24 Eylül 2008 Çarşamba

Kriz Üzerine...


23/09/2008

Kapitalizm ile kriz birbirleriyle öylesine özdeşleşmiştir ki kriz kavramını kullanmadan kapitalizmle ilgili bir metin oluşturmak neredeyse olanaksızdır. Bunun nedeni kapitalist ideolojinin toplumsal ilişkileri algılamadaki çelişkileridir. Bu çelişkiler, sistemin sürekli olarak krize girmesine neden olur. İster küresel düzeyde, isterse ulusal düzeyde görünür olsun krizler, toplumsal ilişkilerde ve bu ilişkileri düzenleyen kurumlarda son derece önemli değişimleri ortaya çıkartır. Çünkü, sermaye birikim sürecinin tıkanmasından kaynaklanan krizleri aşmak üzere üretim sistemi yeniden yapılandırılır. Bu yeniden yapılanmadan kaynaklanan dönüşüm süreci, üretim ilişkilerini ve dolayısı ile toplumsal ilişkileri de etkiler.
Kapitalizmin krizleriyle birlikte yaşanan dönüşüm süreçlerine en iyi örnek, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ve son çeyreğinde ortaya çıkan krizlerdir. İlk çeyrekte ortaya çıkan kriz için çözüm; Taylorist ve Fordist üretim ve yönetim modellerinde bulunmuştur. Kapitalist üretim sistemindeki bu değişim başta devlet olmak üzere kurumsal yapılarda son derece önemli bir dönüşüme neden olurken, toplumsal ilişkilerin de yeniden düzenlenmesi sonucunu getirmiştir. Benzer biçimde 20. yüzyılın son çeyreğinde 1970’lere denk gelen krizde de üretim sisteminde köklü değişiklikler olmuş ve yine kurumsal yapılar ve toplumsal ilişkilerde bir dönüşüm yaşanmıştır.
Kapitalist sistemin krizleri ve bu krizlerin ardından gelen dönüşüm süreçleri uzun bir dönem boyunca sürer. Krizin aşılıp istikrarın yeniden sağlanması 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan krizde iki dünya savaşını kapsayan 30 yılı aşkın bir dönemde gerçekleşmiştir. 1970’lerde başlayan kriz ise aradan 35 yıldan daha uzun bir süre geçmesine rağmen hala sona erdirilemediği gibi krizin aşılmasından ümit kesilip, krizin istikrarlı bir biçimde sürdürülebilmesi gerektiği söylemi geliştirilmiştir. Krizin sürdürülebilirliğinin yegane koşulu; krizleri lokalize ederek yaymak ve krizin yükünün daha güçsüz toplum kesimleri ile daha güçsüz işletmelere, sektörlere ve ülkelere aktarılmasıdır.
1970’lerde başlayan krizden Türkiye’nin payına lokal düzeyde üç büyük kriz düşmüştür. İlki 1978 yaşanan büyük krizlerin ikincisi 1994 yılında üçüncüsü ise 2001 yılında yaşanmıştır. Krizlerin tümünün ortak özelliği; başta emek gücü olmak üzere tüm ekonomik kaynakları değersizleştirmesi ve uluslararası sermayenin sömürüsüne sınırsızca açmış olmasıdır.
Kapitalizmin küresel düzeyde 35 yıldır süren krizinin Türkiye’yi bir kez daha vurduğu gerçeğinin görünür hale geldiği bir dönemde bulunuyoruz. Bu krizin sonucunda da beklenen önceki üç krizde ortaya çıkandan farklı değildir. Emekçiler daha önce de olduğu gibi baskı altında tutulacak, ücretler düşecek, sömürü artacak; işsizlik, yoksulluk daha da derinleşerek yaygınlaşacaktır.
Krizin başta emekçiler olmak üzere sermaye dışı toplum kesimleri üzerindeki olumsuz etkisinden kurtulmanın tek yolu emekçilerin sınıfsal bir güç haline gelebilmesidir. Bunun için de başta sendikaların daha önceki hataları tekrarlamayarak temsil ettikleri sınıfa karşı sorumlu davranmaları gerekir.

Hiç yorum yok: