25 Eylül 2008 Perşembe

GATS ve TÜRKİYE’DE ÇALIŞMA YAŞAMININ DÖNÜŞÜMÜ

(Bu yazı, TMMOB İstanbul İl koordinasyonu tarafından yayınlanan Ölçü Dergisinin Haziran 2004 sayısında yayınlanmıştır)

GATS’ın Türkiye’de çalışma yaşamına etkilerini ortaya koymayı amaçlayan bu çalışmada öncelikle, Türkiye’de çalışma yaşamını belirleyen temel dinamik olan kapitalist sistemim gelişim süreci kısaca analiz edilmeye çalışılacaktır. Daha sonra ise, GATS’ın ne olduğu, Türkiye’yi ve özellikle de Türkiye’de çalışma yaşamını ne şekilde etkileyeceği irdelenmeye çalışılacaktır.

Kapitalist Sistemin Gelişim Süreci İçerisinde Çalışma İlişkileri

Tarihsel süreçte, kapitalist sistem içinde çalışma yaşamının düzenlenmesinde üç temel etkenin belirleyici olduğu görülmektedir. Bunlar, kapitalist sistemin içinde bulunduğu dönemsel koşullar, işçi sınıfı mücadeleleri ve kapitalist sisteme alternatif siyasal rejimlerin tehdit haline gelmesidir.

Kapitalist sistemin dönemsel koşullarında belirleyici olan, kapitalizmin içsel çelişkileri ile ortaya çıkan krizlerdir. Bu bağlamda kapitalist sistem, kar hadlerinin düşmesi ve istikrarlı sermaye birikim olanaklarının ortadan kalkması ile içine girdiği krizden çıkmak için sermaye birikiminin yeniden canlanma koşullarını yaratmak üzere, sistemin bütününde bir yeniden yapılanmaya gider. Kapitalist sistemin, varlığını sürdürebilmek ve sermayenin yeniden üretkenliğini sağlamak üzere gerçekleştirdiği bu yeniden yapılanma sürecinde, toplumsal ilişkilerin biçimi, toplumun işleyiş süreçleri ve kurumsal yapılar önemli biçimde değişime uğrar. Böylece, üretim güçleri, toplumsal ilişkiler, yapılar ve kurumlar yeniden biçimlenirken, ekonomik ilişkiler, siyasal ve ideolojik ilişkilerle de desteklenir ve devletin ekonomideki rolü değişime uğrar (Arın, 105).

Kapitalist sistemin sanayi devrimi ile içine girdiği süreçte, egemen olan ekonomik liberalizm anlayışının gereği olarak çalışma ilişkilerinde, devlet müdahalesinden uzak, bireysel pazarlık gücüne dayalı bir yapı geçerli olmuştur. Bu dönemde, maddi olanaklar ve üretim araçlarına sahip olan sermaye kesiminin, geçimini dahi sağlayamayan emekçilere karşı üstünlüğü giderek artmış ve bu sayede sermayenin emek üzerindeki sömürüsü yoğunlaşmıştır. Kendilerini sefalete sürükleyen bu yoğun sömürü karşısında işçiler, bir araya gelerek sermaye karşısında güç oluşturmaya başlamışlardır. Ancak, işçilerin bir araya gelerek örgütlenme çabaları, liberal serbestiyi engelleyici olarak görülmüştür. Bu gerekçe ile devletin her alanda müdahalesine karşı olan yapıdan, devletin işçi örgütlenmelerini engelleyici düzenlemelerde bulunduğu bir sürece geçilmiştir.

Ekonomik liberalizme dayalı uygulamaların 1929 dünya ekonomik krizine de neden olan sorunlara çözüm olamaması, kriz için yeni çözüm arayışlarını gündeme getirmiştir. Bu bağlamda, ekonomide talep yaratıcı politika arayışları ön plana çıkmış ve 1930’lardan başlayarak, talebi arttırmaya yönelik olarak devletin ekonomiye müdahalesini öngören politikalar izlenmiştir. II Dünya savaşı sonrasında ise, J.M. Keynes tarafından 1936 yılında ortaya atılan ve yine toplam talebi arttırmaya yönelik politikaları içeren düşünceler, kapitalist ekonomiler tarafından benimsenmiş ve uygulamaya konulmuştur.

Keynesyen teorilerin etkisi altındaki 1945 sonrası ekonomi politikalarında, talebi artırmanın ancak devlet müdahalesi ile olabileceği görüşü benimsenmiş, devlet müdahaleleri ile sermaye birikimindeki düzensizlikleri, daralmaları ve durgunlukları yumuşatarak, bunların etkilerinin azaltılması hedeflenmiştir (Kalmbach, 23). Bunun yanı sıra, devlet harcamaları içinde sosyal harcamalar olarak nitelendirilebilecek, sermaye dışı sınıfların maddi refahını yükseltici harcamaların payı arttırılmıştır. Ayrıca, sendikaların üye sayıları ve bununla bağlantılı olarak, işyeri düzeyinde ve ulusal düzeydeki karar alma mekanizmalarında etkinliği artmış, asgari ücret, azami çalışma saatleri gibi konular, yasalarla emeğin lehine düzenlenmiştir. Çalışma yaşamındaki bu reformlarla emeğin statüsü de değişime uğramıştır. Böylece işçi sınıfı, kapitalist birikim modelindeki değişikliklerin etkisi altında, sınıf olarak kendisini yeniden oluşturmasını sağlayacak maddi olanakları elde eden ve harcayan ekonomik özne haline gelmiştir (Brunhoff, 398).

1930’larla başlayan ve çalışma ilişkilerinde emekçilerin ihtiyaçlarını da içeren düzenlemelerin gerçekleştirmesinde, kapitalizmin talep yönlü ekonomi politikaları ile içine girdiği yeni sermaye birikim sürecinin önemli bir etkisi vardır. Ancak bunun yanı sıra, 1917 Sovyet Devrimi ile dünyada kapitalizme alternatif bir sistemin fiilen yaşama geçmesiyle birlikte dünyanın iki kutuplu hale gelmesinin de önemli bir payı olmuştur. Zira, işçilerin devrim yoluyla iktidara gelebileceğini gösteren bu örnek, başta erken sanayileşmiş ülkeler olmak üzere kapitalist dünyanın işçi sınıflarındaki siyasal ve ideolojik hareketlenmeyi de beraberinde getirmiştir. Bu koşullarda, liberal ekonominin emeği daha fazla sömürmeye yönelik politikalarının sürdürülmesi, kapitalist sistemin merkezinde olan bu ülkelerde sistemin ciddi biçimde tehdit edilmesini de beraberinde getirecektir. İşte, sermaye birikim rejiminin dönemsel ihtiyaçlarının yanında bu tehdidin ortadan kaldırılması da çalışma ilişkilerinde emeği koruyucu ve gelirden daha fazla pay almasını sağlayıcı düzenlemelerin nedeni olmuştur.

Kapitalizmin içinde bulunduğu krizden çıkabilmesi için gerekli görülen, talebi arttırmaya yönelik politikalar ve fordist üretim sisteminin yaygınlaşması ile birlikte çalışma yaşamı, büyük ölçüde işçi sınıfının taleplerini de karşılayacak biçimde düzenlenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında benimsenen Keynesyen politikalarla, bu eğilim daha da belirginleşmiş ve 1970’le kadar geçen süreç içerisinde işçi sınıfı önemli yasal kazanımlar elde etmiştir. Ancak, 1970’lerin başlarında kapitalist sistemde ortaya çıkan kriz karşısında benimsenen yeni liberal politikalar, talep yönlü ekonomi politikalarını ve fordist üretim sistemini, krizin temel nedeni olarak görmüştür.

Yeni liberalizmin krizden çıkış önerilerini daha açık olarak şu şekilde özetlemek mümkündür: Devlet ekonomiye müdahaleden vazgeçmeli, liberalizmin “laissez faire” ilkesi yani, serbest piyasa anlayışı tekrar geçerli olmalıdır; para arzındaki artış, ekonominin suni biçimde şişirilmesine engel olacak biçimde sınırlandırılmalıdır; dünya ölçeğinde meta, para ve sermaye akımlarına karşı her türlü engel ortadan kaldırılmalıdır; sermaye üzerindeki vergi yükü hafifletilmeli, devlet harcamaları yeniden bölüşümcü ve sosyal ücreti arttırıcı olmaktan çıkartılıp, sermayeyi teşvik edici bir yapıya sokulmalıdır.

1970’lerin ortalarından itibaren kapitalist sistemde egemen olan yeni liberalizmin uygulanmaya başlanması ile birlikte, talep yönlü ekonomi politikaların uygulandığı dönemde sendikalaşma ve çalışma koşullarına ilişkin alanlarda işçilerin elde etmiş oldukları yasal ve fiili hakların sermaye kesimine büyük bir yük olduğu görüşü hakim olmuştur. Bu bağlamda sermaye kesimi, işgücü piyasalarının katılığının giderilmesini gerekçe göstererek işçi sınıfının kazanılmış haklarına karşı mücadeleye girişmiştir. Sermaye kesimi bu mücadelede, geçici ve belirli süreli işlerin yaygınlaştırılması, yarım gün çalışmanın getirilmesi gibi uygulamalarla sendikal örgütlenmeyi zayıflatarak, işçi sınıfının bölünmesi ve ücretlerin baskı altına alınmasını sağlamayı hedeflemiştir.

Yeni liberalizmin kendisine hedef olarak aldığı diğer bir olgu ise yine, 1945 sonrası Keynesyen politikaların etkisiyle oluşan ve devletin "sosyal devlet" olarak nitelendirilen işlevidir. Buna göre, devletin gerek yeniden dağıtım fonksiyonu gereği sermayeden aldığı vergiler, gerekse sermaye dışı kesimlerden (prim vs) aldığı fonların yine, bu sermaye dışı kesimlerin yaşamlarını sürdürebilme (işsizlik sigortası, malüllük, emeklilik vb) veya diğer yaşamsal gereksinmelerini (sağlık, eğitim vb) karşılayabilmeleri için kullanılmaktadır. Devletin bu işlevi, toplumsal artı değerin önemli ölçüde eksilmesi anlamına gelmekte, karı ve sermaye birikimini sınırlayıcı olarak görülmektedir (Savran, 38). Bu nedenle yeni liberal akım, devletin toplumsal harcamaları ve bu amaçla sermaye kesiminden aldığı vergilerin kısıtlamasını öngörmüştür.

Yeni liberalizmin, emeğin kazanılmış haklarını geri götüren ve devleti piyasalaştıran uygulamaları ile sermayenin üzerindeki maliyetler düşürülürken, küreselleşme olarak da tanımladığımız, sermayenin yerküre üzerinde serbestçe dolaşımını sağlayıcı düzenlemeler uygulamaya konulmuştur. Bu doğrultuda, gelişmekte olan ülkelerde uygulanan ithal-ikameci kalkınma politikalarının yerine ihracata dayalı, dışa açık büyüme politikaları uygulamaya konulmuş ve bu ülkelerde koruma duvarları kaldırılmıştır. Böylece, uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda, pazarın genişlemesi, ucuz işgücü bölgeleri ve yeni üretim alanlarının bulunması hedeflenmiştir.

Dünya düzenini yeni liberal dönüşüm doğrultusunda yeniden yapılandırmaya yönelik politikalar başta, SSCB olmak üzere sosyalist blok ülkelerinin dağılması ve bu ülkelerin kapitalist sistemle eklemlenmesi ile birlikte, hızlı bir biçimde tüm dünya üzerinde yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu politikalar, kapitalist sistemin öznesi durumunda bulunan uluslararası sermaye tarafından yönlendirilen, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Avrupa Birliği (AB), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (DB) gibi kurumlar tarafından hazırlanan ikili ve çok taraflı sözleşmeler ile gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır.

Türkiye’de de özellikle son yıllarda sıkça gündeme gelen “uyum” yasaları ile uluslararası sermayenin kontrolündeki kurumlarca düzenlenen sözleşmeler ile yaygınlaştırılan yeni liberal politikalar, yaşama geçirilmeye çalışılmaktadır.

Türkiye’de Çalışma Yaşamı

Kapitalist sistemdeki dönüşüm süreçleri, “gelişmekte olan ülke” ya da “çevre ülke” olarak tanımlanan kapitalist ülkeler içerisinde yer alan Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal yapısını da doğrudan etkilemiştir. Bu bağlamda, çalışma ilişkileri de Türkiye’nin kapitalist sistemle eklemlenme süreçleri ile paralel olarak düzenlenmiştir.

Türkiye’nin kapitalist sistemle bağları, büyük ölçüde Osmanlı’dan devralındığı biçimiyle sürmektedir. Bu nedenle, Türkiye’nin kapitalist sistemle ilişkileri ve dolayısı ile çalışma yaşamına yönelik analizlerin Osmanlı döneminden başlatılması kaçınılmazdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist sisteme ilk kapsamlı eklemlenişi, 1838 yılında İngiltere ile yapılan ticaret anlaşmasıdır. İngiltere ile yapılan bu anlaşma ve bunun ardından diğer bazı Avrupa ülkeleri ile yapılan anlaşmalarla Osmanlı, kapılarını Avrupa sermayesine açmıştır (Kazgan, 32,33). Bu anlaşmaların hemen ardından 1845 yılında çıkartılan Polis Nizamnamesi ile polise, işçi hareketleri ve örgütlenmelerine karşı mücadele etmesi görevi verilmiş. Böylece, Osmanlı’da ticaret ve yatırım yapacak olan Avrupa sermayesinin, muhtemel bir işçi hareketine maruz kalmadan, emek gücünü dilediğince kullanmasının yolu açılmıştır. 1869’da hazırlanan ve 57 yıl boyunca varlığını sürdüren Mecelle ile de çalışma ilişkileri, liberal-bireyci bir yaklaşıma göre düzenlemiştir. 1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ardından artan işçi hareketleri, 1909 yılında çıkartılan Tatil-i Eşgal yasası ile getirilen yasaklamalarla engellenmiştir.

Cumhuriyet döneminde kapitalist sisteme eklemlenme, henüz Cumhuriyet’in ilanından önce toplanan, 1923 İzmir İktisat Kongresi ile belirlenmiştir. Bu Kongre’de, Türkiye Cumhuriyeti’nin liberal ve açık ekonomi koşulları içerisinde kalkınacağı benimsenmiş ve dünyaya duyurulmuştur. Buna uygun olarak da bir taraftan, 1925 yılında sendikal örgütlenmeler ve işçi hareketlerini yasaklayan Takrir-i Sükun Yasası çıkartılırken, diğer taraftan, 1927’de Teşviki Sanayi Yasası ile özel sermaye birikimi yaratılmaya çalışılmıştır. Bu dönemde, çalışma ilişkilerini düzenleyen herhangi bir yasal düzenlemeye gidilmemiştir.

Liberal ekonomi politikalarının Türkiye’de ve kapitalist dünyada uğradığı başarısızlık, eş zamanlı olarak Türkiye’de de devletin ekonomiye müdahalesini içeren politikalara dönülmesini gerektirmiştir. Böylece, 1930’lu yıllarla birlikte, kapitalist sistemin dönüşüm sürecine uygun olarak, korumacı-devletçi sanayileşme politikaları uygulamaya konulmuştur. Ancak, 1936 yılına kadar, çalışma yaşamına ilişkin düzenleme yapılmamıştır. 1936 yılında çıkartılan 3008 sayılı ilk İş Kanunu takdim konuşmasında Recep Peker, bu on üç yıllık gecikmeyi, “işçi haklarında gelişme sağlayacak bir düzenlemenin ulusal kalkınma ve sermaye birikim sürecini engelleyeceği endişesi” olarak açıklamıştır. Peker, aynı konuşmasında, “yeni iş kanunu sınıfçılık şuurunun doğmasına ve yaşamasına imkan verici hava bulutlarını ortadan silip süpürecektir” diyerek, 3008 sayılı kanunun yapısını açık biçimde ortaya koymuştur (Peker, 1936). Yine bu dönemde, 1938 sayılı Cemiyetler Kanunu ile sınıf esasına dayalı cemiyet kurmak yani, sendikalaşmak yasaklanmıştır.

II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan siyasal yapılanma içerisinde kapitalist blokta yer almak isteyen Türkiye, Birleşmiş Milletlere ve Uluslararası Çalışma Örgütü’ne katılabilmek için bir takım uluslararası sözleşmeleri imzalamıştır. Bunun gereği olarak da, 1946 yılında çok partili demokratik düzene geçilmiş ve aynı zamanda “sınıf esasına dayalı cemiyet kurma” yasağı da kaldırılmıştır. Ancak, yasağın kaldırılması ile birlikte, işçi kesiminin hızla sendikalaşma eğilimine girmesi, devlet ve sermaye kesiminde endişe yaratmıştır. Bunun üzerine, 1947 yılında işçi sınıfı hareketinin denetim altına alınmasını amaçlayan, grev hakkı içermeyen, sınırlı bir sendikalar kanunu çıkartılmıştır. İlk iş yasasında olduğu gibi, ilk sendikalar yasası da emeğin gereksinimleri ve talepleri doğrultusunda değil, uluslararası sözleşmeleri yerine getirme ve işçi sınıfı hareketlerini kontrol altına almayı amaçlamıştır.

Türkiye’de Anayasa ve tüm temel yasalar gibi çalışma yasaları da büyük ölçüde askeri müdahale dönemlerinde köklü biçimde değiştirilmiş ve farklı bir anlayışla yeniden düzenlenmiştir. Bu dönemlerde gerçekleştirilen yasal düzenlemelerin önemli özelliği, kapitalist sistemin mevcut dönemdeki talepleri doğrultusunda gerçekleştirilmiş olmasıdır. Bu bağlamda, 1960 müdahalesi sonrasındaki düzenlemeler, Türkiye’nin içe dönük sermaye birikim politikalarının gereklerine gecikmiş olan uyum sürecini hızlandırmıştır. 12 Eylül 1980 müdahalesi de Türkiye’de 24 Ocak 1980 kararlarıyla getirilmek istenen yeni liberalizmin önündeki temel engelleri büyük ölçüde ortadan kaldırma işlevi görmüştür.

1980’den bu yana geçen 24 yıllık sürenin özellikle ilk 10 yılında sendikalar ve işçi sınıfı hareketi sert bir biçimde engellenmiş ve çalışma ilişkilerinde baskıcı bir dönem yaşanmıştır. İşçi tarafının baskı altına alınması ile birlikte ulusal ve uluslararası sermayenin taleplerine uygun olarak ekonomik yapı ve çalışma ilişkileri tek taraflı olarak yeniden yapılandırılmıştır. Bu bağlamda, bir taraftan devlet, sermayenin güdümünde “piyasa devleti” haline dönüşürken, diğer taraftan çalışma yaşamı, kuralsızlaştırılarak fiilen esnekleştirilmiştir.

Özellikle son yıllarda gerek, devletin yapısı gerekse, çalışma yaşamına ilişkin fiili “uyum” sürecinden, yasal “uyum” sürecine geçiş yaşanmaktadır. Bunun temel nedeni,
Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri sonrasında uluslararası finans kuruluşlarına bağımlılığın artması; daha önce imzalanan ikili ve çok taraflı sözleşmelerin uygulanması için tanınan sürelerin sonuna gelinmesi ve “ulusal kurtuluşun yegane yolu” olarak görülen AB’ye üyelik sürecinin dayatmalarıdır.

GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması)

GATS, gelişmekte olan ülke olarak da tanımlanan diğer ülkeler gibi Türkiye’nin de yeni liberal politikalara “uyumlu” hale getirilmesini öngören çok taraflı sözleşmelerin en önemlilerinden biridir. GATS, 1986 yılında başlayan ve 1994 yılında tamamlanan Uruguay Raundu’nda kurulan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) içinde hizmet alanlarının uluslararası ticaretini küresel düzeyde denetlemeye yönelik bir anlaşmadır. Bu anlaşma, uluslararası hizmet ticaretine ilişkin temel kavram, kural ve ilkeleri ortaya koyan ilk çok taraflı anlaşma özelliğini taşımaktadır. Türkiye’nin kurucu üye olarak imza koyduğu bu anlaşma, 25 Şubat 1995 tarihinde TBMM’de onaylanmış ve 26 Mart 1995 tarihi itibariyle DTÖ üyeliği ile birlikte yürürlüğe girmiştir. Bugün, GATS’a taraf olan ülke sayısı 146’ya ulaşmıştır.

GATS ile hedeflenen, Keynesyen politikalar döneminde büyük ölçüde devlet eliyle yürütülmekte olan kamusal hizmetlerin piyasa koşulları içerisinde gördürülmesidir. Bu amaçla, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, eğer bu gerçekleştirilemiyorsa piyasa kurallarına göre işletilmesi yani, ticarileştirilmesi öngörülmektedir. Böylece bir taraftan, kamu hizmetlerinin vergiler yerine fiyatlanma yoluyla finanse edilmesi sağlanacak ve sermaye üzerindeki vergi yükü kaldırılacak, diğer taraftan ise, hizmet ticaretinin serbestleşmesi ile tüm hizmetler ama özellikle kamu hizmetleri, yerli ve uluslararası sermayenin kar alanları haline getirilecektir.

İlk imzalandığı dönemde GATS kapsamına açılacak hizmet kollarının belirlenmesi ülkelere bırakılmıştır. Diğer bir değişle, taraf devletlere istedikleri bazı kamusal hizmet alanlarını anlaşma kapsamı dışında tutabilme özgürlüğü ile anlaşmaya dahil etme kararı aldıkları hizmet alanlarında belli istisnalardan yararlanma hakkı tanınmıştır. Ancak, anlaşmanın genel hükümleri arasına serpiştirilen “stand still” ilkesine bağlı olarak üye devletlerin verdikleri taahhütlerden geri dönmeleri olasılığı tamamen ortadan kaldırılmış; “built in” ilkesi ile ise (özellikle stand still ilkesi ile birlikte düşünüldüğünde) anlaşmanın belli periyotlarla yeniden dizayn edilmesi, dolayısıyla da piyasalaştırılacak hiç bir kamusal alan kalmayıncaya dek bu turların devam ettirilmesine olanak sağlamıştır. Anlaşmaya göre üye ülkeler, kapsam dışında bıraktıkları hizmet alanlarını da GATS kapsamına dahil edeceklerdir.

Türkiye GATS’ın sınıflandırma listesinde yer alan hizmet faaliyetlerinden önemli bir bölümünü anlaşma kapsamına alacağını yani, piyasaya açacağını taahhüt etmiştir. Bazı hizmet alanlarının kapsam dışında tutulmasının gerekçesi yasal mevzuattan doğan engellerdir. Ancak bu engellerin de kısa sürede aşılması yönünde çaba gösterilmektedir.

Türkiye’nin GATS kapsamında piyasaya açmayı taahhüt ettiği bazı kamu hizmetleri şunlardır:
1-Mesleki Hizmetler
a-Uzmanlık gerektiren hizmetlerb-Bilgisayar ve ilgili hizmetlerc-Diğer mesleki hizmetler
2-Haberleşme Hizmetleri
a-Posta hizmetlerib-Kurye hizmetleric-Telekomünikasyon hizmetleri
3-Müteahhitlik ve İlgili Mühendislik-Mimarlık Hizmetleri
4-Eğitim Hizmetleri
a-İlk,orta ve diğer öğretim hizmetleri b-Yüksek öğretim hizmetleri
5-Çevre Hizmetleri
a-Kanalizasyon hizmetlerib-Çöplerin kaldırılması hizmetleric-Sağlık-Çevre ve benzeri hizmetler
6-Mali Hizmetler
a-Sigortacılık ve sigortacılık ile ilgili hizmetler b-Bankacılık ve diğer mali hizmetler
7-Sağlık İle İlgili ve Sosyal Hizmetler
a-Hastane hizmetleri
8-Turizm ve Seyahat İle İlgili Hizmetler
a-Oteller ve lokantalarb-Seyahat acentaları ve tur operatörü hizmetleri
9-Ulaştırma Hizmetleri
a-Deniz taşımacılığı hizmetlerib-Hava taşımacılığı hizmetleric-Demiryolu taşımacılığı hizmetlerid-Kara taşımacılığı hizmetleri

GATS ve Çalışma Yaşamı

GATS’ın çalışma yaşamı üzerindeki en önemli etkisi kuşkusuz istihdam üzerine olacaktır. GATS’ın istihdam üzerindeki bu etkisi öncelikle, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması ile olacaktır. Kamu hizmetlerinin sunumunda piyasa koşullarının geçerli olması, kamuda istihdam koşullarının da piyasa koşullarına göre düzenlemesini beraberinde getirecektir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi yeni liberalizmin, üretim ve hizmet sunum süreçlerindeki temel hedefi, emek maliyetlerin en düşük düzeye indirilmesidir. Bu amaçla öne çıkan uygulamalar ise emeğin yerine olabildiğince teknolojinin ikame edilmesi, istihdamın esnekleştirilmesi ve emek verimliliğini arttırmak üzere performansa dayalı istihdam ve ücret politikalarının uygulanmasıdır.

Teknolojinin emeğin yerine ikame edilmesinin doğal sonucu, istihdamın azaltılması olacaktır. Daha az emek gücü ile daha fazla işin gerçekleştirilmesini amaçlayan, emek verimliliğinin arttırılmasına yönelik politikalar da yine istihdamın azaltılmasına neden olacaktır. İstihdamın esnekleştirilmesiyle ise süreli hizmet sözleşmeleri (sözleşmeli personel), kısmi süreli (part-time) çalışma, çağrı üzerine çalışma, geçici çalışma ve taşeron çalıştırma gibi uygulamalar yaygınlaşacaktır.

Türkiye’de yeni liberal politikaların uygulamaya konulduğu 1980’li yıllardan bu yana giderek artan biçimde, istihdam azaltması ve esnek çalışmaya yönelik uygulamalar fiilen gerçekleştirilmektedir. Ancak, halen kamu hizmet sunumunda çalışan 2 milyonu aşkın emekçi vardır ve hakim olan, statü hukukuna tabi çalışma biçimidir. Bu bağlamda, gerek 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu gerekse, 4857 sayılı İş Kanunu’na tabi olarak çalışanlar, süresiz hizmet sözleşmesiyle ve belirli ölçülerde de olsa iş güvencesine sahip olarak istihdam edilmektedir.

GATS’ın öngördüğü koşulların yasal düzenlemeler ile yaşama geçirilmesi ile birlikte, kamu emekçilerinin önemli bir bölümünün hizmet sözleşmeleri süreli hale getirilecek yani, emekçiler birkaç yıllık sözleşmeler ile çalıştırılacaklardır. Bu da özellikle 657 sayılı yasaya tabi olarak çalışan kamu emekçilerinin iş güvencelerini büyük ölçüde kaybetmeleri anlamına gelmektedir. Öte yandan, diğer esnek istihdam biçimlerinin (kısmi süreli, geçici, çağrı üzerine çalışma gibi) yaygınlaşması ile birlikte, ücretler de önemli ölçüde düşecektir.

Kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması ile istihdamda ortaya çıkacak olan bu gelişmeler, gerek 657 sayılı yasa gerekse, 4857 sayılı yasa ile çalışan kamu emekçilerinin sendikal örgütlenmelerini de olumsuz yönde etkileyecektir. Bilindiği üzere, 657 sayılı yasaya tabi olarak çalışan kamu emekçileri, 4688 sayılı Kamu Çalışanları Sendikaları Kanunu’na göre kurulu bulunan sendikalarda örgütlenmektedir. 4857 sayılı yasaya tabi çalışanlar ise 2821 sayılı Sendikalar Kanunu’nu çerçevesinde örgütlenmekte ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’na göre çalışma koşullarını belirlemek üzere toplu iş sözleşmesi yapmaktadır.

Kamu hizmetlerinin GATS hükümlerine göre yeniden düzenlenmesi ile birlikte, istihdamın azaltılması, bu alanda çalışanların örgütlü bulunduğu sendikaların önemli ölçüde üye kaybetmelerine neden olacaktır. Öte yandan, kamu hizmetlerinde yaygınlaşacak olan esnek çalışma biçimleri de sendikal örgütlenmeyi olumsuz yönde etkileyecektir. Böylece, Türkiye’de örgütlü kesimin büyük bölümünü oluşturan kamu emekçileri örgütsüzleşecek ve 1980’li yılların başından itibaren etkisizleşen endüstri ilişkileri sistemi, tamamen işlevsiz hale gelecektir.

GATS’ın çalışma yaşamına yönelik diğer bir etkisi de hizmet ticaretinin serbestleşmesiyle ortaya çıkacaktır. Bu bağlamda, GATS kapsamına giren hizmet alanlarında, yabancı sermaye kuruluşları da faaliyet gösterebilecekler ve özellikle doktor, mühendis gibi yüksek düzeyde vasfa sahip işgücü istihdam edilebilecektir. Böylece bu alanlarda, daha düşük ücretle çalışan yabancı işgücünün istihdamı yaygınlaşırken, yüksek düzeyde eğitim görmüş işsizlerin sayısı önemli ölçüde artacaktır.

Sonuç

Çalışma ilişkilerinin düzenlemesinde kapitalist sistemin dönemsel koşullarına uyum, Türkiye’ye Osmanlı’dan miras kalmıştır. Bu bağlamda Türkiye, seksen yıllık geçmişinde, çalışma yaşamını kısa süreli aksamalarla da olsa kapitalist sistemin öngördüğü biçimde düzenlemiştir. Türkiye’nin kapitalist sisteme bu uyumluluğu, yeni liberalizm döneminde de sürmüştür.

Yeni liberal dönüşüm koşullarına, 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte eklemlenmeye başlayan Türkiye, 12 Eylül askeri darbesi ve onun ardından gelen 1982 Anayasası ve diğer yasal düzenlemelerle, yeni liberal uygulamaların fiili olarak önü açılmıştır. 1990’lı yıllarla birlikte yeni liberalizm, öngördüğü politikaları küresel düzeyde, sistematik biçimde yaygınlaştırmaya başlamıştır. Yeni liberalizmin yaygınlaştırdığı temel politikalardan biri de GATS ile düzenlenen kamusal hizmet alanlarının piyasalaştırılmasıdır. Kamu hizmetlerinin piyasalaşması bir taraftan, devletin ekonomik ve toplumsal alandaki işlevini dönüştürürken, diğer taraftan da bu alanda varolan çalışma ilişkilerini dönüştürmektedir.

AKP iktidarıyla birlikte, GATS hükümlerinin yaşama geçirilmesine yönelik yasal düzenlemelere hız verilmiştir. Bu bağlamda, Bireysel Emeklilik Yasası ile sosyal güvenlik sisteminde özelleştirme ve ticarileştirme gerçekleştirilmiş, 4857 sayılı İş Kanunu ile bireysel çalışma ilişkilerinde esneklik uygulamaları kural haline getirilmiştir. Kamu yönetiminin, bütünüyle yeni liberalizmin öngördüğü koşullara göre yeniden yapılanmasını öngören Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı TBMM’dedir ve bir çok maddesi Meclis Genel Kurulu’ndan geçmiştir. Yine bu çerçevede, kamu hizmetlerini yerelleştirerek ticarileştirmeyi öngören “yerel yönetimler”, kamuda çalışma düzenini esnekleştirmeyi öngören “kamu personel rejimi” ve yüksek öğrenimin ticarileşmesine ilişkin yasa çalışmaları sürmektedir.

KAYNAKÇA

-Arın, Tülay (1985) “Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz (I): Gelişmiş Kapitalizm”, Onbirinci Tez Kitap Dizisi, sayı.1,(104-138)
-Brunhoff, S.D. (1988) “Kapitalist Bunalım ve Ekonomik Politika”, Dünya Kapitalizminin Bunalımı, der. N. Satlıgan, S. Savran, Alan Yayıncılık, İstanbul, (391-406)
-Kalmbach, P (1987) “Daha Çok Özel Teşebbüs Yeni-Muhafazakar Saldırı”, Bir Başka İktisat, der. A. Işıklı, Alan Yayıncılık, İstanbul,(15-73)
-Kazgan, Gülten (1999) Tanzimat’tan XXI. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, Altın Kitaplar, İstanbul
-Savran, Sungur (1988) “Bunalım, Sermayenin Yeniden-Yapılanması, Yeni-Liberalizm”, Dünya Kapitalizminin Bunalımı, der. N. Satlıgan, S. Savran, Alan Yayıncılık, İstanbul, (19-65)
-TC Hazine Dış Ticaret Müsteşarlığı, “www.teasury.gov.tr”
-Yılmaz, Gaye (2003) “GATS- Hizmet Ticareti Genel Anlaşmasının Teknik Boyutları ve Konuya Teorik Açıdan Bakış”, İnönü Üniversitesi’nde Sunulan Metin- Aralık 2003, (www.antimai.org sitesinden alınmıştır).





* Bu yazı, TMMOB İstanbul İl koordinasyonu tarafından yayınlanan Ölçü Dergisinin Haziran 2004 sayısında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: