25 Eylül 2008 Perşembe

TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ’NE ÜYELİK SÜRECİNİN İKTİSADİ VE TOPLUMSAL BOYUTLARI

(Bu yazı Sosyalist İktisat Kongresi’nde (2005) sunulmuş ve Kongre Bildiriler Kitabında (Nazım Kitaplığı) yayınlanmıştır)

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile resmi düzeyde ilişkileri, 1963 Ankara Anlaşması ile başlamış ve uzun yıllar da bu Anlaşma çerçevesinde yürütülmüştür. Aralık 1999’da yapılan Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin “aday ülke” statüsü almasıyla birlikte, Türkiye-AB ilişkileri de yeni bir boyut kazanmıştır. Türkiye’nin AB’ne adaylığına hukuki zemin oluşturan Katılım Ortaklığı Belgesi (KOB) ve Çerçeve Yönetmelik 2001 yılı başlarında AB Konseyince onaylanmış ve Türkiye’de bu belgeler doğrultusunda hazırladığı AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Ulusal Programı, Ekim 2001’de AB Komisyonuna sunmuştur. Böylece Türkiye, ekonomi politikalarından sosyal politikalara, dış politikadan savunma politikalarına kadar hemen tüm alanlarda iç hukukunu ve uygulamalarını, AB’nin üyelik şartı olarak öngördüğü kriterlere göre “uyumlaştırmayı” taahhüt etmiştir.

Türkiye’nin verdiği taahhütler doğrultusunda yürütülen AB’ne uyum süreci, bir ortaklık ilişkisinden çok bir devletin, bütünüyle uluslararası bir örgütün tahakkümü altına girmesi şeklinde tezahür etmiştir. Zira, Ulusal Programın AB Komisyonuna sunulması ile birlikte görevde bulunan Hükümetler, Katılım Ortaklığı Belgesi (KOB) ve Çerçeve Yönetmelikte yer alan hükümleri, büyük ölçüde Hükümet Programı olarak kabul etmiş ve özellikle, belgelerde yer alan ekonomik kriterleri temel politikalar olarak uygulamaya koymuşlardır. Bu nedenle AB üyelik süreci, Türkiye insanının bugününü ve geleceğini belirleyen temel toplumsal bir etken halini almıştır.

Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve AB’den Beklentiler

Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal yapısı üzerinde böylesine önemli bir etken konumunda olan AB üyeliği, Türkiye’deki sosyal sınıflar ve bu sınıfları temsil eden (ya da etmesi gereken) kurumlarda farklı beklentiler ve/veya endişeler yaratmıştır.

Türkiye’de sermaye sınıfı içerisinde siyasi erk üzerinde etkili olan ve uluslararası sermaye ile işbirliği içerisinde bulunan kesim, AB’nin temellerinin atıldığı 1950’li yılların başından itibaren Türkiye’nin Birliğe üyeliği yönünde baskıda bulunmuştur. Bu kesim, Türkiye’nin ilk kez AET Bakanlar Konseyine üyelik başvurusunda bulunduğu 1959 yılından itibaren de AB üyeliğini desteklemiştir. Türkiye’nin yeni liberal politikaları resmen kabul ettiği, 24 Ocak 1980 Kararları ve bu kararları yaşama geçirmeyi amaçlayan 12 Eylül darbesi ile birlikte sermaye, siyasi erki bütünüyle ele geçirmiş ve AB üyeliği konusundaki baskılarını daha da yoğunlaşmıştır. Bu baskılar sonucunda Türkiye, 1990’lı yılların ortasında üyesi olmadığı AB’nin gümrük düzenlemelerini kabul etmiştir. 1999 yılında Helsinki Zirvesinde de Türkiye’nin “aday ülke” olarak kabul edilmesinden sonra da sermaye kesimi, TÜSİAD, TOBB ve TİSK gibi örgütler aracılığı ile AB üyeliği konusundaki bu eğilimini sürmüştür.

1980 sonrasında Türkiye’de iktidarda bulunan ve mecliste temsil edilen siyasi partilerin hemen tümü, parti programlarında ve seçim bildirgelerinde büyük ölçüde AB üyeliğini destekler hükümlere yer vermişlerdir. Bu partiler içerisinden MHP, DSP ve FP (RP)’nin parti programlarında (özellikle dış politikada verilen tavizler gerekçe gösterilerek) AB konusunda bir takım çekinceler dile getirilmekle birlikte, üyeliğe bütünüyle karşı çıkılmamıştır. Keza bu partiler, 1990 yıllar sonrasında koalisyonlar içerisinde de olsa iktidara gelmişler ve içinde yer aldıkları hükümetlerin programlarında AB üyeliği, temel hedef olarak yer almıştır. Bunun da ötesinde Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki en önemli adımlar bu partilerin (özellikle de DSP ve MHP’nin) iktidarda bulunduğu dönemlerde atılmıştır. ANAP, DYP, SHP ve CHP parti programlarında AB üyeliği, çekincesiz biçimde öncelikli hedefler arasında yer almaktadır. Bu partilerin, AB uyum süreci içerisindeki itirazları, AKP’nin bu süreci iyi yürütemediği kaygısı üzeriden olmaktadır.

AKP, kuruluşunun üzerinden henüz bir yıl geçmişken 2002 Kasım seçimlerinde tek başına iktidara gelmiştir ve bu iktidarını hala sürdürmektedir. Türkiye’nin AB üyelik sürecindeki en önemli gelişmeler, AKP’nin tek parti iktidarı döneminde olmuştur. Bu nedenle, AKP’nin AB’ne yönelik yaklaşımı, Türkiye’nin AB politikalarında önemli bir etkiye sahip olmaktadır.

AKP’nin AB üyeliğine yaklaşımını ortaya koyabilmek için, kuruluşunun hemen ardından 2002 yılı Ocak ayında açıkladığı “Kalkınma ve Demokratikleşme Programı” adını taşıyan parti programını; Kasım 2002 Genel Seçimleri öncesinde açıkladığı “Her Şey Türkiye İçin” adlı seçim bildirgesini ve yine bu dönemde ortaya koyduğu, Acil Eylem Planını incelemek gerekir. Böyle bir incelemede ortaya çıkan sonuç: Siyasal yaşamdan hukuk ve adalete, Güneydoğu sorunundan ekonomiye, kamu maliyesinden tarım politikalarına, eğitimden sağlığa, çalışma yaşamından dış politikaya kadar tüm alanlarda adeta (AB’nin genişleme sürecinde temel belgesi olan) Kopenhag Kriterleri dikkate alınarak kaleme alınmış olmasıdır. Zaten, belgeleri oluşturan metinlerin içerisinde de bir çok kez Kopenhag Kriterleri’nin temel hedef olarak benimsendiği açıkça ifade edilmektedir.

AKP’nin parti belgelerindeki AB yönelimi, iktidara gelmesi ile birlikte Hükümet Programlarına da taşınmıştır. Bu bağlamda, 58. ve 59. Hükümet programlarında “AB’ye üye olma sürecini hızlandırmak ve sonuçlandırmak” önemli bir amaç olarak belirtilmektedir. Bu amaç doğrultusunda şu ifadelere yer verilmektedir:

- “AB üyeliği hükümetin hedeflerinin başında” gelmektedir.
- Hükümet, Kopenhag Ölçütlerini “tam olarak yerine getirmeye kararlıdır.”
- Bu ölçütleri yerine getirmeye yönelik düzeltimlerin (reformların) “uygulamaya tam olarak yansıması ve uygulayıcılar tarafından özümsenmesi konusunda kararlılık gösterilecektir.”

AKP, iktidarda bulunduğu üç yıllık süre içerisinde gerek parti programları gerekse, hükümet programlarında yer verdiği düşüncelere önemli ölçüde sadık kalmış ve özellikle ekonomi ve dış politikalarını AB’nin öngördüğü biçimde düzenlemiştir. Siyasal ve sosyal alana ilişkin düzenlemelerde ise kendisini iktidara getiren siyasal yapıyı koruyarak ve ekonomik kriterlerin temelini oluşturan serbest piyasa mekanizmasının gerekleri doğrultusunda bir takım düzenlemeleri gerçekleştirmiştir.

Görüldüğü üzere, Türkiye’de sermaye kesimi ve sermaye kesimi içerisindeki farklı çıkar gruplarını temsil eden yada bu gruplarla yakınlığı bulunan siyasi partilerin tümü, farklı beklentiler ve endişelere sahip olmakla birlikte, esas olarak AB üyeliğine taraftardır. Buna karşılık, Türkiye’deki emekten yana olduğu iddiasında bulunan, bu nedenle de “sol” olarak nitelenen partiler ve kesimler arasında AB üyeliği konusunda farklı yaklaşımlar bulunmaktadır.
Sol kesimde yer alan partilerin hemen tümünün programlarında AB’nin bir sermaye örgütü olduğu ve özellikle ekonomik politikalarda IMF, Dünya Bankası ile birlikte AB’nin de yönlendirmelerine karşı çıkılmaktadır. Ancak, AB üyelik süreci içerisinde bu partilerden DEHAP, Kopenhag Siyasi Kriterlerinin Kürt sorununun çözümüne katkı sağlayacağı beklentisinde olduğu izlenimini veren bir yaklaşım sergilemektedir. Öte yandan ÖDP ise AB’yi bütünüyle benimsemediğini ifade etmekle birlikte, Avrupa Sosyal Şartı ve Kopenhag Siyasi Kriterlerinin Türkiye’de sosyal ve demokratik hakların gelişimine katkıda bulunabileceği düşüncesindedir. ÖDP, “Emeğin ve Dayanışmanın Avrupa’sı” söyleyişi ile sloganlaştırdığı bu düşünce çerçevesinde Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemektedir.
DEHAP ve ÖDP dışındaki sol partiler AB üyeliğine bütünüyle karşıdır. Ancak bu karşıtlıkta, İP gibi kimi partilerin karşı olmalarında büyük ölçüde “ülkenin bölünmesi”, “Kıbrıs’ın kaybedilmesi” gibi ulusalcı yaklaşımlar ön plana çıkarken, TKP, EMEP, SDP gibi partiler ise daha sınıfsal bir yaklaşımla, AB’nin Avrupa sermayesinin çıkarları ile hareket eden ve emperyalist amaçları bulunan bir örgüt olması düşüncesi ön plana çıkartılmaktadır.

Tarihsel süreçte orta çıkışları ve yüklendikleri işlevleri bakımından işçi sınıfını temsil eden (ya da temsil etmesi beklenen) sendikaların AB konusunda yaklaşımları büyük ölçüde üyeliği destekler yöndedir. DİSK, HAK-İŞ ve KESK, özellikle Türkiye’nin aday ülke olarak kabul edildiği 1999 yılından itibaren, AB karar alma sürecinde sosyal taraflardan biri olan ve aynı zamanda üyesi de bulundukları ETUC aracılığında AB ile ilişki içerisindedir. Bu sendikalar, ETUC ile birlikte Ocak 2002 tarihinde Avrupa Komisyonu’nca da desteklenen MEDA (Avrupa Akdeniz Ortaklık Projesi) kapsamında AB yönelimli ortak eğitimler yürütmektedir. Yine bu üç Konfederasyon ve ETUC’un işbirliği ile oluşturulan Türkiye-AB Sendikalar Koordinasyon Kurulu’na üyedir ve Türkiye-AB ilişkileri üzerine çalışmalar yapmaktadır. Türk-İş, bu üç konfederasyondan farklı olarak, önceleri ulusalcı bir yaklaşımla AB’ye karşı çıkmış ve bu ortak projelerin dışında kalmıştır. Türk-İş, 2001 yılında yayınladığı AB Raporunda da bu yöndeki görüşlerini açık biçimde ifade etmiştir. Ancak, özellikle 17 Aralık 2004’te Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesinin ardından, Türk-İş de müzakere sürecine katılarak bu yöndeki tavrını değiştirmiştir.

Sermaye kesiminin bileşenlerini temsil eden kurumlar ve siyasi partiler, sermayenin AB konusundaki yaklaşımını yansıtacak biçimde nettir ve tüm unsurlarıyla AB üyeliğini desteklemektedir. Oysa, emek kesimi için bunu söylemek imkansızdır. Zira, emekten yana olduğu iddiasındaki siyasi partiler arasında Türkiye’nin AB üyeliği konusunda önemli görüş ayrılıkları ve yaklaşım farklılıkları vardır. Emeği temsil etmek durumunda olan sendikalar ise gerekçeler farklı da olsa AB’ne üye olunması konusunda sermaye kesimi ile büyük ölçüde görüş birliği içerisindedir.

Türkiye’de emekçi kesimlerin AB üyeliği konusundaki görüşleri ve bu görüşlerin sendikaların yaklaşımı ile ne kadar örtüştüğü konusunda son derece az sayıda veri mevcuttur. AB üyeliği konusundaki veriler çoğunlukla “Türk toplumunun görüşü” şeklinde açıklanmaktadır. Bu nedenle de toplumun hangi kesiminin görüşlerinin yansıtıldığı açıkça ortaya çıkmamaktadır. Tüm Türk toplumunu temsil ettiği varsayımda olan araştırmalardan biri, AB’nin resmi istatistik kurumu olan Eurobarometre’ye aittir. Eurobarometre’nin 2004 yılında yapmış olduğu araştırmaya göre Türk toplumunun üçte ikisi AB üyeliğini desteklemektedir. Aynı kurumun Eylül 2005’de açıkladığı araştırmada ise AB üyeliğine destek yüzde 59 düzeyine gerilemiştir. Sonuçları Türk toplumuna genellenen diğer bir araştırma da Transatlantik Eğilimler Araştırmasıdır. Sonuçları Eylül 2005’de açıklanan bu araştırmada, AB üyeliğine destek yüzde 63 olarak belirtilmiştir.

Türkiye’de emekçi kesimlerin AB üyeliğine yönelik düşünceleri konusunda fikir veren bir araştırma, Anadolu Üniversitesi’nden bir grup akademisyen tarafından gerçekleştirilen “İşçi Profili Araştırması: Eskişehir Örneği” isimli çalışmadır. 2004 yılında gerçekleştirilen araştırmada, 21. yüzyılda Türkiye’nin geleceğinin nerede olduğu yönündeki bir soruya, görüşü alınan işçilerin yüzde 47.5’i Avrupa Birliği cevabını vermiştir. Diğer bir değişle bu araştırmada Eskişehir’deki işçilerin AB üyeliğine desteği yüzde 47.5 olarak çıkmıştır (Altan vd. 2005).

Emekçilerin Türkiye’nin AB üyeliğine bakışını ortaya koymayı amaçlayan az sayıdaki araştırmadan biri; DİSK Gıda İş Sendikası ile Rosa Luxemburg Vakfının desteği ile Özgür Müftüoğlu ve Rana Çetin’in gerçekleştirdiği, “Ücretli Çalışanların Türkiye’nin Avrupa Birliği Üyeliği Konusundaki Düşünceleri” başlıklı araştırmadır. 2005 yılında İstanbul ilinde 13 işkolundaki çalışanlarla gerçekleştirilen bu çalışmada, AB üyeliğini destekleyenlerin oranı yüzde 44.4 olarak belirlenmiştir. Buna karşılık araştırmaya katılan ücretlilerin yüzde 41.1’i AB üyeliğine karşıdır. AB üyeliğini destekleyenlerin en yoğunluklu gerekçesi, demokrasi ve sosyal haklar konusundaki beklentilerden kaynaklanmaktadır.

Söz konusu araştırmada irdelenen bir diğer konu da sendikaların ücretli çalışanların AB konusundaki düşünceleri üzerinde ne ölçüde etkili olabildikleridir. Bu konuda ortaya çıkan çarpıcı bir sonuç: Sendika üyelerinin yüzde 76.3 gibi çok büyük bir çoğunluğunun, üyesi oldukları sendikanın AB konusundaki düşüncesi konusunda herhangi bir bilgiye sahip olmamalarıdır. Öte yandan, özellikle Konfederasyon düzeyinde sendikaların çok büyük bölümünün AB yönelimli bir çok çalışma yürütmesi ve AB üyeliğine olumlu baktıkları yönünde açıklamalar yapmasına karşın, sendikasının AB üyeliğine olumlu baktığını düşünenlerin oranı sadece yüzde 8.4’tür. Araştırmaya katılan sendika üyelerinin yüzde 15.3’ü ise sendikasının AB’ye karşı olduğunu düşünmektedir.

Bununla bağlantılı diğer bir sonuç ise ücretli çalışanların AB konusundaki düşüncelerinde sendikaların etkisi üzerinedir. Buna göre araştırma kapsamında görüşme yapılan çalışanların sadece yüzde 6.6’sı sendikaların AB konusundaki düşünce oluşumunda etkili olduğunu belirtmiştir. Çalışanların bu konudaki düşüncelerinde en önemli etken ise yüzde 60.9 ile gazete ve televizyonlardır.

Ücretli çalışan emekçilerin ve sendikaların AB üyeliği konusundaki yaklaşımları bir araya getirilerek değerlendirildiğinde sanırım ortaya çıkan en önemli sonuç; bu konuda sendikaların, hak ve çıkarlarını temsil etmekle sorumlu oldukları emekçilerin düşüncelerini yeterince dikkate almadıklarıdır. Buna karşılık olarak emekçiler de kendi örgütleri olan sendikaların yaklaşımlarına itibar etmemektedir.

AB üyelik sürecinde sermaye kesimi ve onu temsil eden örgüt ve siyasi partilerin yaklaşımlarında mutlak bir tutarlılık gözükmektedir. Oysa, emekçi sınıflarda ve onları temsil eden (yada temsil ettiği varsayılan) örgütler ve siyasi partiler için aynı düşünceyi ifade etmek mümkün değildir. Siyasi partilerin bir bölümü ve sendikalar, siyasal ve sosyal hakların Türkiye toplumunun kendi iç dinamikleri ile kazanamayacağı düşüncesi ile tarihsel ve sınıfsal perspektifi bir tarafa bırakarak, tüm hakların AB üyeliği ile kazanılabileceği düşüncesini savunmaktadır.

Avrupa ülkelerindeki siyasal ve sosyal hakları da içeren demokrasi anlayışını (son 25- 30 yılı göz ardı etmek koşulu ile) tarihsel süreç içinde ele aldığımızda, AB üyeliğinin olumlu gelişmeler sağlayacağı beklentisinde olanlara katılmamak mümkün değildir. Zira, tarihsel süreçte Avrupa topraklarında yürütülen emek ve demokrasi mücadelesi ile bu alanlarda önemli kazanımlar elde edilmiştir. Bunun bir sonucu olarak, AB ülkelerinin önemli bir bölümünde çalışma standartları, siyasal ve sosyal haklar göreceli olarak Türkiye’den daha ileri düzeydedir.

Ancak, kapitalist sistemi 1970’lerin başında içine girdiği krizden çıkaracağı varsayılan yeni liberal politikalar, AB’yi oluşturan ülkeler tarafından da benimsenmiş ve uygulamaya konulmuştur. 1970’li yılların ortalarından itibaren uygulanmaya başlayan yeni liberal politikalar, bu ülkelerde de çalışma standartları, siyasal ve sosyal hakların gelişmesinde önemli etkiye sahip olan refah devleti uygulamaları ve üretim sistemlerinin dönüşümüne neden olmuştur. Böylece, Türkiye’de 1980’de yaşanmaya başlayan sürece benzer şekilde, devletin sosyal işlevi yerini piyasalaşmaya bırakmış, üretim sistemleri ise emek maliyetini en az düzeye indirecek biçimde esnekleştirilmiştir. Bu uygulamaların sonucu olarak da yine Türkiye’dekine benzer biçimde bir taraftan, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi kamu hizmetlerinin bütçe içindeki payı azaltılarak bu alanlar ticarileşmiş ya da özelleştirilmiştir. Diğer taraftan ise iş, ücret ve sosyal güvenceyi büyük ölçüde ortadan kaldıran esnek istihdam biçimleri yaygınlaşmıştır. Tüm bu koşullar altında da diğer kapitalist ülkeler gibi AB ülkelerinde de çalışma standartları, siyasal ve sosyal haklar, yasal düzenlemeler ve fiili uygulamalar ile önemli ölçüde geriye götürülmüştür.

Bu nedenle, AB üyeliğinin Türkiye’ye, Türkiye emekçilerine neler getirip neler götüreceğini değerlendirmek için AB’nin üyelik koşulu olarak Türkiye’den beklentilerine ve bugün AB ülkelerinde çalışma standartları, siyasal ve sosyal hakların hangi düzeyde olduğuna bakmak gerekmektedir.



AB Üyelik Sürecinde Türkiye’den Beklenenler (İstenenler)

AB’ne tam üyelik için Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal yapısında köklü bir dönüşümü öngören talepleri içeren belgeler esas olarak, iki temel kritere dayandırılmaktadır. Bunlardan biri, 22 Haziran 1993 tarihinde Kopenhag Zirvesinde alınan ve “Kopenhag Kriterleri” olarak adlandırılan kararlardır. Diğeri ise, 9 - 10 Aralık 1991 tarihinde kabul edilen ve 1 Ocak 1993'te uygulanmaya konulan "Maastrich Kriterleri"dir.

Kopenhag Kriterleri; AB’nin genişleme sürecinde adaylığa başvuran ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken koşulları belirleyen bir belgedir. Bu kriterler siyasi, ekonomik ve topluluk mevzuatının benimsenmesi olmak üzere üç grupta toplanmıştır. Buna göre;

Siyasi kriterler: Aday ülkelerde; demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, azınlıklara saygı gösterilmesi ve korunmasını teminat altına alacak kurumlar varolmalıdır.

Ekonomik kriterler: Aday ülkelerde; işleyen bir piyasa ekonomisinin varlığını, Birlik içinde piyasa güçleri ve rekabetçi baskı ile baş edebilecek kapasiteyi garanti eden kurumların istikrarın sağlamış olmalıdır.

Topluluk Mevzuatının Benimsenmesi: Üyelik, aday ülkenin siyasal, ekonomik ve parasal birliğin hedeflerine katılma da dahil olmak üzere üyelik yükümlülüğünü üstlenme yeteneğine sahip olmalıdır. Ayrıca Birliğin, Avrupa'nın entegrasyonu momentumunu muhafaza ederken, yeni üyeleri özümseme kapasitesi de Birlik ve aday ülkeler için önemlidir.

Maastrich Kriterleri; AB’nin ekonomik ve parasal birliğini güvence altına almak amacıyla dört temel kural belirlemiştir. Buna göre;
Devlet borç stoku, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'nın yüzde 60'ını geçmeyecek; Bütçe açığı, Gayri Safi Yurt İçi Hasıla'nın yüzde 3'ü ile sınırlı kalacak; Enflasyon, üye 15 ülkenin en düşük enflasyona sahip üç ülkesinin ortalamasının en fazla 2 puan üstünde olabilecek; Faiz oranı, en düşük üç ülke ortalamasından 1.5 puan fazla olabilecektir.
AB’nin üyelik koşulu olarak Türkiye’den isteklerini yansıtan temel belgelerden ilki 8 Mart 2001 tarihinde kabul edilen KOB’dir. KOB’nin ikincisi 2003 yılı Mart ayında, sonuncusu ise 9 Kasım 2005 tarihinde açıklanmıştır.
Türkiye’nin “AB üyeliği için önceliklerin belirlendiği bir yol haritası” olarak nitelendirilen KOB, esas olarak, Kopenhag Kriterleri’nin Türkiye için uyarlanmış halidir. Kopenhag Kriterleri’ndeki şablon, olduğu gibi KOB’ne yansıtılmıştır. Bu bağlamda, Türkiye’den istekler, siyasi ve ekonomik kriterler ve üyelik yükümlülüklerinin benimsenmesi (Topluluk mevzuatının belirlenmesi) olmak üzere üç başlığa ayrılmıştır.
Türkiye’de emekten yana olduğu iddiasındaki kesimlerin AB üyeliğini savunurken referans olarak verdikleri temel dayanak, KOB’nin siyasi kriterleridir. Onlara göre Türkiye siyasi kriterleri gerçekleştirdiğinde demokrasi ve sosyal haklara ilişkin sorunlarını çözümleyecektir. 2005 KOB’nde demokrasi ve insan hakları konusunda kamu kurumlarının özenli davranması, azınlık haklarının korunması, sendikal haklar, Kıbrıs meselesi ve sınır sorunlarının çözülmesi konularına yer verilmiştir.
Demokrasi ve sosyal haklar konusunda büyük beklentilere neden olan KOB siyasi kriterlerinin kamu yönetimi başlığı altında şu ifadeler yer almaktadır:
“Daha geniş etkinlik, mali sorumluluk ve şeffaflık sağlanması amacıyla kamu yönetimi ve personel politikalarındaki reformların takibi.
Özellikle daha önce kabul edilen mevzuatın uygulanması başta olmak üzere, etkin, şeffaf ve katılımcı yerel yönetimin temin edilmesi.”
Burada Türkiye’den istenen, AB’den beklentiler içerisinde olan bir çok sendikanın da karşı çıktığı, engellemek için iş bırakma eylemleri, mitingler düzenlediği Kamu Yönetimi Temel Kanunu ve Kamu Personel Reformu’dur. Diğer bir ifade ile kamu hizmetlerini piyasalaştıracağı, kamu emekçilerinin çalışma koşullarını esnekleştirip mevcut bir çok hakkı ortadan kaldıracağı için emekçilerin karşı çıktıkları düzenlemeler, aslında AB’nin üyelik için getirdiği koşulların başında gelmektedir.
KOB siyasi kriterleri içerisinde sendikal haklar konusunda Türkiye’den istenenler ise “özellikle örgütlenme, grev ve toplu sözleşme hakları olmak üzere tüm sendikal haklara AB standartları ve ILO sözleşmeleri doğrultusunda saygı gösterilmesi” şeklinde son derece muğlak ve yumuşak bir ifade ile yer almıştır. Ayrıca, sermayenin sendikaları uyumlaştırarak, sosyal hakların ortadan kaldırılmasını meşrulaştırmanın aracı olarak kullandığı sosyal diyalogun güçlendirilmesi ve sendikaların AB’li ortaklarla işbirliğinin kolaylaştırılması istenmiştir.
KOB’nin ekonomik kriterler başlığı altında Türkiye’nin yerine getirmesi istenen koşullar, Kopenhag Kriterleri’nin aynı başlık altında yer alan, piyasa ekonomisinin işlerlik kazanması yönündeki amaçlarla bütünüyle paraleldir. Bu bağlamda, Türkiye’den istenen kısa dönemli ekonomik kriterlerden bazıları şunlardır:
“- IMF ve Dünya Bankası ile mutabık kalınan mevcut yapısal reform programının uygulanmaya devam edilmesi ve özellikle kamu harcamalarının denetiminin sağlanması. - ……mali sektör reformunun uygulanmasının tamamlanması. - Pazar düzenleyici makamların bağımsızlığının garanti altına alınması. - Sosyal bileşeni dikkate alınarak özellikle devlete ait bankalar olmak üzere kamuya ait kurumların özelleştirilmesinin hızlandırılması. - Özellikle enerji, tütün ve şeker alanlarında olmak üzere pazarın serbestleştirilmesinin ve fiyat reformlarının devam ettirilmesi. - Mali sektör reformunun tamamlanması ve tarım sektörü reformuna devam edilmesi. - Doğrudan yabancı yatırım akışının kolaylaştırılması ve geliştirilmesi.”
KOB’nde orta vadeli ekonomik kriterlerden bazıları ise şunlardır:
“-Özelleştirme programının uygulanmasının tamamlanması. –Tarım sektörü reformunun tamamlanması. –Emekli maaşı ve sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilirliğinin temin edilmesi.”
Görüldüğü gibi AB’nin üyeliğin gerçekleşmesi için Türkiye’nin önüne koymuş olduğu ekonomik kriterler, bütünüyle yeni liberal politikaların uygulamaya konulması doğrulturundadır. KOB’nin Üyelik Yükümlülüklerini Üstlenme Yeteneği başlığı altında getirilen ve bir çok alanın AB standartlarına uyumlaştırılmasını öngören koşullar da yeni liberal politikaların yerleştirilmesi ve kurumsallaştırılması bakımından ekonomik kriterleri tamamlayıcı niteliktedir.
Yukarıda da ifade edildiği gibi KOB, Kopenhag Kriterleri temel alınarak, onun ruhuna uygun olarak hazırlanmış bir belgedir. Kopenhag Kriterleri, özü itibariyle sermayenin, siyasi ve ekonomik egemenliği eline geçirdiği dönemden (ki bunu Fransız İhtilaline kadar götürebilir) bu yana emekçilerin, işçi sınıfı bilincine ulaşılmasını engellemek için kullandığı ekonomi ile siyaseti ayrı (imiş) gibi gösterme taktiğini izlemiştir. Bu nedenle kriterler, ekonomik ve siyasi olarak ayrılmıştır. Siyasi kriterlerde demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerden bahsedilirken; ekonomik kriterlerde piyasa mekanizmasına tüm kurumlarıyla işlerlik kazandırılması, bir koşul olarak getirilmiştir.

Oysa, ekonomik kriter olarak getirilen piyasa mekanizması, gerek üretimde gerekse bölüşümde egemenliğin bütünüyle sermayeye aktarılmasını sağlayan “siyasi” bir düzenlemedir. Bu mekanizmanın bulunduğu bir yapıda, gerek üretim sürecinde gerekse gelir bölüşümünde tek belirleyici sermaye olduğundan emekçiler için demokrasiden ve özgürlüklerden söz etmek mümkün olmayacaktır.

Diğer taraftan, siyasi kriterler olarak anılan demokrasi, insan hakları ve özgürlükler de bütünüyle ekonomik ilişkilerdeki güç dengelerine bağlıdır. Siyasal ve sosyal hak olarak tanımlanan örgütlenme özgürlüğü, daha nitelikli daha adil eğitim ve sağlık hakkı gibi talepler özü itibariyle ekonomik taleplerdir. Sömürüye karşı çıkma, insanca yaşama muradıyla mevcut sistemi sorgulamak ve daha özgürlükçü bir sistemi özleyen düşünceler ile bu düşünceleri ifade etmek veya bunu engellemek de ekonomi ile doğrudan ilişkilidir.

Sermaye, egemenliğini sürdürmek için Kopenhag Kriterlerinde de yaptığı gibi birbirini içeren bu iki alanı ayrı gibi göstererek, emekçiler başta olmak üzere sermaye dışı kesimlerin ekonomik alanı sorgulamadan bir takım demokratik haklar elde edebileceği yönünde bir yanılsama yaratılmak istenmektedir. Türkiye’de emekten yana olduğunu ve emekçileri temsil ettiğini iddia eden örgütlerin önemli bir bölümü, bu durumu görmeyerek (yada görmezden gelerek) AB’nin üyelik için Türkiye’den isteyeceği yada dayatacağı bu koşullar sayesinde demokratik ve sosyal haklar elde edebileceğini düşünmektedir.

AB Ülkelerinde Demokrasi ve Sosyal Haklar

AB üyeliğinin Türkiye’de emekçilere ve diğer toplum kesimlerine neler getireceği yada neler götüreceği konusunda, AB’nin Türkiye’den istekleri dışında referans olarak alabileceğimiz diğer bir kaynak da AB ülkelerindeki mevcut demokrasi ve sosyal hakların düzeyidir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Türkiye’de toplumun AB üyeliğinden beklentilerinin temelinde demokrasi ve sosyal haklardaki gelişmeler vardır. Bu beklenti de büyük ölçüde bu ülkelerin refah devleti uygulamalarının hala sürmekte olduğu düşüncesinden kaynaklanmaktadır.

Oysa, yeni liberal politikaların hakim olduğu sermaye birikim sürecinde Avrupa ülkelerinde refah devleti uygulamalarına son verilmiş ve çok hızlı bir biçimde piyasalaşmaya dönük uygulamalar egemen olmuştur. Böylece, bir taraftan üretim süreci ve dolayısıyla çalışma ilişkileri esnekleşmiş, diğer taraftan ise sosyal devlet anlayışı ortadan kalkmıştır. Esnekleşmeye bağlı olarak emeğin yapısı önemli ölçüde değişmiş, emeğin içinde katmanlaşmalar artmış, sendikal örgütlenmeler zayıflamış ve emek, üretim süreci üzerindeki kontrolünü büyük ölçüde kaybetmiş sermaye, tek egemen güç haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak da üretim sürecinde demokrasi ortadan kalkmış ve çalışma standartları gerilemiştir.

Sermaye, üretim sürecinin kontrolünü bütünüyle ele geçirmesiyle birlikte, tüm toplusal yaşamda da ekonomik ve siyasal egemenliğe ele geçirmiştir. Böylece, sadece çalışma yaşamında değil, toplumun tüm alanlarında demokrasi, sermaye dışı toplum kesimleri için önemli ölçüde aşınmıştır.

Yeni liberal politikaların üretim sürecinin esnekleştirilmesi yanında getirdiği diğer bir uygulama da devletin ekonomik ve sosyal alandaki yeri ve rolüne ilişkindir. Bu bağlamda, 19. yüzyıl boyunca süren işçi sınıfı mücadelesi ve reel sosyalizmin kapitalist sistem üzerindeki tehdidi ve 1929 krizinden çıkış arayışları kapitalist devleti, sosyal işlevler yüklenmeye itmiştir. Böylece devlet, bir taraftan doğrudan üretimde yer almış, diğer taraftan ise eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi kamu hizmetlerinin sunumunu “sosyal devlet” ilkesi doğrultusunda yüklenmek durumunda kalmıştır. Ancak, kapitalist sistemin 1970’lerin başında içine kriz karşısında, işçi sınıfı mücadeleleri ve reel sosyalizmin zayıflamasından da güç alarak, tekrar liberalleşme sürecine girmiştir. Bu doğrultuda devlet, özelleştirmeler ile üretimden çekilmiş ve sosyal devlet işlevlerini terk ederek, başta emekçiler olmak üzere sermaye dışı toplum kesimlerinin mevcut haklarını ortadan kaldırmaya başlamıştır.

Tüm kapitalist ülkeler için geçerli olan bu dönüşüm süreci, büyük çoğunluğu kapitalizmin merkezinde yer alan Avrupa ülkelerinde de öncelikle uygulamaya konulmuştur. Bugün gerek, AB’nin kurucusu ve erken dönemde üyesi olan 15 ülkede gerekse, çoğunluğu Berlin duvarının yıkılması sonrasında kapitalist sistemi benimseyen ülkeden oluşan 10 yeni üye ülkede, demokrasi ve sosyal hakları ortadan kaldıran uygulamalar büyük bir hızla sürmektedir.

Yeni liberal politikaların AB ülkelerinin demokrasi ve sosyal haklarında yarattığı aşınmanın en açık örneği, bugün kaybedilmekte olan hakların kazanılmasında en temel etken olan sendikal örgütlenmedeki zayıflamadır. Birkaç örnek vermek gerekirse, işçi sınıfı hareketinin doğduğu ülkelerden İngiltere’de 1985-2003 döneminde sendika üye sayısı yüzde 20.4, Fransa’da 1985-1998 döneminde yüzde 44.2, Almanya’da 1991-2003 döneminde yüzde 23.8 oranında azalmıştır. AB’ne yeni üye olan ülkelerde de gelişme aynı yöndedir. Bu ülkelerden Estonya’da 1985-2003 döneminde sendikalı sayısı yüzde 84, Polonya ve Slovakya’da ise yüzde 70 dolayında azalmıştır(ILO, World Labour Report, 1997 ve EIROLINE, Trade union membership 1993-2003’den Yüksel Akkaya tarafından derlenmiştir) .

Avrupa sendikalarının üye kaybetmeleri ve böylece toplumsal baskı gücü olma işlevlerinin zayıflaması esas olarak, kapitalizmin yeni liberal dönüşümüne karşı, doğru mücadele stratejileri belirleyemeyip, sistemle uzlaşma içerisine girmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Sendikaların gerek nicelik gerekse, nitelik olarak zayıflamaları, başta sendikal örgütlenme olmak üzere diğer sosyal hakların da yasal düzenlemeler ve fiili uygulamalar ile gerilemesine neden olmuştur. Bu yöndeki düzenlemeleri gerek, AB normlarında gerekse, üye ülkelerin iç uygulamalarında görmek mümkündür. Günlük 8 saat olan çalışma süresini denkleştirme uygulaması ile 12 saate kadar çıkarılabilmesini sağlayan 93/104 sayılı direktif, AB normlarının bu yöndeki düzenlemelerine en açık örnektir. Üye ülkelerde kamu hizmetlerinin piyasa koşulları ile işletilmesini öngören “kamu reformu” uygulamaları, kamuda çalışma standartlarının ve sosyal hakların geri götürdüğünü gösteren önemli örneklerdir. Ayrıca, özellikle 2004 yılının ikinci yarısından itibaren, Wolkswagen, Opel, Siemens başta olmak üzere bir çok işletmede işçi çıkartılması tehdidi ile toplu sözleşmelerle çalışma saatlerinin uzatılması ve ücretlerin dondurulmasını da yine bu yöndeki örnekler içine almak mümkündür(Müftüoğlu 2004).

Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu (ICFTU)’nun AB ülkelerindeki temel çalışma standartları ve AB’nin sendikal politikalarını değerlendirdiği ve 2004 yılı Ekim ayında açıkladığı rapor da AB’nin bu konudaki durumunu bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır*. Bu raporda, Örgütlenme Özgürlüğü ve Toplu Sözleşme Hakkı; Ayrımcılık ve Eşit Ücret; Çocuk Emeği; Zorunlu Çalışma olarak dört ayrı başlık altında 25 AB ülkesinin, imzalamış oldukları ILO standartlarına uygunluğu değerlendirilmiştir.
Raporun, Örgütlenme Özgürlüğü ve Toplu Sözleşme Hakkı başlığı altında özellikle, Birliğe yeni katılan ülkelerin hemen tümünde örgütlenme ve grev hakkının yoğun biçimde engellendiği ortaya konulmuştur. Buna karşılık, diğer ülkelerde de gerekli yasal düzenlemelerin var olmasına karşılık, uygulamada örgütlenme ve grev hakkının kullanımı konusunda ciddi engellemeler olduğu belirlenmiştir. Bu ülkeler içinde, en gelişmiş “demokrasi”ye sahip olduğu düşünülen ülkeler de vardır. Örneğin, Belçika’da grev hakkı, mahkemeler tarafından önemli ölçüde engellenmektedir. Almanya’da kamu çalışanlarının (öğretmenler de dahil olmak üzere) çok önemli bir bölümünün grev hakkı yoktur. İspanya’da yabancı işçilere grev ve örgütlenme hakkı tanınmamaktadır. İngiltere’de yasal düzenlemelerle grevler sınırlandırılmakta, işverenlere bireysel sözleşme yapmaları için işçilere teşvik verme hakkı tanınarak, sendikal örgütlenmeler engellenmektedir.
Raporun Ayrımcılık ve Eşit Ücret başlıklı bölümünde, Avusturya, Belçika, Finlandiya, Danimarka ve Hollanda da dahil olmak üzere tüm üye ülkelerde cinsiyet ayrımcılığı yapıldığı, kadınların ücretlerinin aynı işi yapan erkeklerden yüzde 30 dolayında daha düşük olduğu belirtilmektedir. Yine birçok ülkede Romanlar ve engellilere yönelik de ayrımcılık yapıldığı ortaya konmaktadır.
Çocuk Emeği başlığı altında, özellikle yoksulluğun artması ile birlikte, çocukların çok küçük yaşlardan itibaren, çöp toplayıcılığı, ayakkabı boyacılığı, satıcılık, trafik ışıklarında cam yıkama, dilencilik ve fahişelik alanlarında yoğun biçimde kullanıldıkları tespit edilmektedir. Ayrıca, tekstil ve ayakkabıcılık gibi sanayi kollarında da çocuk emeği kullanılmaktadır. Bu uygulamaların en yoğun olarak görüldüğü ülkeler içinde yeni üye olan ülkelerle birlikte, İngiltere, İspanya, Portekiz, İtalya ve Yunanistan da vardır.
Raporun AB demokrasisini anlamamızı sağlayan en çarpıcı bölümü, Zorunlu Çalışma başlığı altında ortaya konulmuştur. Buna göre birçok Avrupa ülkesinde mahkûmlar, özel şirketler için asgari ücretin çok altında (örneğin Almanya’da sadece yüzde 5’i kadar ücrete), sigortasız olarak çalışmaya zorlanmaktadır. Bu uygulamayı gerçekleştiren ülkelerin başında, Avusturya, Almanya, İngiltere, İtalya ve İspanya vardır. Ayrıca, üye ülkelerin birçoğunda özellikle Uzak Doğu, Afrika ve eski Doğu Bloğu ülkelerinden getirilen insanların ticareti yapılmaktadır. İçinde çocukların da yer aldığı bu insanlardan kadın ve kızlar fuhuşa zorlanırken erkekler, ağır işlerde birçok zaman karın tokluğuna “köle” olarak çalıştırılmaktadır. Bu ülkelerin içerisinde, Avusturya, Belçika, Danimarka, Fransa, Almanya, Yunanistan, İtalya, Hollanda, Portekiz, İspanya, İsveç ve İngiltere de vardır.

Sonuç

Tarih, insanlığın daha özgür, daha refah içinde yaşamasını sağlayacak bir dünyaya ancak, sınıfsal bir perspektifle yürütülecek emek mücadelesi ile ulaşılabileceğini göstermiştir. 19. yüzyıl boyunca süren işçi sınıfı mücadelesi ve bu mücadelenin bir parçası olarak gerçekleşen reel sosyalizm sayesinde kapitalist ülkelerin bir kısmında göreceli de olsa özgürlükçü demokrasi anlayışı geçerli olmuş, emekçilerin ekonomik ve sosyal hakları gelişmiştir. Ancak yine bu dönemde, emekçiler ve sendikalar, sınıfsal perspektiften uzaklaşarak kapitalist sisteminle bütünleşmişler, mücadele güçlerini kaybetmişlerdir.

1970’li yıllarla birlikte kapitalizmin içine girdiği krizden çıkmak üzere, emeğin kazanılmış tüm haklarını ortadan kaldırarak, 19. yüzyılın sömürü düzenini geri getiren yeni liberal politikaları uygulamaya koymuştur. Ancak, sistemle bütünleşerek, sınıfsal perspektiflerini kaybetmiş olan emekçiler ve sendikalar, tüm haklarını geriye götüren bu sürece gerektiği ölçüde müdahale edememişlerdir. Benzer bir süreç, merkez kapitalist ülkeler kadar, Türkiye’nin de içerisine dahil olduğu çevre ülkelerde de geçerli olmuştur.

Bugün, Türkiye’de emekten yana olduğunu ve onu temsil ettiğini savunan bazı kesimler, kapitalist dünyadaki gelişmelerin yansıması olarak Türkiye’de de geçerli olan demokratik ve sosyal hakların aşınma sürecinin, kapitalizmin merkezinde yer alan ülkelerin oluşturduğu AB içine girilerek durdurulacağını savunmaktadır. Diğer bir söyleyişle bu kesimler, “cehennemden sıçrayan ateş parçalarından korunmak için cehennemin içine atlamayı” önermektedir. Oysa, gecikmeyle ve sınıfsal içerikten uzak da olsa Avrupalı emekçiler, (sendikalarına rağmen) AB Anayasasına karşı çıkarak, seçimlerde AB politikalarını uygulayan partilerden (Almanya’da SDP-Yeşiller Koalisyonu gibi) desteklerini çekerek, AB’nin ellerinden aldığı sosyal haklara karşı tepkilerini ortaya koymaktadır.

Hem emekten, hem de AB’den yana olduğu iddiasında olanların diğer bir savunusu da, küreselleşen sermaye karşısında AB içine girerek, Avrupa emekçileri ile dayanışmanın sağlanmasıdır. Oysa, sermayenin egemen olduğu, kuralları koyduğu AB içerisinde emeğin mücadelesini ortaklaştırması, dayanışması beklenemez. Bugün AB üyesi ülkeler arasında da böyle bir dayanışma yoktur. Aksine, diğer ülkeler gibi Avrupa emekçileri de birbirleri ile rekabete zorlanmakta ve giderek milliyetçi eğilimler güç kazanmaktadır.

Tüm bu koşullar ortadayken emekçi kesimlerin ve onları temsil ediği iddiasında olanların Türkiye’de demokrasi ve sosyal hakların gelişmesi adına AB’den medet umması hiç de gerçekçi değildir. Türkiye işçi sınıfı, haklarını koruması ve geliştirmesi için öncelikle kapitalist sistemi iyi analiz etmeli ve sınıfsal bir perspektifle mücadelesini örgütlemelidir. Bu mücadele içerisinde, AB gibi sermaye örgütlerinden bağımsız, enternasyonalist bir işçi hareketinin örgütlenmesi için de çaba harcanmalıdır.

Kaynakça

Akkaya, Yüksel. “Avrupa Birliği ve Sosyal Politika”, AB Üyelik Sürecinde Türkiye’de Siyasal, Sosyal Yaşam ve Çalışma İlişkileri, Workshop 16-17 Nisan 2005, DİSK-Gıda İş Sendikası Yayını, Eylül 2005, (83-102)

Gülmez, Mesut. Sendikal Haklarda Uluslar arası Hukuka ve Avrupa Birliği’ne Uyum Sorunu, Belediye İş Yayınları, Ankara 2005

Kula, Onur Bilge. Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Politikaları, SODEV Yayını, Ekim 2004

Müftüoğlu, Özgür. “Avrupa Birliği’nde Çalışma Standartları ve Sosyal Haklar”, İktisat Dergisi, sayı. 454, Ekim 2004, (76-79)

icftu.org/www/pdf/clseuropeanunionenglish2004.pdf (erişim tarihi, 3 Kasım 2004)





* Bu yazı Sosyalist İktisat Kongresi’nde (2005) sunulmuş ve Kongre Bildiriler Kitabında (Nazım Kitaplığı) yayınlanmıştır.
* icftu.org/www/pdf/clseuropeanunionenglish2004.pdf (erişim tarihi, 3 Kasım 2004)

1 yorum:

Aysan ABRAJI dedi ki...

Sayın Müftüoğlu, Yazdığınız makaleden dolayı çok teşekkür ederim.
İran'dan selamlar ve saygılar
Aysan ABRAJI