25 Eylül 2008 Perşembe

ÜRETİM SÜREÇLERİNDE DEĞİŞİM, ÇALIŞMA HAYATI VE SENDİKALAR

DEĞİŞİM SÜRECİNDE KAMU HİZMETLERİ VE SENDİKAL POLİTİKALAR SEMPOZYUMU (1-2 Şubat 2003 – Ankara)


Değerli kamu emekçileri hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Bu sempozyumda benim sunmam üzere belirlenmiş olan konu, bana, sempozyumun başlığını oluşturan ve bundan sonraki oturumlarda ayrıntısı ile ele alınacak konular üzerinde genel bir çerçeve çizme olanağı tanımaktadır. Bu bağlamda, önce genel olarak “değişim”in dinamiklerini ele alacağım, da sonra ise bu değişimin, Türkiye’deki yansımalarını ortaya koymaya çalışacağım. Zaman kaldığı ölçüde de fazlaca ayrıntısına girmeden bugün “kamu reformu” olarak adlandırılan değişim çabalarının, değişim süreci ile bağlantısını kurmaya çalışacağım.

Benim konumun başlığında da yer alan ‘üretim süreçlerindeki değişim’ denildiğinde, öncelikle hangi üretim süreci, neredeki üretim sürecinin söz konusu olduğuna değinmek gerekiyor. Burada hiç kuşku yok ki sözünü ettiğimiz, kapitalist sistem içerisindeki üretim sürecidir. O halde, kapitalizmde üretimin amacına öncelikle çok kısaca bir bakalım. Daha sonra da bu süreçler neden ve nasıl değişiyor, bunu biraz daha ayrıntılı olarak ele almaya çalışalım.

Kapitalist sistemde üretimin amacı, sermayedarın pazarda kar ile satması için değişim değeri üretmektir. Yani, üretim esas olarak, artı değer üretmek ve sermayenin büyümesi amacını hedefler. Bu doğrultuda sermayedar, üretim sürecinin çeşitli öğelerini satın alır, bir araya getirir ve belirli bir süre için kullanım hakkını satın aldığı emek gücünü belli bir üretim organizasyonu ile diğer öğeler üzerinde çalıştırır. Sermayedar, kapitalist sistemin doğasına uygun olarak satın aldığı emek gücünün kapasitesinden sonuna kadar yararlanmaya çalışacak, bu nedenle de emek sürecini en fazla artık değer gerçekleştirecek bir şekilde dönüştürme yollarını arayacaktır. Bu doğrultuda da sermaye, emek sürecinde işçinin işi geliştirme yöntemleri, hızı, becerileri ve bilgisini kullanma biçimlerinde tam bir denetim elde ederek, yaratılan artı değer miktarını maksimize etmeye; yani işin yoğunluğunu arttırarak emeğin verimlilik oranını yükseltmeye çaba gösterecektir. Yani, kapitalist sistemin mantığı içerisinde, kapitalist emek sürecinde çok doğal olarak sermaye sahibi, belli bir süre için satın almış olduğu emek gücünü, o zaman süresi içinde en yüksek verimlilikle çalıştırmak isteyecektir ve üretim biçiminin organizasyonunu da buna uygun bir şekilde gerçekleştirecektir.

Kapitalizmin gelişim süreci, kar hadlerinin düşmesi ve istikrarlı sermaye birikimi olanaklarının ortadan kalkarak, sistemin kendini ve yeniden üretimi tehdit etmesi ile yine sistemin yapısal değişimler ve sermaye birikiminin yeniden canlanma koşullarını yaratması süreçlerine bağlı olarak dönüşüm içerisindedir. Bu dönüşüm süreçlerinde kapitalist sistem, farklı ihtiyaçlar, farklı konumlanmalar içerisinde bulunmuştur ve buna dönük olarak da üretim süreçlerini kendi ihtiyaçları, diğer bir söyleyişle, sermayenin dönemsel gereksinimleri dolayımında belirlemeyi amaçlamıştır. Üretim süreçlerinin yanı sıra, devletin ekonomideki yeri ve rolü de yine kapitalist sistemin dönüşüm süreçlerine bağlı olarak, sermayenin gereksinimleri doğrultusunda yeniden biçimlenmiştir.

1929 Dünya ekonomik krizi ile birlikte, kapitalist sistemin sermaye birikimini yeniden istikrarlı bir yapıya oturtabilmesi için talep yaratıcı politikalara gereksinim ortaya çıkmıştır. Bu gereksinim doğrultusunda bir taraftan, fordist üretim sistemi yaygınlaşırken, diğer taraftan devlet mekanizmasının işlevi de dönemsel gereksinimlere göre yeniden yapılanmıştır. Özellikle, II. Dünya Savaşı sonrasında Keynesyen politikaların benimsenmesi ile birlikte bu gelişme daha açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, sosyal devlet olarak da tanımlanan bir yaklaşımla devlet, bir taraftan doğrudan üretim içerisinde yer alırken, diğer taraftan, geliri yeniden dağıtma işlevi ile talebi arttırmaya yönelik olarak, sermaye dışı toplum kesimlerine sosyal harcamalar yoluyla kaynak aktarmıştır. Yine bu dönemde devlet, büyük ölçüde emek mücadeleleri ile geçen 19. yüzyıl süresince gelişen işçi sınıfı hareketi ve sendikalara karşı olumlu bir yaklaşım içerisinde olmuştur. Talep yönlü politikalara da uygun biçimde sendikalara yönelik olumlu bir yaklaşım içerisine giren devlet, aynı zamanda bu tavrı ile sendikaları, kapitalist sistemle bütünleştirerek işçi sınıfı hareketini de kontrol altında tutmayı hedeflemiştir.

Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında uygulanan Keynesyen politikaların da etkisi ile yaklaşık 25 yıl süren toparlanma ve genişleme döneminde, kapitalist ekonomiler yüksek büyüme hızına ulaşmışlardır. Gerek gelişmiş, gerekse gelişmekte olan ülkelerde yaşanan bu olumlu süreç, 1969-1970 yıllarında ABD’de çıkan stagfilasyon, 1971 yılında uluslararası para sisteminin çöküşü ve 1974-1975 yıllarında dünya ekonomisindeki ani daralma ile birlikte sona ermiş ve kapitalist sistem tekrar krize girmiştir.

Esas olarak, merkez kapitalist ülkelerin pazar paylarını kaybetmeleri ve buna bağlı olarak da kar oranlarındaki görece düşüşten kaynaklanan kapitalizmin bu yeni krizi, öncülüğünü Chicargo Okulundan Hayek ve M. Friedman’ın yaptığı, yeni liberal akım tarafından fordist üretim sistemi ve Keynesyen ekonomi politikalarının krizi olarak görülmüştür. Yeni liberal akıma göre, krizden çıkış, diğer bir değişle sermaye birikim sürecinin yeniden canlanma koşullarının yaratılabilmesi için üretim süreçleri ve devletin ekonomideki işlevinin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Bu yeniden yapılandırmada temel hedef: sermaye üzerinde yük olarak görülen unsurların ortadan kaldırılarak maliyetlerin minimum düzeye indirilmesidir. Sermayenin üzerinde yük olarak görülen unsurlar ise sosyal devletin gereği olarak sermayeden alınan vergiler ve emek maliyetidir.

Yeni liberalizm, sermayeyi vergi yükünden kurtarmak amacı ile öncelikle devletin sosyal devlet işlevinden arınarak piyasa devleti işlevine bürünmesini önermektedir. Böylelikle, sosyal devletin sermayeden sağlanan vergi gelirleri ile oluşturduğu kaynağı sermaye dışı kesimlere eğitim, sağlık gibi sosyal harcamalar yoluyla aktarmasına dayanan “geliri yeniden bölüştürme” işlevi tersine dönüştürülecektir. Yani, artık sermayeden olabildiğince az vergi alınacak, bunun yerine dolaylı vergiler yoluyla sermaye dışı kesimlerden alınan vergilerle oluşturulacak kaynak (AKP Hükümeti tarafından hazırlanan 2003 yılı bütçesinde,dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içerisindeki payı %70’lere çıkartılmıştır), çeşitli isimler altındaki teşviklerle sermayeye aktarılacaktır. Tabii bu arada, sosyal harcamalar da “kamu harcamaları toplumun üzerinde yük oluyor bu nedenle devletin küçültülmeli” söylemi ile olabildiğince kısılacak, hatta bütünüyle ortadan kaldırılmaya çalışılacaktır. Böylece, devlet tarafından yürütülen üretim ve hizmet sunumu, özelleştirilerek ya da ticarileştirilerek, kamusal alan bütünüyle piyasalaştırılacaktır. Bunun sonucu olarak da bir taraftan, sermayenin üzerindeki vergi yükü kaldırılırken, diğer taraftan kamusal alanın piyasaya açılmasıyla, sermaye birikimi sağlaması için yeni olanak yaratılmış olacaktır.

Sermayenin yük olarak gördüğü diğer bir maliyet unsuru da emek maliyetidir. Emek maliyetinin minimuma indirilmesi, diğer bir değişle artı-değerin maksimum düzeye çıkartılması da yeni liberal akımın, krizden çıkış için temel önermelerinden biri olmuştur. Konuşmamın başında da belirtmeye çalıştığım gibi, sermaye birikiminin sürekliliğinin sağlanması amacıyla kapitalist emek süreci, artı-değerin ve üretim sürecinde sermayenin kontrolünün mevcut koşullarda en yüksek seviyede oluşmasını sağlayacak biçimde yeniden düzenlenir. Yeni liberalizm de 1970’lerin kriz koşullarından çıkış için, krizin nedeni olarak da gördüğü fordist üretim biçiminden kaynaklanan sorunların giderilebilmesine çare olarak; artık değeri yükseltmek üzere ucuz emek bölgeleri bulma, emek sürecinde verimliliği arttıracak yeni örgütlenme biçimleri ve teknolojik değişiklikler ile yeni üretim alanları bulmak gibi yeniden yapılanma olarak da nitelenebilecek önerileri ön plana çıkartılmıştır.

