25 Eylül 2008 Perşembe

KENT VE GÜVENCESİZ ÇALIŞMA

Genel Olarak

Tüm canlılar gibi insanoğlu için de en temel ihtiyaç, kendisinin ve ailesinin yaşamını güvenceli bir ortam içerisinde sürdürmesidir. İnsan için güvencenin iki temel türü vardır. Bunlardan biri, temel özgürlükleri garanti altına alan ve bir hukuk devleti çerçevesinde kişilerin can ve mal güvenliğini sağlamaya yönelik olan “sivil güvence”lerdir. Diğeri ise kişinin yaşamını sürdürebilecek temel ihtiyaçları karşılamasını ve yaşamını sürdürebilmesinin kaynağı olan “sosyal güvence”dir (Castel, 9).

Kapitalist toplumlarda sosyal güvenceyi sağlayabilmenin iki temel olanağı vardır. Bunlardan biri bugünü ve geleceği güvence altına alabilecek bir mülkiyete sahip olmak, diğeri ise emek gücünün yaşamı sürdürebilecek bir ücret karşılığında satılabilmesidir. Burjuvazinin siyasi egemenliği ele geçirdiği 1789 Fransız İhtilalinden sonra düzenlenen yasalarla mülkiyet, devlet tarafından güvence altına alınmıştır*. Ancak, mülkiyeti güvence altına alan liberal demokrasi anlayışı, yaşamını sürdürmesini sağlayacak bir mülkiyete sahip olamayan, emek gücünü satarak yaşamını sürdürmeye çalışan kesimler için herhangi bir güvence mekanizması oluşturmamıştır. Aksine, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde alınıp satılabilir bir “meta” olarak görülen emek gücü, kapitalist sistemin özünü oluşturan sermaye birikiminin temel kaynağı olarak görülmüştür.

Kapitalist sistemin en temel çelişkisi olarak da nitelendirebileceğimiz, emek gücünün ve dolayısı ile onun sahibi olan insanın metalaştırılması, sanayi devriminin ilk yıllarından itibaren yedek işçi ordusu yaratma amacına da uygun olarak yaygınlaşmaya başlamıştır. Yedek işçi ordusu**, emeğin birbiri ile rekabetini yaratarak, emek maliyetini yani, ücretleri düşürmenin temel yolu olarak görülmüştür. Yedek işçi ordusunun yaygınlaşması, emek gücünün önemli bir kısmının meta dahi olamamasını yani, yaşamlarını sürdürecek bir gelire ulaşmaktan yoksun kalmaları sonucunu ortaya çıkartmıştır. Bu süreçte bir taraftan önemli bir sermaye birikimi yaratılırken, diğer taraftan, iş bulabilenler son derece kötü koşullarda çalışmayı kabullenmek zorunda kalmışlar, iş bulabilme olanağına sahip olamayanlar ise bütünüyle yoksulluğa ve sefalete sürüklenmişlerdir (Müftüoğlu 2005).
Kapitalist üretim sistemi ile ortaya çıkan bu koşullar, toplumun mülk sahibi olamayan çok önemli bölümü için güvencesizliğin de kaynağı olmuştur. Geleneksel aile, komşuluk ve din gibi ilişkiler içerisinde yürütülen dayanışma ile bir süreliğine de olsa insanların yaşamlarını sürdürebilmeleri mümkündür. Oysa kapitalizmde, emek gücünü satarak geçinen insanlar ancak, kendi yaşamları için yeterli olabilecek geçimlik bir ücret almaktadır ve başkalarına uzun süre bakmaları imkansızdır. Bu nedenle insanlar için tek güvence, emek güçlerini satabilmelerine bağlıdır. Emek gücünü satamaması emeğin, yaşamını sürdürebilme güvencesini ortadan kaldıran en önemli risktir. Bu bağlamda, işsizlik, yaşlılık, sakatlık, iş kazası, hamilelik gibi bir süreliğine ya da bütünüyle emek gücünün satılmasını engelleyici durumlar güvencesizliğe yol açan en önemli risk unsurlarıdır(Arın, 69).

Emekçilerin içinde bulundukları yoksulluk ve sefaletten kurtulabilmeleri ve güvence içerisinde yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli koşullar, kapitalist üretim sistemine ve dönemin sermaye birikim modeline bütünüyle aykırıdır. Bu nedenle, 19. yüzyıl başlarında insanca çalışma ve yaşam hakkı, siyasal ve ekonomik eşitlik gibi taleplerde bulunan emekçiler, mülkiyeti korumakla görevli liberal devlet tarafından baskı altında tutulmuş, örgütlenmeleri ve siyaset yapmaları engellenmiştir(Güzel- Okur, 16).

Sosyal güvence talepleri liberal devlet tarafından sürekli olarak engellenen emekçi kesimler, işçi sınıfı bilinci içerisinde yüzyıl boyunca sürecek toplumsal bir mücadeleye girişmişlerdir. Sanayi kapitalizmin gelişmesi bir taraftan, kırdan kentlere gelenler, diğer taraftan ise loncaların dağılması, işçileşmenin artmasına neden olmuş bu da işçi sınıfı mücadelesini çok daha etkin bir hale getirmiştir. Öncülüğünü Karl Marx ve Frederich Engels’in yaptığı “bilimsel sosyalizm”in de katkısıyla işçi sınıfı hareketi siyasal bir içerik kazanmış ve sosyalizm, kapitalizme alternatif bir sistem olarak talep edilmeye başlanmıştır.

Özellikle 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren güçlenen işçi sınıfı hareketi, sermaye sınıfı ve onların iktidarda bulunan temsilcileri tarafından kapitalist sisteme karşı bir tehdit olarak algılanmıştır. Bu tehdidin önlenebilmesi için ise işçi sınıfının kapitalizme olan karşıtlığını önlemek üzere, başta sosyal güvence olmak üzere bir takım demokratik düzenlemelere gidilmiştir. Sosyal güvenlik konusunda ilk kurumsal düzenleme, sosyalist akımların merkezi durumunda bulunan Almanya’da gerçekleştirilmiştir. Almanya’da Bismarck, işçi sınıfından gelen yoğun tehditler karşısında, sosyalizmin etkisini azaltmak ve işçi sınıfını sistemle bütünleştirmek amacıyla, bir taraftan geleneksel baskı politikasını uygularken (sosyalist partileri kapatmak, dernek kurmayı yasaklamak vs.), diğer taraftan devlete sosyal bir nitelik kazandırmaya çalışmıştır. Bu bağlamda, 1883’te hastalık sigortası, 1884’te kaza sigortası, 1889’da emeklilik sigortasını yürürlüğe koymuştur(Sosyalizm Ansiklopedisi, 307).

Özellikle, sanayileşmiş Avrupa ülkelerinde sosyal güvenlik sisteminin kurumsallaşması ve mülk sahibi olmayan halk kesimlerine de siyasi hakların tanınması, işçi sınıfı içinde devrimci ve reformist ayrışmalara yol açmış ve 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde işçi sınıfı bilimsel sosyalizmden önemli ölçüde kopmaya başlamıştır. Bu süreçte 1917 Ekim Devrimi, sosyalizm tehdidini tekrar gündeme getirmiş ve özellikle, Avrupa ve ABD işçi sınıfının sosyalizme yönelmesini engellemek amacıyla sosyal haklarda yeniden bir takım iyileştirmeler sağlanmıştır.

20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar büyük ölçüde işçi sınıfının ve reel sosyalizmin tehdidi ile gelişme gösteren sosyal haklar, 1929 yılında kapitalist sistemin içsel çelişkileri nedeniyle ortaya çıkan krizle birlikte yeni bir boyuta taşınmıştır. Yoğun emek sömürüsüne dayalı klasik liberal anlayışla belirlenen ücretlerin, gelişen üretim ve yönetim teknikleri sayesinde giderek artan üretime yeterli talep oluşturamamasından kaynaklanan bu krizi aşmak üzere talep yönlü ekonomi politikaları benimsenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında Keynesyen politikalar adıyla ifade edilen talep yönlü ekonomi politikaları özellikle merkez kapitalist ülkelerde uygulamaya konulmuştur. Çalışma yaşamına ilişkin standartların ve sosyal güvenlik hakkının gelişmesini öngören bu politikalar Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) aracılığı ile de diğer kapitalist ülkelere yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Yine aynı dönemde Lord Beveridge tarafından hazırlanan raporla sosyal güvence, sadece çalışanlar için değil, tüm yurttaşlar için bir hak olarak öngörülmüştür.

II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan bu gelişmeler ile sosyal güvenlik, bir yurttaşlık hakkı olarak kurumsal bir yapı içinde düzenlenmiş ve bu haklar hukuksal olarak da güvence altına alınmıştır. Böylece devlet, mülkiyetin teminatı olmanın yanı sıra sosyal hakları da güvence altına alan “sosyal devlet” kimliğine bürünmüştür. 1950’li yılların başlarından 1970’li yılların başlarına kadar geçen yaklaşık 20 yıllık süreçte etkin biçimde uygulanan “sosyal devlet” anlayışı, emek ve sermaye arasındaki temel çelişkiyi ortadan kaldırmamakla beraber, bu dönemde artan refahtan emekçi kesimlerin de pay almaları sağlanmıştır.

Ancak, 1970’li yıllarla birlikte kar hadleri yeniden düşmeye başlamış, reel ücretler verimlilik düzeyini aşmış ve istikrarlı sermaye birikim olanakları ortadan kalkmış, diğer bir ifadesi ile kapitalizm tekrar bir krize girmiştir. Kapitalizmin bu yeni krizinin temel sorumlusu olarak da emeğin örgütlü olduğu üretim sistemi ve başta sosyal güvenlik olmak üzere emekçi kesimlere sosyal hakların verilmesini öngören sosyal devleti gösteren anlayış kabul görmüştür. Yeni liberal politikalar olarak da isimlendirilen bu anlayış, 1970’li yılların ortalarından itibaren başta, ABD ve İngiltere olmak üzere kapitalist ülkelerde benimsenmeye başlanmış ve uygulamaya konulmuştur. Bu bağlamda sermaye, ucuz emek bölgeleri ve yeni pazarlara yönelmiş; fabrika tipi üretim, işçi sınıfı örgütlülüğünün zayıf olduğu (ya da hiç olmadığı) küçük ve orta ölçekli işletmelere kaymış; üretimde teknolojinin yoğunluğu artmış; üretim sürecinde istihdam ve çalışma biçimleri esnekleştirilmiş; işçilerin birbirleriyle rekabetini arttırarak verimliliği yükseltmeye dayanan performansa dayalı ücret sistemi uygulanmaya başlanmıştır. Öte yandan, yine yeni liberal politikalar doğrultusunda devlet, sosyal işlevlerini terk ederek, liberal anlayış doğrultusunda yeniden yapılandırılmaya başlanmıştır. . Böylece devlet, bir taraftan üretimden çekilirken diğer taraftan, sosyal devletin gereği olarak gerçekleştirdiği (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vd) kamu hizmetleri ya özelleştirilmiş ya da piyasa kurallarına göre yeniden düzenlenmiştir (Müftüoğlu 2005).

1970’li yıllarla birlikte kapitalist sistemde yaşanan bu dönüşüm, 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve 1950’lili yıllarla birlikte kurumsallaşan emeğin, sosyal güvence ile buluşmasını büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Böylece güvencesizlik, insanlığın çok büyük bir bölümü için tekrar en yaşamsal tehdit haline gelmiştir.

Kentte Çalışma ve Yaşam Güvencesi(zliği)

Yukarıda da belirtildiği gibi sosyal güvencesizliğin en temel nedeni, emeği metalaştıran kapitalist üretim ilişkileri ve bu ilişkiler içerisinde gelişen sanayileşmedir. Kapitalist üretim ilişkileri ile birlikte değişen ve modernizm olarak da ifade edilen toplumsal yapı, öncelikle sanayi üretiminin yer aldığı kentlerde geçerli olmuştur. Bu nedenle kentlerde modernizm öncesi geleneksel aile, soy, akrabalık ve cemaat kültürüne dayalı güvence mekanizması büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Sadece kendi yaşamını sürdürebilecek kadar bir ücret olanağına sahip olan emekçi, çalışma ve dolayısı ile de yaşamını sürdürme olanağı elde edemeyen akraba ve komşuları bir tarafa aile bireylerine dahi yardım etme olanağı yoktur. Öte yandan, yine özellikle kentlerde geçerli olan ibadethane ve imarethanelerin aracılığı ile yürüyen ve “hayır” mekanizmasıyla işleyen yardımlaşma olanakları da önemli ölçüde işlevsiz hale gelmiştir.

Kentlerde kapitalist üretim ilişkileri nedeniyle artan güvencesizliğe karşılık, sanayideki gelişme ile birlikte, sanayi üretiminin tarımsal üretime egemen hale gelmesi ve ticaretin canlanması ile birlikte feodal yapıda çözülme başlamıştır. Bununla birlikte, kentlerde artan ekonomik canlılık ve toprak sahiplerinin (landlrordların) serfler üzerindeki yükümlülükleri gevşetmesi, kırdan kente önemli bir nüfus hareketine yol açmıştır(Pirene, 53-60). Böylece, kentlerde mülksüz ve sanayi üretimi için vasıfsız olarak nitelendirilebilecek nüfus giderek artmıştır. Öte yandan, sanayinin hızla gelişmesi ve sermaye birikiminin de buna paralel olarak çoğalması, fabrika üretimini ve büyük ticari işletmelerin pazara hakim olmalarını sağlamıştır. Bu nedenle de üretim araçları kendilerine ait olan küçük usta zanaatkarlar ve küçük esnaflar, ellerindeki üretim ve ticaret araçlarına ilişkin mülkiyeti kaybetmişler ve ücretli emekçiler haline gelmişlerdir(Dobb,235).

Bir taraftan, kentlere göç ile gelen nüfus, diğer taraftan ise mülksüz, ücretli emekçiler haline gelen zanaatkar ve esnaflar, kentlerdeki işgücünün artmasına neden olmuşlardır. Emekçiler için hiçbir çalışma standardının ve hiçbir sosyal hakkının koruma altına alınmadığı bir ortam içerisinde işgücündeki aşırı artış, kentlerdeki sefaletin ve güvencesizliğin daha da derinleşmesine yol açmıştır.

18. ve 19. yüzyıl kapitalizminin, sanayileşme nedeniyle özellikle kentlerde yol açtığı sorunlar, emekçi kesimlerden kapitalizme yönelen tepkilerin de kentlerde yoğunlaşmasına neden olmuştur. Bu bağlamda, 19. yüzyılda işçi sınıfı hareketleri sanayi işçileri tarafından, sanayi kentlerinden başlamış ve sürdürülmüştür. Bu nedenle de işçi sınıfı ve sosyalizmin tehdidi ile sağlanan sosyal haklar büyük ölçüde kentlerde yaşayan emekçi kesimlere yönelik olmuştur. Özellikle, Türkiye gibi sanayileşme sürecini geriden takip eden ve nüfusu büyük ölçüde kırda yaşayan ülkelerde, sosyal devletin uygulandığı dönemlerde dahi yaşam koşullarındaki (eğitim, sağlık, alt yapı gibi) ve sosyal haklardaki gelişmeler sanayileşmenin yoğun olduğu kentler ile sınırlı kalmıştır. Bu nedenle de kapitalizmin 1970’lerin başında ortaya çıkan krizi ve bu kriz sonrasında uygulanan yeni liberal dönüşüm sürecinin etkisi, kentler ve kentlerde yaşayanlar tarafından daha yakından hissedilmiştir.

19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve II Dünya Savaşı sonrasında gelişen ve yaygınlaşan sosyal hakların özellikle kentlerde yaşayanlara yönelik olması, 1970’lerin ortalarında uygulamaya konulan yeni liberal dönüşüm sürecinin de kentlerde daha yakından hissedilmesine neden olmuştur. Bu bağlamda, üretim sürecindeki esnekleşme ile birlikte, kayıt dışı çalıştırma ve işsizlik artmış, kısmi süreli çalışma, part-time çalışma, geçici çalışma gibi güvencesiz çalışma biçimleri yaygınlık kazanmıştır. Öte yandan, sosyal devletin tasfiyesi ile birlikte, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve alt yapı gibi sosyal nitelikli kamu hizmetleri, piyasa mekanizması içinde büyük ölçüde metalaştırılmıştır. Böylece, emekçiler bir taraftan iş, ücret ve gelecek güvencelerini kaybederken, diğer taraftan da gelirlerinin düşük olması nedeniyle eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, konut gibi temel gereksinimlere ulaşmada önemli sıkıntılar yaşamaktadır. Bu da emek gücünü satarak geçinmek durumunda olanların 18. ve 19. yüzyıla benzer biçimde yoksulluk ve güvencesiz çalışma-çalışamama ile karşı karşıya oldukları sonucunu ortaya çıkartmaktadır.

Türkiye’de Kent ve Güvencesiz Çalışma

Türkiye’de ekonomik ve sosyal yapıdaki diğer gelişmeler gibi kentleşme ve sosyal güvencenin de genel seyri, kapitalist sistemdeki genel eğilimler ile paralellikler gösterir. Ancak, azgelişmiş bir ülke olarak Türkiye’nin kapitalist sisteme eklemlenmesi gerek zamanlaması bakımından gerekse, niteliksel olarak birebir değildir. Örneğin, 1950’lerin başlarından itibaren etkin biçimde uygulanan talep yönlü ekonomi politikaları ve bunun gereği olan sosyal devlet anlayışı, Türkiye’de 1960 sonrasında kabul görmüş ve ancak, kentte sınırlı bir nüfus kesimi (kayıt içinde çalışan az sayıdaki işçi ve memurlar) için uygulanabilmiştir. Bu nedenle, sosyal güvenlik şemsiyesi altındaki veya sendikal örgütlenme içinde yer alan işgücü sayısı son derece sınırlı kalmıştır. Benzer biçimde eğitim, sağlık, alt yapı hizmetleri de yine özellikle, nüfusun kentlerde yaşayan bir kesimi için yeterli düzeyde sağlanmıştır. Kırsal kesimde ise feodal yapının bütünüyle çözülmemiş olmasının da etkisiyle sosyal güvence ve diğer temel gereksinimler geleneksel yöntemlerle karşılanmaya devam etmiştir.

Ancak Türkiye, yeni liberal dönüşüm sürecine kapitalizmin diğer dönüşüm süreçlerinden daha hızlı bir biçimde eklemlenmiştir. Bu bağlamda, 24 Ocak 1980’de alınan kararlarla benimsenen yeni liberalizm, 12 Eylül 1980 darbesi ile fiilen yaşama geçirilmiştir. Böylece, gerek üretim sürecinin esnekleşmesi, gerekse sosyal devletin tasfiyesi, kapitalist sistemle eşzamanlı olarak uygulamaya konulmuştur.

Yeni liberal uygulamalar, diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de özellikle bir önceki dönemin sosyal kazanımlarına sahip olabilen kentli, düzenli ve güvenceli işlerde çalışanları etkilemiştir. Öncelikle bu kesimler, işlerini kaybetmiş yada geçici ve güvencesiz işlerde çalışmak zorunda kalmışlardır. Özellikle, Şubat 2001 krizi güvencesizleşenlerin sadece eğitim ve vasıf düzeyi düşük olanların değil, hekim, mühendis, üst düzey yönetici gibi yüksek vasıflı çalışanların da güvencesiz çalışma ile karşı karşıya kaldığını göstermiştir.

Türkiye’de kentte güvencesiz çalışmanın yaygınlaşmasında önemli bir etken de kır-kent nüfus dengesindeki değişimden kaynaklanmaktadır. Türkiye, 1980’li yıllara kadar nüfusunun yarıdan fazlası kırda, işgücünün de yaklaşık üçte ikisi tarımda istihdam edilen bir ülkedir. Ancak, yeni liberal politikaların uygulamaya konulduğu 1980’li yıllarla birlikte, benimsenen dışa açık büyüme stratejisi, Türkiye’de demografik yapıyı ve işgücünün sektörel dağılımını önemli ölçüde değiştirmiştir. Bu bağlamda, bir taraftan tarım ve hayvancılığa sağlanan destek azalmış, tarım ve hayvancılık ürünlerinde ithalat artmış böylece, bu alanda elde edilen gelir düşmüştür. Diğer taraftan ise kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle kentin cazibesi daha belirgin hale gelmiştir. Bu da kırdan kente göçün hızlanmasına neden olmuştur. Öte yandan, 1980’li ve 1990’lı yıllarda Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yaşanan sıcak çatışma ortamı da kente göçün hızlanmasında önemli bir etken olmuştur. Tüm bunların bir sonucu olarak 2005 yılına gelindiğinde kırda yaşayanların toplam nüfus içinde oranı üçte bire düşerken, tarımda istihdam edilen işgücünün oranı ise yüzde 40’lara gerilemiştir.

Türkiye’de göç, özellikle sanayinin gelişmiş olduğu (İstanbul, İzmir, Bursa, Kocaeli, Mersin gibi) kentlere yönelmekle birlikte, 1980’li ve 1990’lı yıllarda çatışma ortamının yaşandığı kırsal alanların yakınındaki Doğu ve Güneydoğu (Diyarbakır, Urfa, Şırnak gibi) illeri de önemli ölçüde göç almıştır. Çatışma ortamından kaynaklanan ve özellikle Doğu ve Güneydoğu illerine yönelen göç, ani, kitlesel ve zorunlu olma özelliği taşımaktadır (Erder, 282). Bu nedenle zaten yeterli iş olanağı ve altyapısı bulunmayan bu illere yönelen göç dalgasıyla birlikte, yoksulluk ve güvencesizlik son derece trajik boyutlara ulaşmıştır.

Bunun yanı sıra, daha iyi çalışma ve yaşam olanağına kavuşmak amacıyla sanayileşmiş kentlere yönelen göç dalgaları da önemli sorunları beraberinde getirmiştir. Zira, yeni liberal dönüşüm süreciyle beraber diğer azgelişmiş ülkelere benzer biçimde Türkiye’de de sanayi üretimi gerilemiş ve kayıt dışı çalıştırma yaygınlaşmıştır. Bu nedenle, kırdan koparak kentlere gelen nüfus, ya işsiz kalmış yada güvencesiz, düşük ücretli işlerde çalışmak zorunda bırakılmıştır.

Bir taraftan, 1980’li yıllarla birlikte kırdan kentlere yönelen hızlı göç dalgası ile artan işgücü arzı, diğer taraftan, sanayi sektörünün küçülmesiyle işgücü talebinin azalması ve esnek çalışma biçimleri, kentlerde güvencesiz çalışmanın yaygınlaşmasına yol açmıştır. Bu da kentlerde yoksulluk, yolsuzluk ve sağlıksız, düzensiz bir yaşamı beraberinde getirmiştir. O halde, kentlerdeki sorunların çözümü için bu sorunların temel kaynağı olan kapitalist sistemin bütünlüklü bir biçimde sorgulanması gerekir. Aksi taktirde, her anlamda güvenli ve sağlıklı kentlere kavuşmak mümkün olamayacaktır.








* Bu konuda en temel düzenleme, 1791 tarihli Fransız Anayasası’na önsöz olarak da eklenen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesidir.
** Yedek işçi ordusu konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Karl Marx, Kapital cilt 1, yirmi beşinci bölüm, üçüncü kesim.

Hiç yorum yok: