeni eğitim sistemi; “Piyasanın ihtiyaçlarına göre insan gücü yetiştirme” beklentisi içinde olan sermayenin talepleriyle birebir örtüşmektedir.
Sermayenin eğitim sistemine ilişkin talepleri hükümet tarafından hazırlanan belgelerde de (9. Kalkınma Planı (2007-2013), Sanayi Strateji Belgesi (2011-2014) ve Ulusal İstihdam Stratejisi Taslağı (2012-2013) vd.) açıkça ifade edilmiştir.
Örneğin Sanayi Strateji Belgesi’nde ki şu ifade hedeflenen eğitim sistemini ortaya koymaktadır: “Eğitim sektörünün iş gücü talebine olan duyarlılığı arttırılacak, işletmelerin talep ettiği alanlarda insan sermayesinin güçlendirilmesi ve eğitim ile iş gücü piyasasının daha esnek bir yapıya kavuşturulması sağlanacaktır.”
Yeni eğitim sisteminin sermayenin “piyasanın ihtiyaçlarına göre insan gücü yetiştirme” talebini karşılayan yapısını şu şekilde özetlemek mümkündür: 4+4+4’de çocuklar 5 yaş gibi çok erken bir dönemde eğitim sistemi içerisine dahil edilip; ikinci 4 yılın başlangıcında yine çok erken bir yaşta (9 yaşında) geleceklerini belirleyecek bir tercihte bulunmaya zorlanmaktadır.
Gerçi tercihin üçüncü 4 yılda yapılacağı söylenmektir (Böyle olsa bile tercih yine çok erken olan 13 yaşında olacaktır).
Ancak yasaya göre ikinci 4 yılda yani ortaokullarda “farklı programlarda dersler seçmeli olacak ve bu dersler üçüncü dört yıldaki lise eğitimini destekleyecek şekilde öğrencilerin yetenek, gelişim ve tercihlerine göre belirlenecektir”.
Dolayısıyla liseyi destekleyecek bir eğitim vereceği için ikinci 4 yılın başında tercihe göre yönlendirme yapılacaktır.
9 yaşındaki çocukların önüne konulacak üç tercih vardır: Genel eğitim, imam hatip ve mesleki eğitim.
Peki, 9 yaşındaki çocuğun geleceğini belirleyecek tercihi kim, hangi kriterlere göre yapacaktır? 9 yaşında bir çocuğun henüz kişiliği ve becerileri tam olarak belirginleşmemiştir.
Dolayısıyla bu kararı çocuğun kendisi veremeyeceği gibi ailesi ya da öğretmenlerinin elinde de karar verebilecekleri objektif veriler bulunmamaktadır. Hal böyle olunca kararın verilmesi ailenin ekonomik durumuna göre olacaktır. Zira akademik eğitime yönelecek genel eğitim, uzun zaman alan maliyetli bir yoldur.
Bu nedenle düşük gelirli aileler çocukları için ya imam hatipleri ya da mesleki eğitimi tercih etmek zorunda kalacaklardır.
Daha 9 yaşında kendisinin ve ailesinin iradesi dışında “zorunlu” olarak mesleki eğitime yönlenen çocuklar ikinci 4 yıl boyunca yönelecekleri mesleki eğitime uygun dersler alacaklardır. Yasa, ortaokulların ilkokul ya da lise ile birleştirilebileceğini belirtmektedir.
Meslek lisesine hazırlık aşaması olan ortaokulların, gerekli teknik donanımı da kullanabilmesi için meslek liseleriyle birleştirilmeleri büyük bir olasılıktır. Bu durumda çocuklar 9 yaşından itibaren mesleki eğitime “zorunlu” olarak başlatılmış olacaktır.
Çok küçük yaşta çocukların geleceklerini belirleyecek bir eğitime “zorlanmaları” ne demokrasi ne de insan haklarıyla bağdaşır(!)
Ancak mesele bununla da sınırlı değildir. Yukarıda sözü geçen belgelerde kamunun mesleki eğitimden çekilip tamamen özel sektöre devredilmesi ve meslek okullarının Organize Sanayi Bölgeleri gibi yoğun iş alanlarda açılabilmesi hedeflenmektedir.
Öte yandan 6287 sayılı yasa’yla, üçüncü 4 yılda, mesleki eğitimin yaygın öğrenim olabilmesinin yolu açılmıştır. Yani mesleki eğitim alan öğrenciler, okul ve öğretmen yüzü görmeden fabrikalarda, atölyelerde patronları ya da ustaları tarafından “eğitileceklerdir”.
Daha açık bir ifadeyle mesleki eğitime zorlanan çocuklar çok küçük yaşlardan itibaren işyerlerinde mesleki eğitim öğrencisi adı altında “çocuk işçi” olarak çalıştırılacaktır.
Böylece sermaye, çok küçük yaşlarda denetimi altına aldığı çocukları istediği gibi yani en esnek biçimde, ucuz iş gücü olarak kullanacaktır.
Sözün özüne gelirsek; 4+4+4 modelinde meslek okullarını “zorunlu çıraklık mektepleri” olarak tanımlamak sanırım yanlış olmayacaktır.
Bu eğitim modeli ile AKP emekçilerin, dar gelirlilerin, yoksulların çocuklarını “zorunlu çıraklık mektepleri” aracılığıyla sermayeye ucuz iş gücü olarak sunmaktadır(!) 21. yüzyılda hiçbir hukuka ve vicdana sığmayacak bu uygulama karşısında sendikalar (İçi boş basın açıklamaları dışında) en ufak bir tepki vermemiştir.
İnsanlık adına, işçi emekçi sınıflar adına, kabul edilemez olan 4+4+4’e karşı mücadelede Eğitim Sen tek başına bırakılmıştır.
Yol yakınken başta işçi sendikaları olmak üzere emek örgütleri içinde bulundukları bu gaflet uykusundan bir an önce uyanıp 15 Eylülde Eğitim Sen’le birlikte olmalıdır(!)

30 Ağustos 2012 Perşembe

MEMLEKETİN VAZİYETİNE DAİR...!

31 AĞUSTOS 2012
ÖZGÜRCE

Harçlar kalkıyor da ne oluyor?
12 Eylül darbesinin ardından Türkiye’nin toplumsal yapısı neoliberal düzene göre yeniden yapılandırılma sürecine girmiş; bu kapsamda kurulan YÖK, yükseköğretimde katkı payı adı altında harç almaya başlamış ve miktarı arttırılarak bugüne kadar uygulanmıştır. Kimi öğrenci harç ödeyemeyeceği için yüksek öğretimden vazgeçmiş; kimi borçlanmış, kimi de harç borçları yüzünden icralık olmuştur. Harçlara ve üniversitelerin ticarileşmesine karşı yürütülen birçok eylem ve etkinlik ise siyasi iktidarlar ve üniversite yönetimleri tarafından en sert biçimde bastırılmış, birçok öğrenci bu eylem ve etkinliklere katıldığı için hem eğitim hakkından mahrum kalmış hem de yıllarca cezaevlerinde tutulmuştur.
Yüksek öğretim harçları ve üniversitenin ticarileşmesine karşı olanlara yönelik baskıların sürdüğü bir dönemde Başbakan çıkıp, neredeyse fetva verir gibi harçların kaldırılmasını buyurmuştur. Hal böyle olunca da akıllara madem öğrencilerin kabusu olan harçlar Başbakanın buyurmasıyla bir anda kaldırılabilecek bir uygulamaydı, o zaman neden yıllardır öğrenciler bu kabusu yaşamak zorunda bırakıldı sorusu gelmektedir.
Bunca soruna neden olan üniversite harçlarının bir anda kaldırılmasının mantıklı tek açıklaması olabilir; o da AKP hükümetinin eğitimi sırtında yük olarak gören “piyasa devleti” anlayışından vazgeçip eğitimin tüm finansmanını yüklenen “sosyal devlet” anlayışını benimsemesidir. Ama gelin görün ki AKP izinde yürüdüğü piyasa ekonomisi anlayışından dönüş yapmak bir yana her alanda piyasalaşma sürecini yaygınlaştırma ve derinleştirme gayreti içerisindedir. Bu bağlamda bir taraftan harçlar kaldırılırken diğer taratan öğrenciyi gelir kaynağı olarak gören ikinci öğretim, tezsiz yüksek lisans ve yaz okulu uygulamaları sürmektedir. Öte yandan üniversitede piyasalaşmasının diğer boyutu olan ve üniversite-sanayi işbirliği adı altındaki uygulamalar tüm hızıyla devam etmekte, kampus kart gibi uygulamalarla öğrencilerin üniversite içerisindeki her adımı üzerinden kâr edilecek bir faaliyet olarak değerlendirilmektedir. Bir taraftan harçları kaldırırken diğer taraftan üniversiteyi tam anlamıyla ticarethaneye dönüştüren uygulamaları açıklamak için geriye kalan üniversiteyi tamamen paralı hale getirecek köklü bir değişim öncesinde tepkileri azaltmak üzere bir zemin hazırlığı yapılmasıdır. Bu bağlamda harçların kaldırılmasını üniversiteyi piyasalaştırma anlayışından geri dönüldüğü biçiminde yorumlamak ve parasız, özgür, demokratik üniversite taleplerinden vazgeçmek büyü hata olur(!)   
*                                  *                                  *
Eğitim sistemi baş aşağı…
Hükümetin 4+4+4 adıyla eğitim sistemini baştan sona yeniden yapılandırdığı düzenleme bir taşla birkaç kuş vurmayı amaçlamaktadır. Bu kuşlardan bir tanesi 9. Kalkınma Planı, Ulusal istihdam Strateji Taslağı ve Sanayi Strateji belgesi gibi iktidarın politikalarını belirleyen belgelerde yer verildiği gibi eğitimi sistemini sermayenin istediği verimliliğe sahip işgücünü yetiştirmenin bir aracı haline dönüştürmektir. İkinci amaç çocukları olabildiğince erken yaşta ailelerinden alıp devletin ideolojik aygıtı olarak işlev gören eğitim sistemi içerisine sokmaktır. AKP iktidarıyla şekillenen yeni devlet yapısının belirlediği iki temel eksen vardır. Bunlardan birincisi çok küçük yaşlardan itibaren Sünni mezhebinin gereklerine uygun dindar/itaatkâr bir nesil yetiştirmek; ikincisi de anadili Türkçe olmayan çocukları olabildiğince erken yaşta anadilinden kopartıp, Türk kültürünün egemenliği altına sokmaktır.
Eğitimde 4+4+4 sisteminin gündeme gelmesinden itibaren bu sisteme karşı tepki veren tek yapı Eğitim Sen olmuştur. 15 Mart 2012 günü 4+4+4’ün yasalaşmasına karşı bir avuç Eğitim Sen üyesi Ankara’da polisin tazyikli suyu, gazı ve göz altılarına rağmen direnirken; KESK’in diğer sendikaları da dahil olmak üzere toplumun hemen hiçbir kesiminden destek görmemiştir. Ne zamanki yeni eğitim dönemiyle birlikte 4+4+4’ün fiilen uygulama aşamasına gelmiştir; ancak o zaman sisteme karşı tepki sesleri yükselmeye başlamıştır.  
Umarız 15 Mart’ta Eğitim Sen’in eyleminden desteğini esirgeyenler, 15 Eylül’de yine Eğitim Sen’in düzenleyeceği eylemlerde aynı hatayı tekrarlamazlar(!)
            *                                       *                                              *
İnadına halkların kardeşliği…
Türkiye’de savaşın sesi daha önce hiç olmadığı kadar yükselmeye başlamıştır. İnsanlık için kabul edilemez bir vahşet olan savaş, kapitalizmde krizleri aşmanın, sermaye birikimi yaratmanın bir yolu olarak görülmektedir. Savaşlar sermaye için daha fazla kâr sağlarken emekçiler için yoksullar için ölümdür. Fabrikalarda, bankalarda, tarlalarda sermayenin kârı için emeği sömürülen işçi, köylü savaş zamanında da cephe de yine sermayenin kârı için kurban edilir. Emekçileri, yoksulları savaşa razı etmenin yegane yolu ırkçı, şoven duyguları körükleyip halkları birbirine düşman etmektir. Türkiye’de yıllardır aynı topraklarda yaşayan halkları birbiriye düşürmeye yönelik bir politika sergilenmektedir. Bu düşmanlaştırma politikasına şimdi de bin yıllardır birlikte yaşadığımız komşu ülke halkları eklenmektedir.
Savaşın sesini kısmak için her şeyden önce sermayenin ve onun çıkarlarının temsilcisi olan siyasi iktidarların halkları birbirine düşürme oyununu bozmak gerekir. Savaş oyunun bozmak en önce cepheye gönderilip diğer halkların emekçilerine silah doğrultması istenen emekçiler ve onların örgütleri olmalıdır. Savaşa karşı barışı, halkların kardeşliğini savunmayanların emekten emekçiden yana olduklarını iddia etmeleri mümkün değildir.
Daha fazla geç kalmadan gelin her alanda savaşın sesi yerine, “yaşasın halkların kardeşliği” sloganıyla barışın sesini yükseltelim(!)