Yeni liberal politikaların üretim sistemine yönelik önermelerinin benimsenmesiyle birlikte, üretim sistemlerinde esneklik büyük önem kazanmıştır. Üretim sistemlerinde esnekliğin esas olarak iki şekilde ortaya çıktığını görüyoruz. Bunlardan bir tanesi, fordist üretim sisteminde geçerli olan tüm unsurları ile bir fabrika çatısı altında gerçekleştirilen üretim sürecinin parçalanarak, üretimin çeşitli aşamalarının ya da üretimin tamamının fabrika dışındaki üretim alanlarına aktarılmasıdır. Çok sayıda işçinin bir çatı altında çalıştığı fabrika düzeni içerisinde, çalışma koşulları standartlaşmakta ve emeğin bir araya gelerek örgütlü bir güç oluşturması sağlanabilmektedir. Örgütlü güç halinde bulunan emek, sermaye karşısında üretim sürecine daha rahatlıkla müdahale edebilmekte ve ücretler düzeyini yükselterek toplam hasıla içerisinde emeğin payını arttırabilmektedir. Oysa, üretim sürecinin parçalanarak, ucuz emek alanlarına kaydırılması ile emek maliyeti düşürülebilmektedir.

Sermayenin üretimi kaydırdığı ucuz emek alanlarının başında, küçük ve orta ölçekli işletmeler gelmektedir. Küçük ve orta ölçekli işletmeler, bir taraftan sabit yatırımlarının düşük olması nedeniyle piyasa taleplerine daha kolay uyum sağlayabilecek esnekliğe sahiptir, diğer taraftan ise az sayıda işçinin bir arada bulunması nedeniyle, sermaye karşısında emeğin güçsüz durumda olmasına bağlı olarak emek maliyeti düşük üretim alanlarıdır. Küçük ve orta ölçekli işletmelerin gerek üretim, gerekse emeğin kullanımı bakımından sermayeye sağlamış olduğu esneklik özelliği nedeniyle özellikle az gelişmiş ülkelerde devlet tarafından da desteklenmektedir. Diğer bir değişle devlet, sermayeye ucuz emek alanları yaratmak amacıyla bu işletmeleri desteklemektedir.

Özellikle erken sanayileşmiş, merkez kapitalist ülkelerde, 19. yüzyıl boyunca süren işçi sınıfı mücadelesi ve Keynesyen dönemde elde edilen çalışma yaşamına ilişkin kazanımlar ile sahip olunan işçi sınıfı bilinci nedeniyle, üretimin küçük ve orta ölçekli işletmelere kayması, maliyetleri sermayenin gereksinimleri düzeyinde düşürülmesini sağlamamıştır. Bu nedenle, merkez kapitalist ülkelerdeki ulusal ve uluslararası sermaye, üretimi örgütlenme ve sınıf bilincinin gelişmemiş olduğu, demokrasi geleneğinin zayıf olduğu ülkelere kaydırmaya başlamıştır. Böylece, Korkut Boratav hocanın da belirttiği gibi, bugün küreselleşme olarak adlandırılan, emperyalist bir süreç içerisinde, çevre ülkeler olarak da adlandırabileceğimiz az gelişmiş ülkeler, ucuz emek alanları halini almıştır.

Sermaye üzerinde yük olarak görülen emek maliyetini düşürmek üzere emek sürecinin esnekliğini sağlamaya yönelik diğer yol olarak da teknolojik gelişmeler ile çalışma koşullarının ve istihdam biçimlerinin esnekleştirilmesi amaçlanmıştır. Teknolojik ilerlemeler ve makineleşme ile birlikte üretim süreci içinde emek değersizleşmiş, nitelik düzeyi yüksek emeğe talep artarken, çok daha fazla sayıda emekçi işsiz kalmıştır. Fordist üretim biçiminde standartlaşmış olan çalışma süreleri ve çalışma biçimlerinde esnekleşme ile birlikte, kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, eve iş verme gibi farklı istihdam biçimleri yaygınlaşmıştır. İşsizliğin, diğer bir değişle yedek işçi ordusunun artması, emeğin kendi içerisinde rekabeti arttırmış ve ücretler genel düzeyi düşmüştür. Öte yandan, istihdam biçimlerinin farklılaşması işçi sınıfının içerisinde tabakalaşmayı arttırmış, emeğin sermaye karşısında örgütlü bir güç oluşturması önemli ölçüde zorlaşmıştır. Buna bağlı olarak da sermaye, emek sürecinde kontrolü daha fazla eline geçirmiş ve emekçiler, işçi sınıfı mücadelelerinin etkisizleşmesi ile birlikte yeni kazanımlar elde etmek bir tarafa mevcut kazanımlarını dahi kaybetmeye başlamışlardır.

Yeni liberalizmin gerek, sosyal devleti, piyasa devleti haline dönüştürmeye yönelik politikaları, gerekse üretim süreçlerini emek sömürüsünü en üst düzeye çıkartmaya yönelik esneklik uygulamaları karşısında sendikaların almış oldukları tutum ve konumlanmalarına da kısaca değinmek istiyorum.

Yeni liberal politikaların benimsenerek uygulanmaya başlandığı 1970’li yılların ikinci yarısında, sanayileşmiş ülkelerde ve ILO’nun da etkisi ile bir çok gelişmekte olan kapitalist ülkede sendikal hareket güçlü bir konumdadır. Ancak, 1980’li yılların başlarından itibaren sendikalar, gerek işyeri, gerekse ulusal düzeyde etkinliklerini önemli ölçüde kaybetmeye başlamışlardır. Sendikaların yeni liberal politikaların uygulanmaya başlaması ile birlikte güç kaybetmelerine neden olan çeşitli etkenler vardır. Bu etkenleri, devletin işçi-işveren ilişkilerindeki tavrının, buna bağlı olarak da sendikalara karşı tutumunu değiştirmesi; üretim süreçleri ve bununla bağlantılı olarak emek sürecindeki dönüşümün istihdamın ve emeğin yapısında ortaya çıkarttığı değişim; sendikaların iç yapılarındaki eksiklikler ve uyguladıkları stratejilerdeki hatalar olarak üç temel başlık altında değerlendirmek mümkündür.

Özellikle 1929 krizi sonrasında uygulanmaya başlanan talep arttırmaya yönelik ekonomi politikalarının, yeni liberalizm ile birlikte dönüşmesi, yukarıda da belirtmeye çalıştığım gibi sermaye dışı toplum kesimlerinin alehinde bir çok uygulamayı da beraberinde getirmiştir. Bu dönemde örgütlülük düzeyi ve mücadele gücü yüksek olan sendikalar, bu uygulamaların önünde önemli bir engel olarak görülmüş ve sermayenin ve buna bağlı olarak da kapitalist sistem içerisinde yer alan devletlerin sendikalara yönelik tutumları önemli ölçüde değişmiştir. Bu bağlamda devlet, Keynesyen dönemde paternalist bir yaklaşımla desteklediği sendikalara karşı baskıcı bir tutum içerisine girmiştir. 1980’lerin sonlarına doğru Sovyet Blokunun çözülmesi ile birlikte bu tutum daha da açığa çıkmıştır. Özellikle, işçi sınıfının bilinç düzeyinin düşük olduğu ülkelerde devletin bu eğilimi sonucunda işçi haklarında önemli kayıplar ortaya çıkmıştır. Devletin sendikalara yönelik bu tutumu sayesinde bir taraftan, işçi sınıfına büyük kayıplar getiren yeni liberal politikalar uygulama alanı bulmuş, diğer taraftan ise sendikaların işyeri ve toplumsal düzeyde baskı oluşturma işlevleri zayıflatılarak emek maliyetlerinin düşürülmesi sağlanmıştır.

Öte yandan, sendikal örgütlenmeyi ve emeğin birlikte mücadelesini kolaylaştıran fordist üretim biçiminin, sermayenin gereksinimleri doğrultusunda dönüştürülmesi ile birlikte emek süreci esnekleşmiştir. Bu bağlamda yukarıda da belirtmeye çalıştığım gibi, üretim sürecinin parçalanması, teknolojik ilerlemeler ve makineleşme; çalışma sürelerinin ve çalışma biçimlerinin esnekleşmesi, istihdamın ve emeğin yapısında önemli bir değişime neden olmuştur. İstihdam ve emeğin yapısındaki bu değişim, sendikalar için başta örgütlenme olmak üzere bir çok sorunu da beraberinde getirmiştir.

Üretim sürecinin parçalanarak, üretimin çeşitli aşamalarının ya da bütününün dışarıya kaydırılması ile toplam istihdam içerisinde sendikal örgütlenmelerin ve sendikal faaliyetlerin neredeyse olanaksız olduğu küçük ve orta ölçekli işletmelerin payı artmıştır. Öte yandan, sermayenin küreselleşme yoluyla üretimi, emeğin ucuz olduğu ülkelere kaydırması, özellikle merkez kapitalist ülkelerde işsizliğin artmasına ve sendikal örgütlülüğün düşmesine neden olmuştur.

Teknolojik gelişmeler ve makineleşme ile birlikte, bir taraftan işsizlik artarken, diğer taraftan, istihdam içerisinde sanayiinin payı azalmış, hizmet sektörünün payı yükselmiştir. İşsizliğin artması, sendikaların doğrudan üye kaybetmelerine yol açarken, sanayide makineleşme ve hizmet sektöründe istihdamın artması, beyaz yakalıların ve kadın işçilerin toplam istihdam içindeki payının da artmasına neden olmuştur. Beyaz yakalılar, tarihsel olarak da kendilerini işçi sınıfı ile fazlaca özleştirmemiş bir kesimdir ve örgütlenme eğilimleri oldukça düşüktür. Öte yandan, sendikaların özgün sorunları üzerine fazlaca eğilmemeleri nedeni ile kadın işçilerin sendikalarda örgütlenme eğilimleri yüksek değildir. Bu nedenlerden dolayı, makineleşmenin yaygınlaşması ile birlikte sendikalar önemli ölçüde üye kayıplarına uğramaktadır.

Üretim ve yönetim sistemlerindeki değişim ile birlikte esnek üretim biçimleri ve buna bağlı olarak standart dışı çalışma yaygınlaşmıştır. Sendikal örgütlenmenin son derece zor olduğu kısmi süreli çalışma, esnek süreli çalışma, evden çalışma gibi standart dışı çalışma biçimleri ile aynı zamanda işçiler arasındaki farklılıklar öne çıkartılarak, işçi sınıfı arasında tabakalaşma yaratılmıştır. Öte yandan, daha düşük ücretle çalıştırılabilen ve standart dışı çalışma biçimlerine daha uygun oldukları için tercih edilen, ancak sendikal örgütlenme eğilimleri düşük olan kadın ve gençlerin toplam istihdam içindeki payları artmıştır.

Sendikalar, belirtmeye çalıştığım bu nedenlerden dolayı örgütlenme ve buna bağlı olarak da önemli bir temsil sorunu ile karşılaşmışlardır. Sendikaların karşı karşıya kaldıkları bu sorun, sendikaların gerek işletme/işyeri düzeyinde gerekse işkolu ve ulusal düzeyde etkinliklerini büyük ölçüde kaybetmelerine neden olmuştur.

Sendikaların örgütlenme dışında etkinliklerini kaybetmelerine neden olan diğer bir etken ise, sendikaların kendi iç yapılanmalarından ve izledikleri stratejilerden kaynaklanmıştır. Bu bağlamda sendikalar, kapitalizmin dönüşüm dinamiklerine karşı koymakta yetersiz kalmışlar ve bu dinamiklerin etkinlerinin üyelerine olan yansımalarını hafifletebilmeye yönelik politikalar izleyerek varlıklarını sürdürme çabası içine girmişlerdir. Bu da sendikaların, işçi sınıfı eksenli politikalardan uzaklaşarak, işletme/işyeri sendikacılığına yönelmelerine neden olmuştur. Böylelikle de sendikalar, işçi sınıfını temsil eden örgütler olmaktan çıkıp, sadece kendi üyelerini toplu iş sözleşmeleri kapsamında temsil eden kurumlar haline dönüşmüşlerdir. Diğer taraftan sendikalar, Keynesyen dönemde edindikleri, kapitalist sistemin düzenleyici kurumlarından biri olmaktan kaynaklanan, demokratik merkeziyetçilik ve buna bağlı olarak da “katı bürokratik” yapılarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Bu bağlamda, “sendika içi demokrasi” önemli bir tartışma konusu haline gelmiş ve işçi sınıfı içinde sendikalara güven sorunu ortaya çıkmıştır. Gerek sendikaların izledikleri politikalar, gerekse, sendikaların iç işleyişleri ile ilgili tartışmalar, kapitalist dönüşüm sonrası koşullarda, sendikaların işçi sınıfının bütününü temsil etme işlevini büyük ölçüde kaybetmelerine neden olmuştur. Böylece, sendikalara olan toplumsal destek ve güven de önemli ölçüde ortadan kalkmıştır.

Bu koşullar altında sendikalar, gerek işyeri/işletme düzeyde toplu iş sözleşmelerinde, gerekse ulusal/uluslararası düzeyde ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesinde etkinliklerini büyük ölçüde kaybetmişlerdir. Buna bağlı olarak da, sermayeye ve devlete karşı bağımlılıkları önemli düzeyde artmıştır. Böylece sendikalar, işçi sınıfının hak ve çıkarlarını koruyup geliştiren örgütler olmaktan çok, kapitalizmin krizden çıkış için öngördüğü dönüşümü gerçekleştirme aşamasında, işçi sınıfını uyumlaştırmaya ve tepkilerini kontrol altında tutmaya çalışan adeta “tampon mekanizma” benzeri bir işlev üstlenen kurumlar haline gelmiştir.

Kapitalist sistemdeki dönüşüm ve bunun üretim sistemleri ve sendikalara etkilerini genel olarak ortaya koymaya çalıştıktan sonra şimdi de Türkiye’de bu sürecin nasıl geliştiğine kısaca değinmek istiyorum. Aslında, bu genel yapının Türkiye için de büyük ölçüde geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, Türkiye’nin bu süreçte kendi öznel koşullarından kaynaklanan bazı özel durumlar da ortaya çıkmıştır.

Yeni liberal dönüşüm politikalarının Türkiye’de köklü biçimde uygulanma çabaları büyük ölçüde 24 Ocak 1980 Ekonomik İstikrar Kararları ile birlikte olmuştur. Ancak bu dönemde, işçiler başta olmak üzere sermaye dışı toplumsal kesimlerin örgütlü muhalefetinin ve mücadele eğiliminin yüksek olması, 24 Ocak Kararlarının uygulanmasını engellemiştir. Bunun üzerine, 12 Eylül 1980 tarihinde askeri müdahale gerçekleşmiş ve böylece 24 Ocak Kararlarının, diğer bir değişle yeni liberal politikaların önünde engel oluşturan toplumsal muhalefet ortadan kaldırılmıştır. Böylece, 12 Eylül’ün yarattığı baskı ortamı içerisinde yeni liberal politikalar uygulama alanına kavuşmuştur. Bu dönemde, yeni liberalizmin öngördüğü gibi devletin geliri yeniden bölüştürme işlevi, sermeye dışı toplum kesimlerinden elde edilen kaynakların sermayeye aktarılması şekline dönüştürülmüş, sendikalar ve işçi hareketi baskı altına alarak, emek maliyetini düşürmeye yönelik olarak üretim süreçlerinde dönüşüm büyük ölçüde gerçekleştirilmiştir.

Ancak, 1980 sonrasında Türkiye’nin yeni liberalizme uyum amacına yönelik olarak göstermiş olduğu çabalar, uluslararası sermaye ve uluslararası sermayeye eklemlenmeye çalışan ulusal sermaye tarafından yeterli görülmemiştir. Özellikle, özelleştirmeler, kamusal hizmetlerin piyasalaşması, iş yasalarının üretim sürecinin esnekliğine uygun biçimde düzenlenmesi gibi konularda diğer gelişmiş ve gelişmekte olan kapitalist ülkelere göre oldukça yavaş kaldığı için sürekli olarak eleştirilmiştir. Oysa, Türkiye yasal düzenlemeler yapmamış olmamakla birlikte, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlarda bütçeden yeterli pay ayırmayarak ve bu alanların özelleştirilmesini teşvik ederek, kamu hizmetlerinin ticarileşmesini fiilen sağlamıştır. Öte yandan, yine yasal düzenlemeleri henüz yapmamış olmasına karşılık, enformel sektörü teşvik ederek ve kural dışı çalışmaya engel olmayarak fiilen çalışma yaşamının esnekleşmesini sağlamıştır.

Dünya düzeninin yeniden yapılandırılmasını amaçlayan yeni liberal politikalar, kapitalist sistemin öznesi olan uluslararası sermaye tarafından yönlendirilen DTÖ, AB, IMF, DB gibi kurumlar ve bu kurumlar tarafından hazırlanan GATT, GATS, MAI gibi uluslararası sözleşmeler ile kapitalist ülkelerde yaygınlaştırılmaktadır. Türkiye’de de özellikle son yıllarda sıkça sözü edilen “uyum” yasaları, kapitalizmin yeni liberal dönüşüm sürecinde uluslararası sermaye yönetimindeki uluslararası kurumların ve sözleşmelerin bir gereği olarak yaşama geçirilmektedir. Böylece, Türkiye’de 1980’li yıllardan bu yana yaşanmakta olan “uyum” süreci, özellikle Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri ile uluslararası finans kuruluşlarına bağımlılığın artması, ulusal kurtuluşun tek yolu olarak görülen AB süreci ve içine dahil edilmeye çalışıldığımız savaş ortamı içerisinde daha da hızlanmıştır. Bugün, gündemimizde olan ve bu sempozyumda da ele alınacak olan çalışma yaşamı ve kamu hizmetlerinin yeniden yapılandırılmasına ilişkin yasal düzenleme girişimleri de işte bu çerçeve içerisinde gündeme gelmiştir.

Kalan süre içerisinde, şimdiye kadar ortaya koymaya çalıştığım bu yapının kamu emekçilerini ne yönde etkileyeceğine dair düşüncelerimi kısaca özetlemek istiyorum.

Yeni liberalizmin, yaşama geçirilmiş olan ve bugün yaşama geçirilmek istenen politikaları, hiç kuşkusuz sermaye dışında yer alan toplum kesimlerinin çok büyük bir bölümü için işsizlik ve yoksulluk anlamı taşımaktadır. Ancak, özellikle “kamu personel reformu” adı altında getirilen düzenlemeler ve çalışma yasalarında gerçekleştirilmek istenen düzenlemeler, kamu emekçilerini diğer kesimlerden daha fazla etkileyecektir. Aslında söz konusu bu düzenlemeler, daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi, kamu harcamalarına ayrılan kaynağın kısılması ile birlikte fiilen yaşama geçirilmiştir ya da norm kadro ve toplam kalite yönetiminde olduğu gibi uygulamaya yönelik ön çalışmaları yürütülmektedir. Yani, bu yasal düzenlemelerle birlikte ortaya yepyeni bir durum çıkmayacaktır. Sadece, zaten büyük ölçüde var olan uygulamalar yasal hale gelecek ve özellikle kamu emekçileri için etkileri daha hissedilir biçimde ortaya çıkacaktır.

Kamu personel reformu ile birlikte “piyasa devleti” artık kurumsal bir yapıya oturtulmaktadır. Böylece, devletin yurttaşlarına karşı Anayasal görevi olan iş bulmak, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik olanakları sağlamak gibi sorumlulukları ortadan kalkmakta, “yurttaş” kavramının yerini “müşteri” kavramı almaktadır. Kamu emekçileri, yurttaşlık olgusunun müşteriliğe dönüşmesinden diğer toplum kesimlerinden çok daha fazla etkileneceklerdir. Çünkü, kamu hizmetlerinin piyasalaşması ile bir taraftan, kamu hizmetlerinin müşterisi olan kamu emekçileri diğer taraftan, bu hizmetleri müşterilere sunan “tezgahtarlar” konumuna düşeceklerdir.

Kamu hizmetlerinin piyasalaşması, diğer bir değişle ticarileşmesi ile bu hizmetler, hizmeti talep edenlere maddi olanakları ölçüsünde sunulacaktır. Yani gelir düzeyi düşük olanlar, kötü hizmet alacaklar, gelir düzeyi iyi olanlar daha iyi hizmet alacaklardır. Türkiye’deki gelir dağılımındaki dengesizliğin boyutları, Dünya bankası ve Birleşmiş Milletler raporları ile de açık biçimde ortaya konulmaktadır. Bu bağlamda, kamu emekçilerinin de içinde yer aldığı nüfusun çok büyük bir bölümü, Birleşmiş Milletlerin belirlediği yoksulluk, hatta açlık sınırının altında geçinmeye çalışmaktadır. Böyle bir yapıda, yurttaşın müşteriye dönüştüğü piyasa devleti anlayışının sonuçları çok daha vahim bir şekilde ortaya çıkacaktır. Bu bağlamda kamu emekçileri, kamu hizmetlerinin müşterileri olarak, toplumun çok büyük kesimi gibi, yaşamını sürdürebilecek gıda ve barınma gereksinimlerini dahi karşılayamazken, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi gereksinimlerine pay ayıramayacaktır. Böylelikle de nitelikli sağlık hizmeti alamayacaklar, geleceklerini güvence altına alacak bir sosyal güvenlik hizmetinden yararlanamayacaklar ve çocuklarına iyi bir eğitim olanağı sağlayamayacaklardır.

Kamu hizmetlerinin piyasalaşmasının kamu emekçilerini ilgilendiren diğer bir yanı da bu hizmetlerin sunumudur. Bilindiği gibi, piyasa ekonomisinde temel düşünce daha fazla kar elde etmektir. Daha fazla kar etmenin koşulu ise rekabette üstünlük sağlamak, yani daha fazla müşteri çekmektir. Bunun için ise sunulan hizmetin fiyatının olabildiğince aşağıya düşürülmesi gereklidir. Bu noktada, daha önce de değindiğimiz, kapitalist emek sürecinde sermayenin artı değeri en üst düzeye çıkartacak biçimde, emeğin satın aldığı zamanını en verimli şekilde kullanmasını sağlama düşüncesi geçerli olacaktır. Diğer bir değişle, hizmetin sunumunda rekabet üstünlüğü sağlayacak biçimde fiyatların düşürülmesi ve daha fazla kar elde edilmesi için emek maliyetinin düşürülmesine çalışılacaktır. Bu amaçla da kamu emekçileri üzerinden artı değeri en üst düzeye çıkartacak şekilde yeni liberalizmin önerdiği, yeni yönetim biçimleri gündeme gelecektir.

Bir süredir, başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamu hizmetlerinde alt yapısı oluşturulmaya çalışılan “toplam kalite yönetimi” ve AKP iktidarının öncelikli olarak gündemine aldığı “kamu personel reformu”nun temel amacı, işte bu yeni yönetim tekniklerinin kamu hizmetlerine uygulanmasıdır.

Yeni liberalizmin, sermayenin gereksinimleri doğrultusunda belirlediği politikaların önemli bir parçası olan ve “kamuda yeniden yapılanma” olarak da adlandırılan bu uygulamaların kamu emekçilerine yansımalarını şu şekilde özetleyebiliriz:

· Özellikle IMF dayatmaları ile bir süredir kamu emekçileri zorunlu olarak emekli edilmekte ve yeni personel alımı yapılmamaktadır. Zorunlu emeklilik uygulaması önümüzdeki süreçte daha da yaygınlaşacaktır. Mevcut personelin önemli bir bölümünün emekli edilmesi ve yeni personel alınmaması, mevcut işlerin daha az personel ile yapılmasını gerektirecektir. Bu da mevcut kamu emekçileri üzerindeki iş yükünü daha da arttıracaktır.
· Yeni liberal dönüşüm süreci içerisinde sermayeye yük oluşturduğu gerekçesi ile kamu harcamaları 1980’li yıllardan bu yana azaltılmaktadır. Bunun sonucu olarak da kamu emekçilerinin reel ücretleri sürekli olarak gerilemektedir. Özellikle personel giderleri daha da azaltılacak şekilde bu uygulama sürecektir. Böylelikle, zaten büyük çoğunluğu açlık sınırı altında bir düzeyde ücret alan kamu emekçilerinin ücretleri daha da azalacaktır.
· VII. Beş Yıllık Kalkınma Planı, AKP Acil Eylem Planı ve 58. Hükümet Programında da yer aldığı üzere, kamuda esnek çalışma biçimleri uygulanacaktır. Bu bağlamda, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu kaldırılacak, üst düzey memurlar dışında kalan kamu emekçileri, sözleşmeli ve işçi statüsünde istihdam edileceklerdir. Bir ya da birkaç yıllık dönemleri içeren sözleşmelerin geçerli olduğu sözleşmeli personel uygulaması, iş güvencesini bütünüyle ortadan kaldıran bir istihdam biçimidir. İşçi statüsü ise Mart ayında çıkartılması hemen hemen kesin olan yeni iş kanunu ile iş güvencesinin olmadığı, esnek çalışmanın hakim olduğu bir yapıya bürünecektir. Dolayısıyla, üst düzey memurlar dışında kalan kamu emekçilerinin tümü için, 657 sayılı kanundan kaynaklanan ve kamuda çalışmanın tek çekici unsuru olan iş güvencesi ortadan kalkacak, esnek çalışma biçimlerinin uygulanabilirliği sağlanacaktır. Bununla birlikte, performans değerlendirme sistemi getirilerek, emekçiler birbirleri ile rekabete zorlanacak ve iş ve ücret güvencelerini sağlamak için çok daha fazla iş yükü ile çalışmak zorunda kalacaklardır. Öte yandan, kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, eve iş verme gibi esnek istihdam biçimleri, kamu hizmetlerinin sunumunda da kullanılabilecektir.

Sonuç olarak, kapitalizmin yeni liberal dönüşüm süreci içerisinde, kamu hizmetleri piyasa anlayışı içerisinde yeniden yapılandırılmaya çalışılmaktadır. Gelişmiş ve gelişmekte olan bir çok kapitalist ülkede, kamu hizmetlerinin yeniden yapılanmasına ilişkin politikalar yaşama geçirilmiş ve kamu emekçileri bu süreçten büyük ölçüde, etkilenmişlerdir. Kamu emekçilerinin, kamu hizmetlerinin piyasalaşma sürecinden etkilenmeleri, bulundukları ülkelerdeki sendikal hareketin gücü ve yeni liberal politikalara karşı aldığı tutuma bağlı olarak farklılık göstermiştir.

Bugün, sendika üyesi de olan bir çok kamu emekçisi, savunulamaz olan mevcut koşulların olumsuzluklarının verdiği bir yılgınlık içerisindedir. Bu nedenle de, toplam kalite yönetimi, norm kadro, kamu personel reformu gibi adlarla getirilmek istenen uygulamaları bir çok kamu emekçisi, “nasıl olsa mevcut durumdan daha kötüsü olamaz” diyerek, kabullenmek eğilimindedir. Büyük ölçüde mevcut yapılara karşı, doğru, gerçekçi alternatiflerin bulunmaması ve getirilmek istenen sistem hakkında yeterli bilgilendirmenin yapılmamasından kaynaklanan bu eğilimler karşısında sendikalara önemli sorumluluklar düşmektedir.

· “Sosyal dialog” ya da “uzlaşma” adı altında emek örgütleri, getirilmek istenen yeni liberal politikalara ortak edilmeye çalışılmakta ve böylece, sistemin meşrulaşması hedeflenmektedir. Sendikalar, güçler eşit olmadıkça bir dialog ve uzlaşma ortamı sağlanamayacağının bilincinde olarak ve diğer birçok kapitalist ülkedeki sendikaların içine düştüğü hataya düşmeyerek, sermaye dışında kalan toplum kesimlerini işsizleştiren, yoksullaştıran ve emekçilerin örgütlenmelerini engelleyerek sendikaları işlevsizleştiren politikaları meşrulaştırmamalıdır.
· Sınıfsal bir perspektif içerisinde, tüm sendikalar ve diğer emek örgütleri, ulusal ve uluslararası düzeyde bir araya gelerek, yeni liberal politikalar karşısında güç birliği yapmalı ve bu politikalara karşı koyacak stratejiler oluşturulmalıdır.
· Sendikalar, kamu hizmetlerini piyasalaşmasının ortaya çıkartacağı sonuçlar konusunda, başta üyeleri olmak üzere tüm kamu çalışanları ve toplumu bilgilendirmelidir.
· Sendikalar, kamu hizmetlerinin sunumunda ve kamu emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarındaki olumsuzluklara karşı, alternatif üretecek çalışmalar yapmalıdır.

Kapitalist sistemi yöneten ve yönlendiren ülkeler ve uluslararası örgütlerin de baskısı ile toplumsal talepler ve gereksinimlerin gör ardı edildiği, ulusal ve uluslararası sermayenin gereksinimleri doğrultusunda “kamu personel rejimi” ve diğer yeni liberal politikaların hızla yaşama geçirilmeye çalışıldığı bir dönemde bulunuyoruz. Bu dönemde, emekçilerin örgütlü mücadeleye daha etkin katılmaları, emek örgütleri olan sendikaların da izleyecekleri doğru stratejilerle daha etkin bir mücadele ortamı oluşturmalarının, daha iyi bir yaşam ve daha iyi bir gelecek için tek umut olduğunu düşünüyorum. Beni dinleme sabrı gösterdiğiniz için teşekkür ederim.

Hiç yorum yok: