25 Eylül 2008 Perşembe

YENİ LİBERAL DÖNÜŞÜM SÜRECİ VE SOSYAL POLİTİKA

Karl Polanyi, liberal ekonomi politikalarının başarısızlığını 19. yüzyıl uygarlığının çöküşü olarak tanımlıyor ve geniş toplum kesimlerinin liberalizm uygulamalarıyla içine düştüğü sefaletin piyasa ekonomisinin sona ermesiyle ortadan kalkacağını söylüyordu. Ona göre; düzenlenmiş bir kapitalizmde sanayi toplumunun sağladığı olanaklar, liberal demokraside varolan insan ve yurttaş hakları ile birleştiğinde eşi görülmemiş bir özgürlük dönemi mümkün olabilirdi (Polanyi, 341). Polanyi, bu görüşleri 1944’te yayınladığı Büyük Dönüşüm adlı kitabında dillendirmişti. 1944, geçekten de kapitalizmin bir döneminin kapanıp yeni bir döneminin başladığı diğer bir ifade ile kapitalizmin tarih boyunca yaşadığı en büyük dönüşümün arifesiydi. Hemen birkaç yıl sonra büyük savaş sona ermiş ve savaşın yaralarının sarıldığı kısa bir dönemin ardından büyük dönüşüm başlamıştı.

Kapitalist sistem içerisindeki bu büyük dönüşümün elbette bir çok gerekçesi vardır ve dönüşüm sürecinin başlangıcı aslında, Polanyi’nin 19. yüzyıl uygarlığı olarak tanımladığı dönemle birlikte başlamıştır. Daha açık bir ifadeyle, sanayi devrimi ile birlikte, ekonomik sistem üzerinde egemen hale gelen kapitalist üretim tarzına içkin çelişkiler, büyük dönüşüme neden olan koşulların da yaratıcısı olmuştur. Bu bağlamda, buharın üretimde kullanılmasıyla birlikte fabrika düzenine geçilmesi bir yandan lonca sisteminin dağılmasına neden olurken diğer yandan da kentlere göçü arttırmıştır. Elbette değişen sadece üretim sistemi değildir, üretim sistemiyle birlikte toplumsal yapı ve toplumsal ilişkiler de tarihte görülmemiş biçimde değişmeye başlamıştır.

18. yüzyıl ortalarından itibaren başlayan sanayileşme ile birlikte ortaya çıkan toplumsal değişim, sosyal anlamda güvencenin kaynağının soyluluk yerine mülkiyet sahipliği temeline oturmasını sağlamıştır. Mülkiyet, bireyin kendisi için varolabilmesini ve bir başkasının merhametine bağlı kalmadan yaşamını güvence içerisinde sürdürebilmesinin temel dayanağıdır. Mülkiyet, bireye hastalık, kaza, çalışamayacak duruma düşme gibi yaşamın talihsizlikleri ile baş etme güvencesi sağladığı gibi bağımsız yurttaş olarak kabul görmesini de sağlamaktadır. Ancak tüm bunların varlığı, mülk sahibinin mülkiyetinden kaynaklanan bu ayrıcalıkları kullanması için yeterli değildir. Mülk sahibinin, kendi girişimlerini geliştirebilme (yani yeni mülkler edinme) ve mülkiyetin sağladığı üründen huzur içinde yararlanma özgürlüğüne de sahip olması gerekmektedir. Bunun için gerekli olan mekanizma ise “devlet”tir (Castel, 21) .

Mülk sahiplerinin ihtiyaç duyduğu devlet modeline Fransız İhtilali ile ulaşılmıştır. “Modern” olarak da tanımlanan bu devlet, kamu düzeninin bekçisi, bireylerin hak ve mülkiyetinin teminatı olma işlevi üzerine yoğunlaşan bir hukuk devletidir. Bu devlet, toplumun ekonomi ve diğer alanlarına müdahale etmekten uzak duran ama kişinin ve haklarının bütünlüğünü savunmada sert ve mülkiyet düşmanlarına karşı acımasızdır (Castel, 22).

1789 yılında kabul edilen, 1791 tarihli Fransız Anayasası’na önsöz olarak eklenen ve burjuva demokrasisinin temel ilkeleri olarak da kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, mülkiyeti temel alan devlet anlayışının en önemli belgesi niteliğindedir. Bildirge’de mülkiyet, kutsal bir hak olarak kabul edilmiş ve mülkiyet edinimi ve mülkiyetin kullanım özgürlüğü teminat altına alınmıştır.

Fransız İhtilali ile şekillenen liberal ideoloji, özellikle 19 yüzyılın başlarında, bireylerin hem hukuk devletine dayalı olarak güvenliklerini, hem de özel mülkiyete dayalı sosyal güvencelerini sağlama iddiasındadır. Bu ideolojiye göre mülkiyet, bireylerin bağımsızlığını koruduğu gibi, onları yaşamın risklerine karşı da güvence altına alacak en yetkin kurumdur. Mülk sahibi bireyler, devletin sağladığı yasal güvence içerisinde kendi olanakları ile korunabilirler. Böylece, mülk sahipleri için sosyal güvenlik kesin olarak sağlanmış olmaktadır.

Mülkiyet sahiplerinin sosyal güvenlik hakkını, burjuva devleti sayesinde bütünüyle teminat altına alan liberal ideoloji, mülk sahibi olmayan kesimlerin güvenlik sorunsalına karşı bütünüyle ilgisiz kalmıştır. Dahası, mülksüz kesimlerin yaşamlarını sürdürebilecekleri kadar bir yardımı düzenlemeye yönelik girişimler bile engellenmiş ve bu kesim için “ahlaktan yoksun, beceriksiz iki ayaklılar sürüsü” gibi nitelendirmeler yapılmıştır(Castel, 32).

Oysa, gerek sanayi devrimi ile birlikte egemen olan kapitalist üretim tarzı, gerekse liberal devlet anlayışı, ekonomik ve toplumsal yapıda büyük bir değişime neden olmuştur. Bu değişimin en temel nedeni kapitalist üretim tarzının üretimde emek ile sermaye arasındaki ayrımı daha da keskinleştirmesidir. Emekle sermayeyi arasındaki ayrımın keskinleşmesinde en temel neden emeğin metalaşmış olması yani, emek gücü haline gelmesidir. Emeğin metalaşması, bir piyasa mekanizması içinde satılması ve karşılığında emek gücü sahibinin ücret elde etmesi anlamına gelmektedir. Bu, emek gücünün alınıp satılamadığı durumda diğer metalar gibi ortadan kalkma sonucunu da beraberinde getirmektedir. Ancak, emek gücünün sahibi insandır ve onun emek gücünü satamayarak ortadan kalkması, yaşamını sürdüremeyeceği anlamına gelir(Arın 2002, 69). Kapitalist sistemin en temel çelişkisi olarak da nitelendirebileceğimiz, emek gücünün ve dolayısı ile onun sahibi olan insanın metalaştırılması, sanayi devriminin ilk yıllarından itibaren yedek işçi ordusu yaratma amacına da uygun olarak yaygınlaşmaya başlamıştır. Yedek işçi ordusu, emeğin birbiri ile rekabetini yaratarak, emek maliyetini yani, ücretleri düşürmenin temel yolu olarak görülmüştür. Yedek işçi ordusunun yaygınlaşması, emek gücünün önemli bir kısmının meta dahi olamamasını yani, yaşamlarını sürdürecek bir gelire ulaşmaktan yoksun kalmaları sonucunu ortaya çıkartmıştır. Bu süreçte bir taraftan önemli bir sermaye birikimi yaratılırken, diğer taraftan, iş bulabilenler son derece kötü koşullarda çalışmayı kabullenmek zorunda kalmışlar, iş bulabilme olanağına sahip olamayanlar ise bütünüyle yoksulluğa ve sefalete sürüklenmişlerdir.

Emek gücünün metalaşması ile birlikte ortaya çıkan ve sosyal risk olarak da tanımlayabileceğimiz olgu, kapitalist üretim tarzına içkin en temel çelişki olarak ortaya çıkmaktadır. Kapitalizm, bu çelişkisini aşarak sistemin sürekliliğini sağlamak üzere, sistemin içinde emek gücünün piyasada ne yaptığına, emeğini satıp satamadığına bağlı olmaksızın yaşamını sürdürmesi için sosyal riskleri en aza indirmenin yollarının bulması gerekmiştir.

Ancak, sosyal risklere karşı bir sosyal güvence mekanizması oluşturulması kapitalizmin kendiliğinden ürettiği bir çözüm olmamıştır. Bu, büyük ölçüde kapitalizmin ortaya çıkarttığı işçileşme ile birlikte emek gücünü satamama riskleri karşısında işçilerin, var kalabilmek için sınıfsal olarak yürüttükleri mücadeleler ile gerçekleşmiştir. Diğer bir deyişle, sosyal politikaların temelini de oluşturan sosyal güvence mekanizmaları, işçi sınıfının kapitalist sistemin çelişkili ve çarpık yapısına karşı yürüttüğü yaşamda kalabilme mücadelesinin ürünü olarak kazanılmış bir sosyal hak niteliğindedir(Talas, 31) .

Sosyal politika tanımlaması içerisinde yer alan hakların tanınması ve kapsamı, kapitalist sistem içerisindeki ülkelerin sanayileşme ve buna bağlı olarak işçileşme ve sınıf bilincinin düzeyine göre farklılıklar göstermekle birlikte, benimsenmiş olan birikim rejimlerine göre de dönemsel olarak farklılık göstermektedir. Sosyal haklar içerisinde en temel olanları; insanların yaşamlarını sürdürebilmek için emek güçlerini satabilecekleri bir işe sahip olmalarını sağlamak üzere istihdam yaratmak; bireylerin piyasa koşulları içinde elde ettikleri ücretleri ile karşılayamayacakları ve bu nedenle de sosyal riske maruz kalacakları, eğitim, sağlık, konut gibi sosyal hizmetlerin karşılanması ve güvenceli bir geleceğin teminatı olarak kabul edilen sosyal güvenlik sistemidir.

Sosyal güvenlik konusunda ilk kurumsal düzenleme, sosyalist akımların merkezi durumunda bulunan Almanya’da gerçekleştirilmiştir. Almanya’da Bismarck, işçi sınıfından gelen yoğun tehditler karşısında, sosyalizmin etkisini azaltmak ve işçi sınıfını sistemle bütünleştirmek amacıyla, bir taraftan geleneksel baskı politikasını uygularken (sosyalist partileri kapatmak, dernek kurmayı yasaklamak vs.), diğer taraftan devlete sosyal bir nitelik kazandırmaya çalışmıştır. Bu bağlamda, 1883’te hastalık sigortası, 1884’te kaza sigortası, 1889’da emeklilik sigortasını yürürlüğe koymuştur(Sosyalizm Ansiklopedisi, 307).

Engels’in “burjuvanın isteklerini burjuvaya özgü olmayan yollarla gerçekleştirdi” sözleriyle açıkladığı Bismarck’ın bu uygulamaları, önceleri diğer ülkeler tarafından benimsenmemiştir. Ancak, Almanya’daki uygulamaların işçi sınıfının bu tepkisini azalttığı ve reform yanlısı sosyal demokratlarca da desteklendiği görülünce diğer ülkeler tarafından da benimsenmiş ve sosyal güvenlik uygulamaları yaygınlaşmıştır(Güzel-Okur, 17).

Sosyal güvenlik uygulamalarının yaygınlaşması ve mülk sahibi olmayan halk kesimlerine de siyasi hakların tanınması özellikle, sanayileşmiş Avrupa ülkelerinde işçi sınıfı mücadelelerinin etkinliğinin azalmasını sağlamıştır (Akkaya, 79). Bu süreçte 1917 Ekim Devrimi, sosyalizm tehdidini tekrar gündeme getirmiş ve özellikle, Avrupa ve ABD işçi sınıfının sosyalizme yönelmesini engellemek amacıyla sosyal haklarda yeniden bir takım iyileştirmeler sağlanmıştır.

20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar büyük ölçüde işçi sınıfının ve reel sosyalizmin tehdidi ile gelişme gösteren sosyal haklar, kapitalizmin yüzyılın başından beri yaşadığı krizlerin piyasa ekonomisini bütünüyle çökerttiği 1929 yılında yeni bir boyuta taşınmıştır. Taylorizm ve Fordizmin üretim sisteminde yaratmış olduğu büyük değişim ile gerçekleşen kitleselleşen üretim, tüketimin de kitleselleşmesini gerektirmiştir. Artık üretilen malların sadece varlıklılar tarafından değildir ve o üretimi gerçekleştiren işçiler tarafından da satın alınmasına ihtiyaç vardır. Yeni üretim ve yönetim teknikleri emek verimliliğini ve karlılığı öylesine arttırmıştı ki işçilerin ürettikleri malları satın almalarını sağlayacak bir miktar ücret artışı işletme yönetimlerince kabul edilebilir hale gelmiştir. Bu koşullar içerisinde ekonomide talebi düzenleyici politikaların uygulanması benimsenmiştir. İlk uygulamalarına ABD’de New Deal politikaları ile tanık olunan talep yönlü ekonomi politikaları, devletin ekonomiye daha etkin bir biçimde müdahale etmesini öngörmektedir. Bu bağlamda, üretim araçları büyük ölçüde devletin eline geçmekte, ayrıca devlet, talebi arttırmak üzere sosyal harcamaları yükseltmektedir.

II. Dünya Savaşının ardından özellikle merkez kapitalist ülkeler olarak da ifade edebileceğimiz erken sanayileşmiş ülkelerde sosyal güvenlik başta olmak üzere sosyal haklar, kurumsal bir yapı içerisinde düzenlenmiş ve bu haklar hukuksal olarak da teminat altına alınmıştır. Böylece devlet, mülkiyetin teminatı olmak yanında sosyal hakları da teminat altına alan “sosyal devlet” kimliğine bürünmüştür. Sosyal devlet anlayışı, gerek üretim sürecinde gerekse ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesinde sendikalar aracılığı ile işçi sınıfını da karar mekanizmalarına dahil etmiştir. Özellikle kamu işletmeciliğinin bu noktada önemli katkıları olmuştur. Zira, devletin ekonomideki etkin rolünün bir gereği olarak, benimsenen politikalar öncelikle kamu işyerlerinde uygulanmaktadır. Bu bağlamda, kamu işyerlerinde sendikal örgütlenme için son derece uygun bir ortam sağlanırken, toplu pazarlık sistemi ve sendikalar aracılığı ile işçilerin yönetime katılması sağlanmıştır.

Sosyalist rejimin tehdidi, Fordist üretim sisteminin yarattığı uygun ortam ve benimsenen sermaye birikim rejiminin gereği olarak, II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist üretim ilişkileri içerisinde emek ve sermaye arasında tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir uzlaşma yaşanmıştır. Bu uzlaşma süreci içerisinde de sendikalar, bir yandan sanayileşmiş merkez kapitalist ülkelerde üye sayılarını ve etkilerini arttırırken diğer taraftan ILO’nun da çabalarıyla yeni sanayileşen ülkelerde de yaygınlaşmıştır. Sendikaların üye sayılarındaki artış, çalışma koşullarının belirlenmesinde toplu pazarlık sisteminin de etkinliğini arttırmıştır. Toplu pazarlıklar yoluyla üretim ilişkilerindeki etkinliğini arttıran sendikalar, oluşturdukları toplumsal baskı gücü sayesinde ulusal düzeydeki karar alma mekanizmalarında da önemli etkiye sahip olmuştur. 1970’lere kadar gelen bu dönemde sendikaların da etkisiyle asgari ücret, azami çalışma saati gibi konular emeğin lehine düzenlenmiştir. Özellikle merkez kapitalist ülkelerde çalışma yaşamı ve sosyal politika alanındaki reformlarla emeğin statüsü de değişime uğramıştır. Böylece işçi sınıfı, kapitalist birikim modelindeki değişikliklerin etkisi altında, sınıf olarak kendisini yeniden oluşturmasını sağlayacak maddi olanakları elde eden ve harcayan ekonomik bir özne haline gelmiştir (Brunhoff, 1988: 398).

Sosyal devlet uygulamaları, özellikle 1950’li yılların başlarından 1970’li yıllara kadar geçen süre içerisinde etkin biçimde uygulanmıştır. Bu dönem aynı zamanda, üretimin, tüketimin ve ücretlerin en fazla yükseldiği dönem olmuştur. Kapitalizmin “altın çağı” olarak da nitelendirilen bu dönemde sosyal güvence, piyasa mantığına göre değil, ücretin toplumsallaştırılmasından yola çıkılarak oluşturulmuş ve artan refahtan toplumun çok büyük bölümünü oluşturan ücretliler de pay alabilmişlerdir (Castel, 42).

Ancak, ücretlilerin refahtan aldıkları payın göreceli bir duruma işaret ettiğini belirtmek gerekir. Çünkü söz konusu dönemde karlar da önemli ölçüde artmış ve bir çok ülkede ulusal gelirin ücretlere giden göreli payında kayda değer bir değişiklik olmamıştır (Dobb, 1992: 352). Öte yandan, sosyal güvence sorunun sosyal devlet uygulamaları ile büyük ölçüde çözülmesi, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ya da bölüştürülmesi ile olmamıştır. Dolayısıyla, ücretlilerin kendi arasında ve ücretlilerle sermaye sahipleri arasındaki gelir farklılığı son derece eşitsiz biçimde varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Bunun yanı sıra, farklı toplum kesimleri, çalışma hakkı ve sosyal güvenceyi de içeren koruyucu haklardan aynı ölçüde yararlanamamıştır. Bu nedenle de emekçi kesimler, eşitsizlikleri kabullenmişler ve eşitsizliklere karşı topluca bir mücadeleye girişmemişlerdir (Castel, 40).

II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan ve Keynesyen politikaların da etkisi ile yaklaşık 25 yıl süren toparlanma ve genişleme döneminde kapitalist ekonomiler, yüksek büyüme hızına ulaşmış, dış ticaret hacmi artmıştır. Gerek merkez, gerekse çevre kapitalist ülkelerde yaşanan bu olumlu süreç 1969, 1970 yıllarında ABD’de çıkan stagfilasyon, 1971 yılında uluslararası para sisteminin çöküşü ve 1974-1975 yıllarında dünya ekonomisindeki ani daralma ile birlikte sona ermiştir (Clarke, 404-407).

Esas olarak, merkez kapitalist ülkelerin pazar paylarını kaybetmeleri ve buna bağlı olarak da kar oranlarındaki görece düşüşten kaynaklanan bu yeni kriz, öncülüğünü Chicargo Okulundan Hayek ve M. Friedman’ın yaptığı, yeni liberal akım tarafından fordist üretim sistemi ve Keynesyen ekonomi politikalarının krizi olarak değerlendirilmiştir. Yeni liberal akıma göre, krizden çıkış diğer bir değişle sermaye birikim sürecinin yeniden canlanma koşullarının yaratılabilmesi için üretim süreçleri ve devletin ekonomideki işlevinin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Bu yeniden yapılandırmada temel hedef: Sermaye üzerinde yük olarak görülen unsurların ortadan kaldırılarak maliyetlerin minimum düzeye indirilmesidir. Sermayenin üzerinde yük olarak görülen unsurlar ise üretim sürecindeki emek maliyeti ve sosyal devletin gereği olan sosyal politikalardır. Bunun anlamı, 19. yüzyılın sonlarından itibaren işçi sınıfını uyumlaştırmak ve 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan krizi aşmak amacıyla uygulanan politikaların sonlanmasıdır. Diğer bir söyleyişle, başta sosyal güvenlik olmak üzere emekçilere verilen sosyal haklar, sermaye üzerine yük olduğu gerekçesi ile ortadan kaldırılmalı ve piyasa mekanizmasına dayalı liberal düşünce tekrar egemen hale gelmelidir.

Yeni liberalizmin krizden çıkış önerilerini daha açık olarak şu şekilde özetlemek mümkündür: Devlet ekonomiye müdahaleden vazgeçmeli, liberalizmin “laissez faire” ilkesi yani, serbest piyasa anlayışı tekrar geçerli olmalıdır; para arzındaki artış, ekonominin suni biçimde şişirilmesine engel olacak biçimde sınırlandırılmalıdır; dünya ölçeğinde meta, para ve sermaye akımlarına karşı her türlü engel ortadan kaldırılmalıdır; sermaye üzerindeki vergi yükü hafifletilmeli, devlet harcamaları yeniden bölüşümcü ve sosyal ücreti arttırıcı olmaktan çıkartılıp sermayeyi teşvik edici bir yapıya sokulmalıdır. Öte yandan, üretim sürecine ilişkin olarak azalan verimlilik, yetersiz artık değer ve azalan kar hadlerine karşı getirilen öneriler ise şunlardır: Uluslararası pazar genişletilmeli; artık değeri yükseltmek üzere ucuz emek bölgeleri bulunmalı; emek sürecinde verimliliği arttırmak üzere yeni üretim alanları bulunmalı, yeni örgütlenme biçimleri ve teknoloji geliştirilmelidir (Arın 1985, 136).

Yeni liberal politikalar, 1970’li yıllarla birlikte merkez ve çevre kapitalist ülkelerde benimsenmeye başlanmış ve uygulamaya konulmuştur. Bu bağlamda sermaye, ucuz emek bölgeleri ve yeni pazarlara yönelmiş; fabrika tipi üretim, işçi sınıfı örgütlülüğünün zayıf olduğu (ya da hiç olmadığı) küçük ve orta ölçekli işletmelere kaymış; üretimde teknolojinin yoğunluğu artmış; üretim sürecinde istihdam ve çalışma biçimleri esnekleştirilmiş; işçilerin birbirleriyle rekabetini arttırarak verimliliği yükseltmeye dayanan performansa dayalı ücret sistemi uygulanmaya başlanmıştır.

Üretim sistemlerindeki bu değişim, emeğin yapısında da değişime neden olmuş ve emekçiler arasındaki tabakalaşma artmıştır. Emeğin yapısındaki bu değişim ile emekçiler arasındaki niteliksel ve mekansal farklılıklar, sendikal örgütlenmeleri de olumsuz yönde etkilemiştir. Öte yandan, devletin ve işverenlerin sendikalara karşı tutumları sertleşmiş ve karar süreçlerine sendikaların katılımı büyük ölçüde engellenmiştir(Müftüoğlu, 266).

Bir taraftan, üretim sürecindeki değişim emekçilerin güvencesiz ve düşük ücretle çalışmalarına neden olurken, diğer taraftan örgütsüzleşme ve sendikaların etkisizleşmesi, kaybedilen hakların savunulmasını engellemiştir. Ayrıca üretimin ucuz emek bölgelerine kaydırılması, bu bölgelerdeki işçiler ile merkez ülkelerdeki işçiler arasında rekabete neden olmuş, bu da merkez kapitalist ülkelerde işsizliğin artması ve sosyal hakların geri alınmasını kolaylaştırmıştır.

Öte yandan, sermayenin emek ucuz olduğu için üretimi kaydırdığı bölgeler, sanayileşme sürecini tamamlamamış, dolayısı ile geleneksel güvence mekanizmalarının egemen olduğu ülkelerdir. Üretimin buralara kayması ile birlikte bu ülkelerde işçileşme yani, ücretli çalışan nüfus artmıştır. Buna karşılık, işçi sınıfı bilinci, örgütlenme ve sosyal haklar son derece zayıf olduğu için bu ülkelerde de güvencesizler giderek artmaktadır.

Yine aynı dönemde yeni liberalizmin, krizin diğer nedeni olarak gördüğü devletin sosyal işlevi ortadan kaldırılarak devlet, liberal ideoloji doğrultusunda yeniden yapılandırılmaya başlanmıştır. Böylece devlet, bir taraftan üretimden çekilirken diğer taraftan, sosyal devletin gereği olarak gerçekleştirdiği ve sosyal politikaları da içeren (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vd) kamu hizmetlerini ya özelleştirilmiş ya da piyasa kurallarına göre yeniden düzenlenmiştir.

1970’li yıllarla birlikte başlayan üretim sistemi ve devletin işlevlerindeki değişim, 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve özellikle 20 yüzyılın ikinci yarısında etkin biçimde uygulanan sosyal politika anlayışının büyük ölçüde aşınmasına neden olmuştur. Artık, devletin sosyal ve ekonomik düzenleyiciliği yerine yeniden piyasa ekonomisinin hakim olduğu bir anlayışa dönülmüştür. Bu dönüşüm, Polanyi’nin geniş toplum kesimlerini sefalete düşürmekle suçladığı liberal ekonomi politikalarına yeniden dönüşü de ifade etmektedir.

Sosyal devleti ve dolayısı ile sosyal politikaları aşındıran süreç, ucuz emek alanı olarak görülen kimi çevre ülkelerde hızla başlamış ve 1980’li yılların başlarında büyük ölçüde tamamlanmıştır. Sosyal devlet anlayışının kurumsallaştığı ve işçi sınıfı hareketinin halen bir güç oluşturabildiği merkez kapitalist ülkelerde ise bu süreç, 1980’lerle birlikte başlamış ve özellikle Berlin Duvarının yıkıldığı 1989 yılı sonrasında büyük bir ivme kazanmıştır.

Sosyal politika, başta ücretli çalışan emekçiler olmak üzere sermaye dışı geniş toplum kesimleri için güvenceli çalışma, güvenceli yaşama ve güvenceli gelecek sağlaması bakımından (sınırlı bir coğrafi alanda uygulanma olanağı bulabilmiş de olsa) insanlık tarihi içerisinde son derece önemli bir kazanım olmuştur. Ancak, kapitalist sistemin özü olan liberalizmden ödünler verilmesini sağlayarak elde edilen bu kazanımda etkili olan koşullar önemli ölçüde ortadan kalmıştır. Bu bağlamda, işçi sınıfı bilinci zayıflamış ve böylece sınıfsal mücadelenin sistem üzerindeki tehdidi büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Öte yandan, kapitalizme alternatif bir sistem olarak ortaya çıkan Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun dağılarak bir tehdit olmaktan çıkması da sosyal politikaları aşındıran ortamın hazırlanmasındaki etkenlerden biri olmuştur. Ayrıca, talebi düzenlemeyi önceleyen ekonomi politikalarını içeren yoğun birikim rejiminin yerini küresel rekabeti ve serbest piyasa ekonomisini temel alan yaygın birikim rejimine bırakması da yine sosyal politikalara olan gerekliliği ortadan kaldırmıştır.

Sosyal politikaların önemli ölçüde aşındığı ya da bütünüyle tasfiye edildiği ülkelerde geniş toplum kesimleri, Polanyi’nin 19. yüzyıl uygarlığı olarak tanımladığı koşullara benzer durumlarla karşılaşmaya başlamıştır. Bu bağlamda işsizlik, yoksulluk, sosyal güvencesizlik giderek artmaktadır. Sosyal politikaların aşınmasıyla ortaya çıkan bu toplumsal sorunlara karşı piyasa ekonomisinin içerisinde kalmak kaydıyla bir takım çözüm arayışlarına gidilmektedir. Bunlar içerisinde en belirleyici olanı Dünya Bankası’nın “yoksullukla mücadele”, “sermayenin sosyal sorumluluğu” ve “sosyal diyalog” ana başlıkları altında topladığı projelerdir. Dünya Bankası’nın bu projeleri Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ve Avrupa Birliği (AB) gibi uluslararası kurumlarca da benimsenmekte ve desteklenmektedir.

Sosyal politikaların yerine önerilen proje bazlı politikaların sosyal politikaların yerine getirdiği işlevleri ne ölçüde ikame edilebileceği, sosyal bilimler alanının önümüzdeki süreçte cevaplaması gereken önemli bir sorunsaldır. Eğer sosyal politikaları gerekli kılan Polanyi’nin belirttiği gibi piyasa ekonomisinin varlığı ise bir taraftan piyasa ekonomisinin kurum ve kurallarıyla yerleşmesini hedeflemiş olan DB, OECD ve AB gibi yapıların savundukları sosyal politikaları ikame edici projelerin samimiyeti ve gerçekçiliği son derece tartışmalıdır. Öte yandan, toplumsal sınıflar arasında varolan güç ilişkilerinde işçi sınıfının gücünü arttırıp, sistem üzerinde yeniden bir tehdit oluşturacak düzeye gelmeden sosyal politikaları yeniden gündeme getirmek üzere kapitalist sistemde yeniden bir düzenleme düşüncesin de gerçekleşmesi mümkün gözükmemektedir.


Kaynakça

Akkaya, Yüksel (2002) “Sosyal Güvenlik “Versus” Demokratik Uzlaşma”, Evrensel Kültür Dergisi, sayı. 130, Ekim, (78-80)

Arın, Tülay (1985) “Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz (I): Gelişmiş Kapitalizm”, Onbirinci Tez Kitap Dizisi:1, Kasım, 104-138.

Arın, Tülay (2002) “Sosyal Sigorta Değil, Sosyal Güvenlik Sistemi: Sosyal Riskler, Sosyal Haklar ve Sosyal Güvenceler” 2000’li Yıllarda Sosyal Güvenlik Sistemleri, BASİSEN Yayınları: 30, İstanbul, (67-78)

Brunhoff, S.D. (1988) “Kapitalist Bunalım ve Ekonomik Politika”, Dünya Kapitalizminin Bunalımı, der. N. Satlıgan, S. Savran, Alan Yayıncılık, İstanbul, (391-406)
Clarke, S. (1987) “Capitalist Crisis And The Rise Monetarism” , The Socialist Register, (393-427)
Dobb, M. (1992) Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler, Belge Yayınları, İstanbul.

Castel, Robert (2004) Sosyal Güvensizlik, Çev. Işık Ergüden, İletişim Yayınları, İstanbul.

Güzel, Ali – Okur, Ali Rıza (2003) Sosyal Güvenlik Hukuku, Beta Yayınevi, bası. 9, İstanbul.

Koray, Meryem (2005) Sosyal Politika, İmge Kitapevi, Ankara.

Müftüoğlu Özgür (2001) “Kapitalizmde Dönüşüm Dinamikleri ve Sendikal Kriz”, TMMOB Sanayi Kongresi 2001 Bildiriler Kitabı, Yayın no. E/2001/291, (263-269)

Müftüoğlu, Özgür (2005) “Tarihsel Süreçte Bir Parantez: “Sosyal Güvenlik Hakkı””, Toplum Hekim Dergisi, Mart-Nisan 2005, Cilt 20, Sayı 2

Müftüoğlu Özgür (2007) “Kriz ve Sendikalar”, Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar, Der. Fikret Sazak, Epos Yayınları, Ankara.

Sosyalizm Ansiklopedisi, cilt. 1, İletişim Yayınları

Talas, Cahit (1990) Toplumsal Politika, İmge Kitapevi, Ankara.


* Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi Bölümü

Hiç yorum yok: