30 Eylül 2008 Salı

Deniz Feneri İle Aydınlanan Alan Çok Daha Derindir…!


Deniz Feneri İle Aydınlanan Alan Çok Daha Derindir…!

30/09/2008 08:00


Deniz Feneri yolsuzluğu ortaya çıkınca yorumlar genellikler Fener’in dini ve vicdani duyguları kullanarak topladığı paraların kimilerinin ekonomik ve siyasi emelleri için kullanılmasını aydınlattığı üzerinde duruldu. Burada da özellikle AKP’nin iktidara gelmesi iktidarda kalmasının bu yolla finanse edildiğinden bahsedildi.Oysa, Deniz Feneri’nin aydınlattığı alan bunun çok daha ötesine, kapitalist sistemine özüne kadar gider. Gerçi, dini ve vicdani duygular kullanılarak, “fakir fukaranın rızkını” sağlamak görüntüsüyle sömürüyü meşrulaştırma politikasının kökenleri bugün iktidardaki zihniyetin kökenleriyle örtüşür. Ancak bunun uygulama alanı bulması tek başına bu zihniyetin marifeti değildir. Esas marifet, bu zihniyete bugün uygulama alanı sağlayan küresel kapitalizmin ta kendisindedir. Evet, bugün Deniz Feneri ve sivil toplum kuruluşları (STK) olarak adlandırılan diğer dernek ve vakıfların faaliyeti Dünya Bankası’nın “yoksullukla mücadele programı” çerçevesinde yaşama geçirilmekte ve desteklenmektedir. Aynı çerçeve içinde Dünya Bankası ile birlikte AB de Deniz Feneri ve benzeri yapıların (STK’ların) proje ortağı ve destekçisidir. Bu bağlamda, Fener’in aydınlattığı aslında, sosyal devlet yerine Orta Çağın sosyal güvence sistemi olan “sadaka” mekanizmasını “yoksullukla mücadele” adı altında yutturmaya çalışan kapitalist sistemin ve onun “insancıl yüzü” olarak sunulan Dünya Bankası, AB gibi yapıların gerçek yüzleridir. Bu arada Dünya Bankası ve AB projeleri üzerinden bu sadaka-sömürü mekanizmasını Türkiye’ye taşıyan Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu gibi yapıların da gerçek yüzü Fener sayesinden aydınlanmıştır. Kapitalizmin işini yürütmek üzere oluşturduğu karanlığın çok küçük bir kısmıdır yine de Deniz Fener’inin aydınlattığı alan. İyiden iyiye belirginleşmeye başlayan küresel kriz ile birlikte çok daha görünür olacaktır Dünya Bankası’nın, AB’nin onun Türkiye’deki oyuncularının gerçek rolleri..!

26 Eylül 2008 Cuma

KRİZ SINIF MÜCADELESİ İÇİN FIRSAT OLABİLİR!..


ÖZGÜRCE 26/09/2008

Kriz sınıf mücadelesi için fırsat olabilir!..

Kriz, kapitalist sistemle özdeşleşmiş bir durumdur. K. Marx, kapitalist sistemde krizlerin beklenmedik bir durum olmadığını, kapitalizmin krizler sonucunda çökeceği yönünde bir beklentinin yersiz olduğunu ifade etmiştir. Marx’a göre kriz, sistemin çökmesi bir tarafa, kapitalist toplumun gelişmesini biçimleyen ve düzenleyen hareketin en açık şeklidir. Kapitalist sistemin özünü oluşturan sermaye birikimindeki tıkanma, krizlerle birlikte yeniden yapılanan kurumlar ve ilişkiler sayesinde kabuk yeniler ve kapitalizm yoluna devam eder. K. Marx bir taraftan krizleri kapitalizmin vazgeçilmez bir unsuru olarak tanımlarken diğer taraftan da krizlerin sınıfsal ayrışmayı en net biçimiyle ortaya koyduğunu belirtir. Marx’a göre burjuva sınıfının proleteryayı sömürüsünün tüm boyutlarıyla açığa çıkması anlamına gelen bu netleşme nedeniyle krizler, işçi sınıfı bilincinin ve sınıf mücadelesinin yükselmesi için fırsat yaratır.Aradan yüz elli yıllık bir süre geçmesine karşın Marx’ın kriz analizlerinin bugün için de en temel yol gösterici olduğunu düşünüyorum. Zira, 20. yüzyılda yaşanan iki büyük krizde de görüldüğü gibi kapitalizm, üretim sistemi ve devlet başta olmak üzere tüm kurumlarıyla yeniden yapılandırarak kabuk yenilemiş ve yoluna devam etmiştir. Bunlardan birincisinde fordist üretim sistemi ve sosyal devlet anlayışı hakim olurken, 1970’lerde başlayan ve halen devam etmekte olan krizde ise esnek üretim ve piyasa devleti yeniden egemen hale gelmiştir.Tarih, Marx’ın kapitalizmin gelişim süreçlerine ve krize yönelik analizlerini doğrulamıştır. Ancak, 2. Enternasyonelle birlikte Marksizmden önemli ölçüde kopan işçi sınıfı ve onun örgütü sendikalar, kapitalizmle mücadele bir tarafa sistemle uzlaşma içerisine girerek neredeyse onun birer kurumu haline gelmiştir. Dolayısıyla, Marx’ın işaret ettiği, krizleri sınıf mücadelesini yükseltmek için bir fırsata dönüştürme anlayışından çok uzak kaldıkları gibi sisteme bağımlı hale geldikleri için sistemle birlikte sistemin gereklerine yanıt verecek doğrultuda dönüşmüşlerdir. Sonuç olarak da sendikalar ve onlarla birlikte işçi sınıfı, gerek ekonomide, gerekse siyasette hiçbir etkinliğe sahip olmayan “edilgen” bir konuma gelmiştir. Türkiye’de de sendikaların krizler karşısındaki konumu farklı olmamıştır. Türkiye’de krizler karşısında sendikaların aldığı tavır en açık biçimiyle 1994 ve 2001 krizlerinde görülmüştür. Her iki krizde de sendika(cı)lar, krizi mücadelenin yükseltilmesi için bir fırsat olarak kullanmak yerine krizi, beceriksizliklerinin ( ya da işbirlikçiliklerinin mi demek gerekir?) mazereti olarak kullanmışlardır. 1994 krizi sonrasında kamu işçilerinin toplu iş sözleşmesinden kaynaklanan ikramiye haklarının ertelenmesine onay verilmesi ya da yüz binlerce emekçinin işsiz kaldığı ücretlerin yarıya yakın değer kaybettiği 2001 krizinde Siteler esnafı kadar bile ses çıkarmayıp Kemal Derviş’le görüşmeler sonrasında yapılan “fedakarlık yapmalıyız” açıklamaları bunun ilk akla gelen örnekleridir. Dünya ve Türkiye yeni bir krizin belirginleştiği bir süreçtedir. Bu süreçte sendikaların alacakları tavır nasıl olacaktır? Sendika(cı)lar, daha önce olduğu gibi krizi kendi çıkarlarını kurtarmanın bir aracı olarak görüp, sermayenin kendilerine verdiği “işçileri uyutma” görevini mi yerine getireceklerdir; yoksa, Marx’ın işaret ettiği gibi krizi işçi sınıfı mücadelesinin yükseltilmesi için bir fırsat olarak mı değerlendireceklerdir? 1994 ve 2001 krizlerinde işbaşında olan sendikacılarının önemli bir kısmının hala aynı koltukta oturduğunu ve iş yasası, SSGSS, istihdam paketi, özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin piyasalaşması gibi konularda gösterilen mücadelenin düzeyini düşününce, kendi adıma pek umutlu olmadığımı itiraf edeyim. Ancak, emekçiler geçmişte yaşananları da göz önüne alarak, mücadeleyi mevcut sendikal yapılara havale etmez, kendileri ve gelecekleri adına sendikalarına sahip çıkar ve mücadelede ellerini taşın altına koyarlarsa işte o zaman her şey değişebilir(!)Sözün özü: Kriz, kapitalizmin koltuk değneğidir, sermayeye yeni sömürü olanakları sağlayarak onu ayakta tutar. Emekçiler için ise kriz iki alternatif sunar: Eğer sisteme mahkum olunmuşsa emekçi için kriz, işsizlik, açlık, yoksulluk ve daha fazla sömürüdür. Ama sınıfsal çıkarlarının farkına varır, bağımlılık zincirini kırarsa ve sınıf dayanışması içinde mücadeleye yönelirse emekçi için kriz işsizliği, açlığı, yoksulluğu ve sömürüyü ortadan kaldırmak için önemli bir fırsattır (!) Tercih emekçilerindir…!

25 Eylül 2008 Perşembe

İkiyüz Yıl Geriye Döndük

İkiyüz Yıl Geriye Döndük
Yeni liberalizmle birlikte sosyal devlet anlayışı fiilen ortadan kalktı. 1980den bu yana tüm hükümetler sermayenin ihtiyaçlarını dikkate alıyorlar ve böyle bakınca; iş güvencesinin, işyeri güvencesine dönüşmesini yadırgamamak gerekiyor.
Sendika.org - İstanbul
05 September 2003, Friday
Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu, Türkiye’deki yapısal toplumsal dönüşümleri, yeni liberal politikaları ve sonuçlarını, İş Yasası’ndaki düzenlemeleri ve sonuçlarını açıkladı.
Yeni liberalizmle birlikte "sosyal devlet" anlayışının fiilen ortadan kalktığını, uygulamada sadece sermayenin ihtiyaçlarının göz önüne alındığını ve iş güvencesinin giderek işyeri güvencesine dönüştüğünü savunan Müftüoğlu’nun görüşleri şöyle:
1980’den günümüze Türkiye’de önemli yapısal-toplumsal dönüşümler gerçekleşiyor. Günlük yaşantımızı ve çalışma yaşamını tepeden tırnağa değiştiren tüm bu değişiklikler, söylendiği gibi küreselleşmenin bir sonucu mudur? Bu süreçten olumsuz etkilenen toplumsal kesimler üzerindeki sonuçları nedir?
Türkiye’de 1980’li yıllar ile başlayan değişim ve yeniden yapılanma süreci esas olarak, 24 Ocak Kararları ile uygulamaya konulmuş ve 12 Eylül darbesinin hazırlamış olduğu koşullar içerisinden fiilen yaşama geçirilmiştir.
24 Ocak Kararları ile getirilmek istenen, kapitalist sistemin 1970’li yılların başlarında içine girmiş olduğu krizden çıkışın çaresi olarak kabul gören yeni-liberal politikaların Türkiye’de uygulanmasıdır.
Ancak, 1980 yılının siyasal ve toplumsal yapısı içerisinde, başta işçi sınıfı olmak üzere hemen tüm toplum kesimlerindeki politik duyarlılık, sermaye dışı toplum kesimleri için bir çok kazanımın geri alınmasını ifade eden, yeni liberal politikaların yaşama geçirilmesini engellemiştir.
Bu nedenle, 24 Ocak Kararlarının üzerinden henüz sekiz ay geçmişken, 12 Eylül darbesi gelmiştir. 12 Eylül darbesi ile birlikte, başta sendikal hareket olmak üzere tüm toplumsal muhalefet en sert biçimde baskı altına alınmıştır. Başta Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve DİSK’e bağlı sendikalar olmak üzere bir çok sendika kapatılmış ve sendikacılar mahkum edilmiştir. Sendikalar dışında toplumsal muhalefete öncülük yapan sol parti ve örgütler de yine sendikaların ve sendikacıların akıbetine uğramıştır.
Bu baskı ortamı içerisinde de uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda bu yeni liberal değişim süreci yaşama geçirilmiştir.
Kapitalist sistemde yeni bir birikim modelini de ifade eden yeni liberalizmin temel hedefi: Üretimin yeniden biçimlenmesi bağlamında, uluslararası pazarın genişlemesi ve ihracatın arttırılması, artık değeri yükseltmek üzere ucuz işgücü bölgeleri bulunması, emek sürecinde verimliliği arttıracak yeni örgütlenme biçimleri ve teknolojik değişiklikler ile yeni üretim alanları bulmak gibi yeniden yapılanma olarak da nitelenebilecek çabaların ön plana çıkartılmasıdır.
Yeni liberal politikaların uygulanması ile birlikte, sermayenin küreselleşmesi, yoğun teknolojik değişim, üretim tekniklerinin yeniden organize edilmesi ve finansal yeniden yapılanmayı içeren bir uyum sürecine girilmiştir. Böylelikle de kapitalist girişimin yeni hedefi olan üretim sistemlerinde esneklik büyük önem kazanmıştır.
Üretim sistemlerinin esnekliği, çalışma ilişkilerinde emekçilerin yüz yıllar süren mücadeleleri sonucunda elde edilmiş olan bir çok kazanımın ortadan kaldırılması ve emek sürecinde kontrolün bütünüyle sermaye sahibinin eline geçmesi anlamını taşımaktadır.
Öte yandan, üretim sistemlerinin esnekleşmesi ile birlikte, emeğin ve istihdamın yapısı da önemli biçimde değişmektedir.
Bu bağlamda, aynı işyerinde aynı işi yapan işçiler, farklı çalışma statülerinde (örneğin; kısmi süreli çalışanlar, çağrı üzerine çalışanlar, sözleşmeli çalışanlar vb), farklı çalışma sürelerinde çalışmaktadır. Öte yandan, performans değerlendirme gibi sistemlerle, emekçiler birbirleri ile rekabet içerisine sokulmaktadır. Tüm bunlar, işçi sınıfının kendi içinde tabakalaşmasına neden olmaktadır.
Bu da işçilerin birlik ve dayanışmasının azalmasına dolayısı ile de sendikal örgütlenmenin azalmasına neden olmaktadır. Örgütlenmenin azalması ile güç kaybeden sendikalar ise işçi sınıfı hareketinin daha da zayıflaması anlamına gelmektedir.
İşte, önümüze "çağdaşlaşma" olarak getirilen koşulların temel amacı, emek sürecinde artı değeri, yani sömürü düzeyini daha da arttırmaktır. Böylece, sermaye merkezileşerek büyürken emekçiler, sürekli işsizlik tehdidi altında daha fazla yoksullaşacaklardır.
4857 sayılı İş Kanunu işverenler tarafından "çağdaş bir yasa" olarak değerlendirilmektedir. Eylem ve etkinliklerle karşı duruşu örgütleyen sendikalar ise çağdaş olmamakla suçlanmaktadır. İş kanunundaki güçsüzü koruma felsefesinin terk edilmesini çağdaşlık olarak adlandırmak mümkün müdür?
Sermaye dışı toplum kesimlerinin aleyhine olan diğer düzenlemeler gibi 4857 sayılı Kanunun hazırlık ve yasama sürecinde de "çağdaşlık" kavramı kullanıldı. Eğer, uluslararası sermayenin yönettiği ve yönlendirdiği kurumların (DTÖ-Dünya Ticaret Örgütü, IMF-Uluslararası Para Fonu, DB-Dünya Bankası, AB-Avrupa Birliği vb.) kendi çıkarları doğrultusunda tasarladıkları "dünya düzenini" kayıtsız şartsız benimsiyorsanız, getirilen düzenlemeleri "çağdaşlık" olarak kabul edebilirsiniz.
Bu bağlamda, diğer sorunuzda da değinmeğe çalıştığım gibi emek sürecinde ve buna bağlı olarak da tüm toplumsal düzende kontrolün tamamen sermayenin eline geçmesini, sömürü düzeninin daha da artmasını, işsizliğin, yoksulluğun ve açlığın daha da yaygınlaşmasını "çağdaşlık" olarak görebilirsiniz.
Çalışma yaşamını bütünüyle esnekleştiren yeni İş Kanunu’nu işveren kesimi ve onun yandaşları "çağdaşlık" olarak gördüler. Bana kalırsa bunda da çok haklılardı. Gerçekten, bu yasanın işverenlere sağlayacağı çıkarları düşününce "çağdaşlık" kavramı bile yetersiz kalır.
Ama emekçiler ve emekten yana olan kesimler için bu yasal düzenleme "çağdaşlık" değil, tam anlamıyla "çağdışı"lıktır. Çünkü bu yasa ile getirilen, emekçilerin 19. Yüzyıl koşullarından çok daha kötü şartlarda çalıştırılmaya mahkum edilecekleri anlamını taşımaktadır. Yani emekçiler için bu yasalar iki yüzyıl geriye dönüş demektir.
Emekçiler için böylesine olumsuz olan bir yasanın çıkartılmasına karşı sendikaların almış oldukları tavrı çağdaş olmamak diye değerlendiremeyiz tabii ki. Böyle bir yasaya en etkin biçimde karşı koymak işçi sınıfının temsilcisi olan sendikaların en önde gelen görevidir.
İş Kanunun çıkartılma sürecinde sendikaların konumunu değerlendirmek gerekirse, burada söylenecek çağdaş olmamak üzerinden değil, tam aksine sendikaların yasaya karşı yeterli muhalefeti gösteremedikleri üzerinden olmalıdır.
657 sayılı yasa ile çalışma koşulları düzenlenen memurların önemli bir bölümü, İş Kanundaki değişikliklerle eş zamanlı olarak getirilmek istenen yeni "kamu personel rejimi" ile işçi ve sözleşmeli personel statüsüne geçirilmek istenmektedir. Bu yasal düzenlemeler ile nasıl bir çalışma yaşamı hedeflenmektedir?
Yeni liberalizm bir taraftan üretim süreçlerinde esnekliği getirirken, diğer taraftan da "sosyal devlet" olgusunu ortadan kaldırmakta ve kamu hizmetlerinin bütünüyle piyasalaşmasını öngörmektedir. Bu bağlamda, kamu eliyle sunulan üretim ve hizmetin hiçbir farkı kalmamakta ve kapitalist emek sürecinin tüm kuralları kamu emekçileri için de geçerli olmaktadır. İşte bu nedenle, kamu hizmetlerinin sunumunda geçerli olan emek süreci de esnekleştirilmektedir.
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 1475 sayılı İş Kanunu gibi fordist üretim sisteminin ve sosyal devlet anlayışının geçerli olduğu bir dönemde çıkartılmıştır. Bu nedenle, 657 sayılı yasa, kapsamında yer alan emekçiler için oldukça gelişmiş düzeyde iş güvencesi sağlamaktadır. Bu da yeni liberalizmin öngördüğü çalışma koşulları için oldukça "katı" olarak görülmektedir.
Bu katılığın ortadan kaldırılması ve kamu hizmeti sunanların da diğer emekçiler için gerçekleştirilen düzenlemelere tabi olması hedeflenmektedir. İşte bu nedenle, IMF, Dünya Bankası ve AB’nin de dayatmaları ile kamuda çalışmayı esnekleştirmeyi içeren "kamu personel rejimi" en kısa sürede yasalaştırılacaktır.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu, 4857 Kanunun kabulünün ardından yaptığı konuşmada, yasanın "Ne bir kölelik yasası ne de angarya yasası" olduğunu bildirerek, "Bu yasa, dünyadaki gelişmelere Türk çalışma mevzuatının uyarlanmasıdır" dedi. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
Sayın Bakan’ın, bu yasa ile Türk çalışma mevzuatının dünyadaki gelişmelere uyarlandığı yönündeki düşüncesine katılıyorum. İlk sorunuzda da belirtmeye çalıştığım gibi bugün getirilen düzenlemeler, 1970’lerden bu yana kapitalist ekonomilerde uygulana gelen politikaların bir parçasıdır. Bu nedenle yasanın; kapitalist sistemin uluslararası örgütlerinin ikili ya da çok taraflı sözleşmeler yoluyla dayattığı koşullarda, Türkiye’nin kapitalist sisteme uyumunu hedeflediğini söylemek yanlış değildir.
Ancak, Bakan’ın bu yasanın bir kölelik yasası olmadığı yönündeki düşüncesine katılmıyorum. Zira, daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi bu yasa, çalışma yaşamını, "vahşi kapitalizm" olarak tanımlanan döneme geri götürmektedir. İşsizliğin, yoksulluğun giderek yaygınlaştığı günümüzde yasa ile getirilen düzenlemeler, emekçileri bütünüyle sermayeye bağımlı hale getirecektir. Bunu da "kölelik" dışında başka bir kavramla tanımlayamayız. Hatta, ilk çağlarda sahiplerin kölelerin ve ailelerinin korunmasından da sorumlu olduğu düşünüldüğünde, mevcut düzenin kölelikten daha da kötü koşulları getirdiğini söylemek abartılı olmayacaktır.
Çalışanların son yirmi yıldır en önem verdikleri talep olan iş güvencesinin, Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı biçimde tüm çalışanları kapsayan bir hak olmaktan çıkarılarak etkisiz kılınması, "iş güvencesi" yerine "işyeri güvencesinin" alternatifi haline getirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Daha önce de söylediğim gibi yeni liberalizmle birlikte "sosyal devlet" anlayışı fiilen ortadan kalkmıştır. Anayasa’da "sosyal devlet" kavramının yer alması hiçbir şey ifade etmez. Kaldı ki yakın bir zaman da Anayasa’dan bu ifadenin bütünüyle kaldırılması da sürpriz olmaz. Artık uygulamada olan tek bir Anayasa vardır, o da sermayenin ihtiyaçlarıdır. 1980’den bu yana tüm hükümetler bu Anayasa’nın gereklerini yerine getirmektedir. Böyle bakınca, iş güvencesinin, işyeri güvencesine dönüşmesini de yadırgamamak gerekir. (BB)

Esas Soru: Neden Yoksulluk Var?

Esas Soru: Neden Yoksulluk Var?
BM dünyada 2,5 milyar yoksul var; yoksulluk insan haklarının ihlali; çözüm kalkınma için küresel ortaklıkta diyor. Yrd. Doç. Dr. Müftüoğlu: Yoksulluğu tüketimle hesaplıyorlar. Sosyal yardım yoksulluğu yok edemez. Esas soru: İnsanlar neden yoksullar?
BİA Haber Merkezi - İstanbul
17 October 2006, Tuesday
Tolga KORKUT - tolgakorkut@bianet.org
17 Ekim, "Dünya Yoksulluğun Yok Edilmesi Günü". Dünya Bankası'nın genel ölçütlerine göre, günde 2 doların altında geliri olanlar yoksul, 1 doların altında kalanlarsa "mutlak" veya "aşırı" yoksul sayılıyor. Haberlerde sıkça rastladığımız "yoksulluk sınırı" ve "açlık sınırı" ölçütleri, işte bu rakamlar.
Ancak, Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi Bölümü'nden Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu, hem yoksulluğun ölçülmesiyle ilgili bu ölçütlerin hem de "yoksulluğu giderme/azaltma" söyleminin kendisinin yoksulluğun asıl nedenlerini gizlediğine dikkat çekiyor.
"Bu modelde esas dert, kişiler için 'tüketim yapabiliyor mu, yapamıyor mu' sorusunun sorulması. Yoksulluk kapitalizmin tüketimi üzerinden hesaplanıyor."
Müftüoğlu'na göre, esas soru: "İnsanlar neden yoksullar?"
"Yoksulluğun giderilmesi söylemiyle kapitalizmin gelir dengesizliklerinin, esas olan sınıfsal sorunun üzeri örtülüyor. Yoksulluğun esas nedeni kapitalist üretim ilişkileri. Sınıflar arası, ülkeler arası dengesizlikler. Birileri zengin olduğu için, diğerleri yoksul oluyor; bu da savaşlarla ve baskılarla sürekli kılınıyor."
2,5 milyar yoksul
Mevcut ölçütlere göre bile, dünyanın yoksulluk tablosu korkunç.
* Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın (UNDP) 2006 raporuna göre, dünyada 2,5 milyar insan günlük 2 dolar gelir düzeyinin altında yaşıyor; yani yoksul.
* Bu kesim, dünya nüfusunun yüzde 40'ını oluşturuyor ama, dünyanın toplam gelirinin yüzde 5'ini alabiliyor.
* En zengin yüzde 10'sa, toplam gelirin yüzde 54'üne sahip.
* 850 milyon kişi açlık ve kötü beslenmeyle karşı karşıya.
* 1,1 milyar kişi, temiz içme suyuna erişemiyor.
* Saatte 1.200 çocuk, önlenebilir hastalıklar nedeniyle ölüyor.
Bu durum, bir süre önce bianet'in konuştuğu Kübalı ekonomist Osvaldo Martinez'in söylediklerini anımsatıyor. "Çılgınlık bu. Dünya yılda 1 trilyon doları silahlanmaya, 1 trilyon doları da reklama harcıyor."
Yoksulluk ne demek?
Birleşmiş Milletler Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar Komitesi, yoksulluğu 2001'de şöyle tanımlıyordu:
"... yoksulluk, yeterli bir yaşam standardının yanı sıra diğer medeni, kültürel ekonomik, siyasi ve sosyal haklar için gerekli olan kaynaklardan, yetilerden, seçilerden, güvenlikten ve güçten sürekli ya da kronik olarak yoksun kalmakla karakterize olan durum olarak tanımlanabilir."
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan'ın bu konu üzerindeki raporu da, "Yoksulluğun bir insan hakları ihlali" olduğunu söylüyor ve bedensel bütünlükten adalete erişime, insanca çalışmaktan beslenme, eğitim ve barınma hakkına kadar temel insan haklarının ihlaliyle doğrudan bağlantılı olduğunu belirtiyor.
Annan, bu yılki mesajında da, çözümün "kalkınma"da olduğuna işaret edip, herkesi "kalkınma için küresel ortaklığa" çağırıyor.
Müftüoğlu: Kapitalizmin ürettiği yoksulluğa ihtiyacı var
Ancak Müftüoğlu, bütün bu yaklaşımın esas sorunun üzerini örttüğünü vurguluyor ve şöyle açıklıyor:
"Yoksullukla ilgili yaklaşım 'insanlar ne kadar tüketir' sorusundan değil, 'insanca yaşamak için gerekenleri karşılayacak gelir' bakışından hareket etmeli. Dünyada varolan kaynakları kimileri daha çok kullanıyor. Bunu da ellerindeki gücü kullanarak yapıyor. Sermaye artı değer elde ederken, elde ettiklerinin çok küçük kısmını diğer insanlara veriyor. Kapitalist üretim biçimi bu yapıya ihtiyaç duyuyor.
"Sistem yoksul yaratıyor. Ardından kendi meşruiyetini kaybetmemek, bunun sorgulanmasını engellemek için de 'yoksullukla mücadele' gibi şirin görünen yollara başvuruyor. Kaynaklar temel hizmetlere ayrılmaz, sağlık, eğitim hizmetleri paralı hale getirilir, sosyal haklar hızla sermayedarların dışındakilerin ellerinden alınırken, 'sosyal sorumluluk projeleri' uygulamak, kapitalizm öncesinin, Ortaçağ'ın yöntemi."
Müftüoğlu, devletlerin payına da değiniyor.
"Burjuva demokrasisi de bu ilişkileri koruyan yapıda örgütleniyor. Devlet bu sürecin koruyucusu halinde. Sonuçta ortadan kaldırılamaz, sürekli yoksullukla karşı karşıyayız. Kapitalizm buna ihtiyaç duyuyor; çünkü sermaye birikimi elde ediyorsanız, bunu ancak başkalarının paylarından, kaynaklardaki paylarından elde ederseniz."
Bu dünya hepimize yeter
Dünyadaki kaynaklarsa, "her şeye rağmen" yoksulluğun olmayacağı bir yaşam için yeterli Müftüoğlu'na göre.
"İnsanların çok daha az zaman çalışarak, rahat, insanca yaşayabileceği, kimsenin açlıktan, susuzluktan ölmediği bir yaşam için, dünyadaki kaynaklar -düşüncesizce kullanılmalarına karşın- hâlâ yeterli."
"Sosyal yardımla yoksulluk önlenemez"
Büyük ölçüde Dünya Bankası'nın önerileriyle ortaya çıkan "yoksullukla mücadele" yöntemlerinin orta ve uzun vadede çözüm üretmediğini söylüyor Müftüoğlu. Bu yıl mikrokredi projeleriyle Nobel Barış Ödülü'nü alan Bangladeşli Muhammed Yunus'un projesini de aynı kapsamda değerlendiriyor.
"Bu da gerçekçi bir teori değil. Çünkü, temel itibarıyla yardım, sosyal yardım mekanizmasına dönüştürüldükçe yoksullukla mücadele mümkün değil."
Türkiye'de resmi rakamın çok daha üzerinde yoksul var
Müftüoğlu, yoksulluğun en açık sonuçlarının toplumsal alanda şiddet olduğuna dikkat çekiyor. "Kemal Derviş Türkiye'ye geldiğinde 'canlı bombalara dikkat edin' diyor. Trajikomik bir durum bu. Asıl soru şu olmalı: Peki bu canlı bombalar niye ortaya çıkıyor? Sokağa itilmiş çocuklar, kapkaç niye var? Çünkü bütün bunların temelinde yoksulluk var.
"Bütün bunları önlemek içinse 'güvenlik toplumu' ideolojisi yerleştiriliyor. Kimsenin toplumsal sorunları düzeltmeye niyeti yok."
Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) 2004 verilerine ve Dünya Bankası ölçütlerine göre yaptığı çalışma, Türkiye'de yaklaşık bir milyon kişinin açlık sınırının, yaklaşık 18 milyon kişinin de yoksulluk sınırının altında yaşadığını saptıyor. Burada, yoksulluk için günde 4 dolar gelir eşik olarak kabul ediliyor.
Ancak, iktisatçı Mustafa Sönmez, bianet'te Mart 2006'da yayınlanan yazısında, bu çalışmanın "kamuflaja ve saptırmaya" dayandığını söylüyor, Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (TÜRK-İŞ) ihtiyaçlar üzerinden yaptığı çalışmanın çok daha inandırıcı olduğuna işaret ediyordu.
"Demek ki, Dünya Bankası ölçütlerini kullanınca hem aç nüfus hem de yoksul nüfus, olandan daha az gösterilmiş oluyor. Hem de açlarda en az 2 milyon, yoksullarda 10 milyon az!.."
Sönmez, ayrıca, resmi rakamlara göre "yoksul kesim"e bütçeden ayrılan payın da yalnızca yüzde 1 olduğuna da dikkat çekiyordu.
Müftüoğlu: Solun yeniden analize ihtiyacı var
Müftüoğlu, böyle bir durumda en kritik olanın, solun kapitalizmle ilgili analizi olduğunu söylüyor.
"Emek örgütlerinin, sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin, meslek örgütlerinin, sol siyasi partilerin işin temelinin nereden kaynaklandığına bakması gerekiyor ki, politika üretilebilsin.
"'Sistem nasıl işliyor'u, kapitalist sistemin hangi aşamasında olduğumuzu, hangi ilişkilerin geçerli olduğunu, yoksulluğun, güvencesiz çalışmanın, işsizliğin ana kaynağının konuşulması gerek ki, çözüm önerisi konuşulabilsin.
"Çünkü karşı tarafta çok ciddi bir sermaye sınıfı var. Geniş egemenliğe sahip. Yasaları, kuralları sınıf birlikteliği içinde gerçekleştiriyor. Emek kesimiyse, cinsiyet, etnik köken, din, işkolu yüzünden parçalanmış durumda."
Sonuçta, -şaşırtıcı ama- Brezilyalı Başpiskopos Helder Passoa Camara'nın sözü geliyor akla.
"Yoksullara yiyecek verdiğimde, bana aziz diyorlar. Yoksullara neden yiyecekleri olmadığını sorduğumda, bana komünist diyorlar." (TK)

Emekçiler Ayaklandı, Sıra Sendikalarda!


Emekçiler Ayaklandı, Sıra Sendikalarda!
Yrd. Doç. Dr. Müftüoğlu "Yeni liberal politikaların zararını günlük hayatında hisseden emekçiler sendikaları eyleme sürükledi" dedi. "Kalıcı bir dönüşüm için şimdi sendikaların sınıf karakterini hatırlaması buna uygun stratejiler önermesi gerek."
BİA Haber Merkezi - İstanbul
08 April 2008, Tuesday
Erhan ÜSTÜNDAĞ
"Yeni liberal yapılanmanın verdiği zararı günlük yaşamlarında hissetmeye başlayan emekçiler sendikaların önünde gidiyor. Sendikalar sermayeyle uzlaşmayı bir kenara bırakıp sınıf karakterini öne çıkaran politikalar oluşturursa, 1 Mayıs'a giderken yükselen emek hareketi kalıcı bir dönüşüme yol açabilir."
Marmara Üniversitesi, Çalışma Ekonomisi Bölümü'nden Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu son dönemde özellikle sosyal güvenlik reformu tasarısına karşı yükselen emekçi hareketini ve sendikaların tavrını böyle değerlendirdi.
Yükselen emek hareketi
Emek Platformu, Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) tasarısının geri çekilmesi için 14 Mart'ta tüm Türkiye'de eyleme gitti.
Bunun ardından hükümet geri adım atarken Platform içinde de özellikle Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) Genel Merkezi "uzlaşma"yı öne çıkararak bir ayrışmaya yol açtı.
Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve meslek örgütleriyse taleplerinde ısrar ederek 1 ve 6 Nisan'da yeniden eyleme gitti. Bu eylemlere Türk-İş'e bağlı 10 kadar sendika da destek verdi.
Bugün bir açıklama yapan Türk-İş, DİSK ve KESK yöneticileri 1 Mayıs'ı Taksim Meydanı'nda kutlayacaklarını söyledi ve öne çıkaracakları talepleri sıraladı.
Müftüoğlu, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) uyguladığı liberal politikaların uzun zamandır gündemde olduğunu fakat sendikaların buna karşı bir hazırlık yapmadığını söyledi.
"Şimdiyse tabandan gelen tepkilere dayanamadılar ve bu süreci yönetmek zorunda kaldılar."
"Türk-İş yönetimi taban baskısıyla karşılaştı"
Müftüoğlu, hükümetinse kendi hazırlığını yaptığını, Türk-İş'in Aralık 2007'de yapılan genel kurulunda kendisine yakın bir yönetimin göreve gelmesini sağladığını hatırlattı.
14 Mart eylemine Türk-İş'in verdiği desteğin taban baskısının sonucun olduğunu belirten Müftüoğlu, hemen ardından sendika yöneticilerinin tavır değiştirerek işveren örgütlerinin "sağduyu çağrısı"na katıldığını vurguladı.
6 Nisan'da özellikle konfederasyona üye Petrol-İş, Harb-İş gibi sendikaların yönetime rağmen sokağa çıkmasıysa yeniden baskı oluşturdu.
"Kalıcı bir dönüşüm mümkün"
Müftüoğlu, bu hareketlenmenin 1 Mayıs ve sonrasında da sürerek kalıcı olmasının mümkün olduğunu düşünüyor.
Ana sebep, emek karşıtı politikaların, dolayısıyla buna yönelik tepkinin devam edecek olması. Dünyada da benzer bir sürecin yürüdüğünü söyleyen Müftüoğlu, iki yıldır grevlerin sürdüğü ve geçtiğimiz günlerde yarım milyon işçinin yürüdüğü Mısır örneğini veriyor.
Fakat bunun bir dönüşüme yol açabilmesi için sendikaların "işçi hareketini sınıfsal bir reflekse dönüştürecek politikaları, stratejileri üretmesi" gerek.
Aksi takdirde, şimdi yükselen emek hareketi yüz binlerce işçinin sokağa çıktığı 1989 Bahar Eylemleri gibi sönümlenebilir.
"Eğer sendikalar günübirlik uzlaşmalar aramaya kalkarsa, o beklenen esas kalkışma bir süre daha ertelenebilir."(EÜ)

YENİ LİBERAL DÖNÜŞÜM SÜRECİ VE SOSYAL POLİTİKA

Karl Polanyi, liberal ekonomi politikalarının başarısızlığını 19. yüzyıl uygarlığının çöküşü olarak tanımlıyor ve geniş toplum kesimlerinin liberalizm uygulamalarıyla içine düştüğü sefaletin piyasa ekonomisinin sona ermesiyle ortadan kalkacağını söylüyordu. Ona göre; düzenlenmiş bir kapitalizmde sanayi toplumunun sağladığı olanaklar, liberal demokraside varolan insan ve yurttaş hakları ile birleştiğinde eşi görülmemiş bir özgürlük dönemi mümkün olabilirdi (Polanyi, 341). Polanyi, bu görüşleri 1944’te yayınladığı Büyük Dönüşüm adlı kitabında dillendirmişti. 1944, geçekten de kapitalizmin bir döneminin kapanıp yeni bir döneminin başladığı diğer bir ifade ile kapitalizmin tarih boyunca yaşadığı en büyük dönüşümün arifesiydi. Hemen birkaç yıl sonra büyük savaş sona ermiş ve savaşın yaralarının sarıldığı kısa bir dönemin ardından büyük dönüşüm başlamıştı.

Kapitalist sistem içerisindeki bu büyük dönüşümün elbette bir çok gerekçesi vardır ve dönüşüm sürecinin başlangıcı aslında, Polanyi’nin 19. yüzyıl uygarlığı olarak tanımladığı dönemle birlikte başlamıştır. Daha açık bir ifadeyle, sanayi devrimi ile birlikte, ekonomik sistem üzerinde egemen hale gelen kapitalist üretim tarzına içkin çelişkiler, büyük dönüşüme neden olan koşulların da yaratıcısı olmuştur. Bu bağlamda, buharın üretimde kullanılmasıyla birlikte fabrika düzenine geçilmesi bir yandan lonca sisteminin dağılmasına neden olurken diğer yandan da kentlere göçü arttırmıştır. Elbette değişen sadece üretim sistemi değildir, üretim sistemiyle birlikte toplumsal yapı ve toplumsal ilişkiler de tarihte görülmemiş biçimde değişmeye başlamıştır.

18. yüzyıl ortalarından itibaren başlayan sanayileşme ile birlikte ortaya çıkan toplumsal değişim, sosyal anlamda güvencenin kaynağının soyluluk yerine mülkiyet sahipliği temeline oturmasını sağlamıştır. Mülkiyet, bireyin kendisi için varolabilmesini ve bir başkasının merhametine bağlı kalmadan yaşamını güvence içerisinde sürdürebilmesinin temel dayanağıdır. Mülkiyet, bireye hastalık, kaza, çalışamayacak duruma düşme gibi yaşamın talihsizlikleri ile baş etme güvencesi sağladığı gibi bağımsız yurttaş olarak kabul görmesini de sağlamaktadır. Ancak tüm bunların varlığı, mülk sahibinin mülkiyetinden kaynaklanan bu ayrıcalıkları kullanması için yeterli değildir. Mülk sahibinin, kendi girişimlerini geliştirebilme (yani yeni mülkler edinme) ve mülkiyetin sağladığı üründen huzur içinde yararlanma özgürlüğüne de sahip olması gerekmektedir. Bunun için gerekli olan mekanizma ise “devlet”tir (Castel, 21) .

Mülk sahiplerinin ihtiyaç duyduğu devlet modeline Fransız İhtilali ile ulaşılmıştır. “Modern” olarak da tanımlanan bu devlet, kamu düzeninin bekçisi, bireylerin hak ve mülkiyetinin teminatı olma işlevi üzerine yoğunlaşan bir hukuk devletidir. Bu devlet, toplumun ekonomi ve diğer alanlarına müdahale etmekten uzak duran ama kişinin ve haklarının bütünlüğünü savunmada sert ve mülkiyet düşmanlarına karşı acımasızdır (Castel, 22).

1789 yılında kabul edilen, 1791 tarihli Fransız Anayasası’na önsöz olarak eklenen ve burjuva demokrasisinin temel ilkeleri olarak da kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, mülkiyeti temel alan devlet anlayışının en önemli belgesi niteliğindedir. Bildirge’de mülkiyet, kutsal bir hak olarak kabul edilmiş ve mülkiyet edinimi ve mülkiyetin kullanım özgürlüğü teminat altına alınmıştır.

Fransız İhtilali ile şekillenen liberal ideoloji, özellikle 19 yüzyılın başlarında, bireylerin hem hukuk devletine dayalı olarak güvenliklerini, hem de özel mülkiyete dayalı sosyal güvencelerini sağlama iddiasındadır. Bu ideolojiye göre mülkiyet, bireylerin bağımsızlığını koruduğu gibi, onları yaşamın risklerine karşı da güvence altına alacak en yetkin kurumdur. Mülk sahibi bireyler, devletin sağladığı yasal güvence içerisinde kendi olanakları ile korunabilirler. Böylece, mülk sahipleri için sosyal güvenlik kesin olarak sağlanmış olmaktadır.

Mülkiyet sahiplerinin sosyal güvenlik hakkını, burjuva devleti sayesinde bütünüyle teminat altına alan liberal ideoloji, mülk sahibi olmayan kesimlerin güvenlik sorunsalına karşı bütünüyle ilgisiz kalmıştır. Dahası, mülksüz kesimlerin yaşamlarını sürdürebilecekleri kadar bir yardımı düzenlemeye yönelik girişimler bile engellenmiş ve bu kesim için “ahlaktan yoksun, beceriksiz iki ayaklılar sürüsü” gibi nitelendirmeler yapılmıştır(Castel, 32).

Oysa, gerek sanayi devrimi ile birlikte egemen olan kapitalist üretim tarzı, gerekse liberal devlet anlayışı, ekonomik ve toplumsal yapıda büyük bir değişime neden olmuştur. Bu değişimin en temel nedeni kapitalist üretim tarzının üretimde emek ile sermaye arasındaki ayrımı daha da keskinleştirmesidir. Emekle sermayeyi arasındaki ayrımın keskinleşmesinde en temel neden emeğin metalaşmış olması yani, emek gücü haline gelmesidir. Emeğin metalaşması, bir piyasa mekanizması içinde satılması ve karşılığında emek gücü sahibinin ücret elde etmesi anlamına gelmektedir. Bu, emek gücünün alınıp satılamadığı durumda diğer metalar gibi ortadan kalkma sonucunu da beraberinde getirmektedir. Ancak, emek gücünün sahibi insandır ve onun emek gücünü satamayarak ortadan kalkması, yaşamını sürdüremeyeceği anlamına gelir(Arın 2002, 69). Kapitalist sistemin en temel çelişkisi olarak da nitelendirebileceğimiz, emek gücünün ve dolayısı ile onun sahibi olan insanın metalaştırılması, sanayi devriminin ilk yıllarından itibaren yedek işçi ordusu yaratma amacına da uygun olarak yaygınlaşmaya başlamıştır. Yedek işçi ordusu, emeğin birbiri ile rekabetini yaratarak, emek maliyetini yani, ücretleri düşürmenin temel yolu olarak görülmüştür. Yedek işçi ordusunun yaygınlaşması, emek gücünün önemli bir kısmının meta dahi olamamasını yani, yaşamlarını sürdürecek bir gelire ulaşmaktan yoksun kalmaları sonucunu ortaya çıkartmıştır. Bu süreçte bir taraftan önemli bir sermaye birikimi yaratılırken, diğer taraftan, iş bulabilenler son derece kötü koşullarda çalışmayı kabullenmek zorunda kalmışlar, iş bulabilme olanağına sahip olamayanlar ise bütünüyle yoksulluğa ve sefalete sürüklenmişlerdir.

Emek gücünün metalaşması ile birlikte ortaya çıkan ve sosyal risk olarak da tanımlayabileceğimiz olgu, kapitalist üretim tarzına içkin en temel çelişki olarak ortaya çıkmaktadır. Kapitalizm, bu çelişkisini aşarak sistemin sürekliliğini sağlamak üzere, sistemin içinde emek gücünün piyasada ne yaptığına, emeğini satıp satamadığına bağlı olmaksızın yaşamını sürdürmesi için sosyal riskleri en aza indirmenin yollarının bulması gerekmiştir.

Ancak, sosyal risklere karşı bir sosyal güvence mekanizması oluşturulması kapitalizmin kendiliğinden ürettiği bir çözüm olmamıştır. Bu, büyük ölçüde kapitalizmin ortaya çıkarttığı işçileşme ile birlikte emek gücünü satamama riskleri karşısında işçilerin, var kalabilmek için sınıfsal olarak yürüttükleri mücadeleler ile gerçekleşmiştir. Diğer bir deyişle, sosyal politikaların temelini de oluşturan sosyal güvence mekanizmaları, işçi sınıfının kapitalist sistemin çelişkili ve çarpık yapısına karşı yürüttüğü yaşamda kalabilme mücadelesinin ürünü olarak kazanılmış bir sosyal hak niteliğindedir(Talas, 31) .

Sosyal politika tanımlaması içerisinde yer alan hakların tanınması ve kapsamı, kapitalist sistem içerisindeki ülkelerin sanayileşme ve buna bağlı olarak işçileşme ve sınıf bilincinin düzeyine göre farklılıklar göstermekle birlikte, benimsenmiş olan birikim rejimlerine göre de dönemsel olarak farklılık göstermektedir. Sosyal haklar içerisinde en temel olanları; insanların yaşamlarını sürdürebilmek için emek güçlerini satabilecekleri bir işe sahip olmalarını sağlamak üzere istihdam yaratmak; bireylerin piyasa koşulları içinde elde ettikleri ücretleri ile karşılayamayacakları ve bu nedenle de sosyal riske maruz kalacakları, eğitim, sağlık, konut gibi sosyal hizmetlerin karşılanması ve güvenceli bir geleceğin teminatı olarak kabul edilen sosyal güvenlik sistemidir.

Sosyal güvenlik konusunda ilk kurumsal düzenleme, sosyalist akımların merkezi durumunda bulunan Almanya’da gerçekleştirilmiştir. Almanya’da Bismarck, işçi sınıfından gelen yoğun tehditler karşısında, sosyalizmin etkisini azaltmak ve işçi sınıfını sistemle bütünleştirmek amacıyla, bir taraftan geleneksel baskı politikasını uygularken (sosyalist partileri kapatmak, dernek kurmayı yasaklamak vs.), diğer taraftan devlete sosyal bir nitelik kazandırmaya çalışmıştır. Bu bağlamda, 1883’te hastalık sigortası, 1884’te kaza sigortası, 1889’da emeklilik sigortasını yürürlüğe koymuştur(Sosyalizm Ansiklopedisi, 307).

Engels’in “burjuvanın isteklerini burjuvaya özgü olmayan yollarla gerçekleştirdi” sözleriyle açıkladığı Bismarck’ın bu uygulamaları, önceleri diğer ülkeler tarafından benimsenmemiştir. Ancak, Almanya’daki uygulamaların işçi sınıfının bu tepkisini azalttığı ve reform yanlısı sosyal demokratlarca da desteklendiği görülünce diğer ülkeler tarafından da benimsenmiş ve sosyal güvenlik uygulamaları yaygınlaşmıştır(Güzel-Okur, 17).

Sosyal güvenlik uygulamalarının yaygınlaşması ve mülk sahibi olmayan halk kesimlerine de siyasi hakların tanınması özellikle, sanayileşmiş Avrupa ülkelerinde işçi sınıfı mücadelelerinin etkinliğinin azalmasını sağlamıştır (Akkaya, 79). Bu süreçte 1917 Ekim Devrimi, sosyalizm tehdidini tekrar gündeme getirmiş ve özellikle, Avrupa ve ABD işçi sınıfının sosyalizme yönelmesini engellemek amacıyla sosyal haklarda yeniden bir takım iyileştirmeler sağlanmıştır.

20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar büyük ölçüde işçi sınıfının ve reel sosyalizmin tehdidi ile gelişme gösteren sosyal haklar, kapitalizmin yüzyılın başından beri yaşadığı krizlerin piyasa ekonomisini bütünüyle çökerttiği 1929 yılında yeni bir boyuta taşınmıştır. Taylorizm ve Fordizmin üretim sisteminde yaratmış olduğu büyük değişim ile gerçekleşen kitleselleşen üretim, tüketimin de kitleselleşmesini gerektirmiştir. Artık üretilen malların sadece varlıklılar tarafından değildir ve o üretimi gerçekleştiren işçiler tarafından da satın alınmasına ihtiyaç vardır. Yeni üretim ve yönetim teknikleri emek verimliliğini ve karlılığı öylesine arttırmıştı ki işçilerin ürettikleri malları satın almalarını sağlayacak bir miktar ücret artışı işletme yönetimlerince kabul edilebilir hale gelmiştir. Bu koşullar içerisinde ekonomide talebi düzenleyici politikaların uygulanması benimsenmiştir. İlk uygulamalarına ABD’de New Deal politikaları ile tanık olunan talep yönlü ekonomi politikaları, devletin ekonomiye daha etkin bir biçimde müdahale etmesini öngörmektedir. Bu bağlamda, üretim araçları büyük ölçüde devletin eline geçmekte, ayrıca devlet, talebi arttırmak üzere sosyal harcamaları yükseltmektedir.

II. Dünya Savaşının ardından özellikle merkez kapitalist ülkeler olarak da ifade edebileceğimiz erken sanayileşmiş ülkelerde sosyal güvenlik başta olmak üzere sosyal haklar, kurumsal bir yapı içerisinde düzenlenmiş ve bu haklar hukuksal olarak da teminat altına alınmıştır. Böylece devlet, mülkiyetin teminatı olmak yanında sosyal hakları da teminat altına alan “sosyal devlet” kimliğine bürünmüştür. Sosyal devlet anlayışı, gerek üretim sürecinde gerekse ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesinde sendikalar aracılığı ile işçi sınıfını da karar mekanizmalarına dahil etmiştir. Özellikle kamu işletmeciliğinin bu noktada önemli katkıları olmuştur. Zira, devletin ekonomideki etkin rolünün bir gereği olarak, benimsenen politikalar öncelikle kamu işyerlerinde uygulanmaktadır. Bu bağlamda, kamu işyerlerinde sendikal örgütlenme için son derece uygun bir ortam sağlanırken, toplu pazarlık sistemi ve sendikalar aracılığı ile işçilerin yönetime katılması sağlanmıştır.

Sosyalist rejimin tehdidi, Fordist üretim sisteminin yarattığı uygun ortam ve benimsenen sermaye birikim rejiminin gereği olarak, II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist üretim ilişkileri içerisinde emek ve sermaye arasında tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir uzlaşma yaşanmıştır. Bu uzlaşma süreci içerisinde de sendikalar, bir yandan sanayileşmiş merkez kapitalist ülkelerde üye sayılarını ve etkilerini arttırırken diğer taraftan ILO’nun da çabalarıyla yeni sanayileşen ülkelerde de yaygınlaşmıştır. Sendikaların üye sayılarındaki artış, çalışma koşullarının belirlenmesinde toplu pazarlık sisteminin de etkinliğini arttırmıştır. Toplu pazarlıklar yoluyla üretim ilişkilerindeki etkinliğini arttıran sendikalar, oluşturdukları toplumsal baskı gücü sayesinde ulusal düzeydeki karar alma mekanizmalarında da önemli etkiye sahip olmuştur. 1970’lere kadar gelen bu dönemde sendikaların da etkisiyle asgari ücret, azami çalışma saati gibi konular emeğin lehine düzenlenmiştir. Özellikle merkez kapitalist ülkelerde çalışma yaşamı ve sosyal politika alanındaki reformlarla emeğin statüsü de değişime uğramıştır. Böylece işçi sınıfı, kapitalist birikim modelindeki değişikliklerin etkisi altında, sınıf olarak kendisini yeniden oluşturmasını sağlayacak maddi olanakları elde eden ve harcayan ekonomik bir özne haline gelmiştir (Brunhoff, 1988: 398).

Sosyal devlet uygulamaları, özellikle 1950’li yılların başlarından 1970’li yıllara kadar geçen süre içerisinde etkin biçimde uygulanmıştır. Bu dönem aynı zamanda, üretimin, tüketimin ve ücretlerin en fazla yükseldiği dönem olmuştur. Kapitalizmin “altın çağı” olarak da nitelendirilen bu dönemde sosyal güvence, piyasa mantığına göre değil, ücretin toplumsallaştırılmasından yola çıkılarak oluşturulmuş ve artan refahtan toplumun çok büyük bölümünü oluşturan ücretliler de pay alabilmişlerdir (Castel, 42).

Ancak, ücretlilerin refahtan aldıkları payın göreceli bir duruma işaret ettiğini belirtmek gerekir. Çünkü söz konusu dönemde karlar da önemli ölçüde artmış ve bir çok ülkede ulusal gelirin ücretlere giden göreli payında kayda değer bir değişiklik olmamıştır (Dobb, 1992: 352). Öte yandan, sosyal güvence sorunun sosyal devlet uygulamaları ile büyük ölçüde çözülmesi, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ya da bölüştürülmesi ile olmamıştır. Dolayısıyla, ücretlilerin kendi arasında ve ücretlilerle sermaye sahipleri arasındaki gelir farklılığı son derece eşitsiz biçimde varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Bunun yanı sıra, farklı toplum kesimleri, çalışma hakkı ve sosyal güvenceyi de içeren koruyucu haklardan aynı ölçüde yararlanamamıştır. Bu nedenle de emekçi kesimler, eşitsizlikleri kabullenmişler ve eşitsizliklere karşı topluca bir mücadeleye girişmemişlerdir (Castel, 40).

II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan ve Keynesyen politikaların da etkisi ile yaklaşık 25 yıl süren toparlanma ve genişleme döneminde kapitalist ekonomiler, yüksek büyüme hızına ulaşmış, dış ticaret hacmi artmıştır. Gerek merkez, gerekse çevre kapitalist ülkelerde yaşanan bu olumlu süreç 1969, 1970 yıllarında ABD’de çıkan stagfilasyon, 1971 yılında uluslararası para sisteminin çöküşü ve 1974-1975 yıllarında dünya ekonomisindeki ani daralma ile birlikte sona ermiştir (Clarke, 404-407).

Esas olarak, merkez kapitalist ülkelerin pazar paylarını kaybetmeleri ve buna bağlı olarak da kar oranlarındaki görece düşüşten kaynaklanan bu yeni kriz, öncülüğünü Chicargo Okulundan Hayek ve M. Friedman’ın yaptığı, yeni liberal akım tarafından fordist üretim sistemi ve Keynesyen ekonomi politikalarının krizi olarak değerlendirilmiştir. Yeni liberal akıma göre, krizden çıkış diğer bir değişle sermaye birikim sürecinin yeniden canlanma koşullarının yaratılabilmesi için üretim süreçleri ve devletin ekonomideki işlevinin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Bu yeniden yapılandırmada temel hedef: Sermaye üzerinde yük olarak görülen unsurların ortadan kaldırılarak maliyetlerin minimum düzeye indirilmesidir. Sermayenin üzerinde yük olarak görülen unsurlar ise üretim sürecindeki emek maliyeti ve sosyal devletin gereği olan sosyal politikalardır. Bunun anlamı, 19. yüzyılın sonlarından itibaren işçi sınıfını uyumlaştırmak ve 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan krizi aşmak amacıyla uygulanan politikaların sonlanmasıdır. Diğer bir söyleyişle, başta sosyal güvenlik olmak üzere emekçilere verilen sosyal haklar, sermaye üzerine yük olduğu gerekçesi ile ortadan kaldırılmalı ve piyasa mekanizmasına dayalı liberal düşünce tekrar egemen hale gelmelidir.

Yeni liberalizmin krizden çıkış önerilerini daha açık olarak şu şekilde özetlemek mümkündür: Devlet ekonomiye müdahaleden vazgeçmeli, liberalizmin “laissez faire” ilkesi yani, serbest piyasa anlayışı tekrar geçerli olmalıdır; para arzındaki artış, ekonominin suni biçimde şişirilmesine engel olacak biçimde sınırlandırılmalıdır; dünya ölçeğinde meta, para ve sermaye akımlarına karşı her türlü engel ortadan kaldırılmalıdır; sermaye üzerindeki vergi yükü hafifletilmeli, devlet harcamaları yeniden bölüşümcü ve sosyal ücreti arttırıcı olmaktan çıkartılıp sermayeyi teşvik edici bir yapıya sokulmalıdır. Öte yandan, üretim sürecine ilişkin olarak azalan verimlilik, yetersiz artık değer ve azalan kar hadlerine karşı getirilen öneriler ise şunlardır: Uluslararası pazar genişletilmeli; artık değeri yükseltmek üzere ucuz emek bölgeleri bulunmalı; emek sürecinde verimliliği arttırmak üzere yeni üretim alanları bulunmalı, yeni örgütlenme biçimleri ve teknoloji geliştirilmelidir (Arın 1985, 136).

Yeni liberal politikalar, 1970’li yıllarla birlikte merkez ve çevre kapitalist ülkelerde benimsenmeye başlanmış ve uygulamaya konulmuştur. Bu bağlamda sermaye, ucuz emek bölgeleri ve yeni pazarlara yönelmiş; fabrika tipi üretim, işçi sınıfı örgütlülüğünün zayıf olduğu (ya da hiç olmadığı) küçük ve orta ölçekli işletmelere kaymış; üretimde teknolojinin yoğunluğu artmış; üretim sürecinde istihdam ve çalışma biçimleri esnekleştirilmiş; işçilerin birbirleriyle rekabetini arttırarak verimliliği yükseltmeye dayanan performansa dayalı ücret sistemi uygulanmaya başlanmıştır.

Üretim sistemlerindeki bu değişim, emeğin yapısında da değişime neden olmuş ve emekçiler arasındaki tabakalaşma artmıştır. Emeğin yapısındaki bu değişim ile emekçiler arasındaki niteliksel ve mekansal farklılıklar, sendikal örgütlenmeleri de olumsuz yönde etkilemiştir. Öte yandan, devletin ve işverenlerin sendikalara karşı tutumları sertleşmiş ve karar süreçlerine sendikaların katılımı büyük ölçüde engellenmiştir(Müftüoğlu, 266).

Bir taraftan, üretim sürecindeki değişim emekçilerin güvencesiz ve düşük ücretle çalışmalarına neden olurken, diğer taraftan örgütsüzleşme ve sendikaların etkisizleşmesi, kaybedilen hakların savunulmasını engellemiştir. Ayrıca üretimin ucuz emek bölgelerine kaydırılması, bu bölgelerdeki işçiler ile merkez ülkelerdeki işçiler arasında rekabete neden olmuş, bu da merkez kapitalist ülkelerde işsizliğin artması ve sosyal hakların geri alınmasını kolaylaştırmıştır.

Öte yandan, sermayenin emek ucuz olduğu için üretimi kaydırdığı bölgeler, sanayileşme sürecini tamamlamamış, dolayısı ile geleneksel güvence mekanizmalarının egemen olduğu ülkelerdir. Üretimin buralara kayması ile birlikte bu ülkelerde işçileşme yani, ücretli çalışan nüfus artmıştır. Buna karşılık, işçi sınıfı bilinci, örgütlenme ve sosyal haklar son derece zayıf olduğu için bu ülkelerde de güvencesizler giderek artmaktadır.

Yine aynı dönemde yeni liberalizmin, krizin diğer nedeni olarak gördüğü devletin sosyal işlevi ortadan kaldırılarak devlet, liberal ideoloji doğrultusunda yeniden yapılandırılmaya başlanmıştır. Böylece devlet, bir taraftan üretimden çekilirken diğer taraftan, sosyal devletin gereği olarak gerçekleştirdiği ve sosyal politikaları da içeren (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vd) kamu hizmetlerini ya özelleştirilmiş ya da piyasa kurallarına göre yeniden düzenlenmiştir.

1970’li yıllarla birlikte başlayan üretim sistemi ve devletin işlevlerindeki değişim, 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve özellikle 20 yüzyılın ikinci yarısında etkin biçimde uygulanan sosyal politika anlayışının büyük ölçüde aşınmasına neden olmuştur. Artık, devletin sosyal ve ekonomik düzenleyiciliği yerine yeniden piyasa ekonomisinin hakim olduğu bir anlayışa dönülmüştür. Bu dönüşüm, Polanyi’nin geniş toplum kesimlerini sefalete düşürmekle suçladığı liberal ekonomi politikalarına yeniden dönüşü de ifade etmektedir.

Sosyal devleti ve dolayısı ile sosyal politikaları aşındıran süreç, ucuz emek alanı olarak görülen kimi çevre ülkelerde hızla başlamış ve 1980’li yılların başlarında büyük ölçüde tamamlanmıştır. Sosyal devlet anlayışının kurumsallaştığı ve işçi sınıfı hareketinin halen bir güç oluşturabildiği merkez kapitalist ülkelerde ise bu süreç, 1980’lerle birlikte başlamış ve özellikle Berlin Duvarının yıkıldığı 1989 yılı sonrasında büyük bir ivme kazanmıştır.

Sosyal politika, başta ücretli çalışan emekçiler olmak üzere sermaye dışı geniş toplum kesimleri için güvenceli çalışma, güvenceli yaşama ve güvenceli gelecek sağlaması bakımından (sınırlı bir coğrafi alanda uygulanma olanağı bulabilmiş de olsa) insanlık tarihi içerisinde son derece önemli bir kazanım olmuştur. Ancak, kapitalist sistemin özü olan liberalizmden ödünler verilmesini sağlayarak elde edilen bu kazanımda etkili olan koşullar önemli ölçüde ortadan kalmıştır. Bu bağlamda, işçi sınıfı bilinci zayıflamış ve böylece sınıfsal mücadelenin sistem üzerindeki tehdidi büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Öte yandan, kapitalizme alternatif bir sistem olarak ortaya çıkan Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun dağılarak bir tehdit olmaktan çıkması da sosyal politikaları aşındıran ortamın hazırlanmasındaki etkenlerden biri olmuştur. Ayrıca, talebi düzenlemeyi önceleyen ekonomi politikalarını içeren yoğun birikim rejiminin yerini küresel rekabeti ve serbest piyasa ekonomisini temel alan yaygın birikim rejimine bırakması da yine sosyal politikalara olan gerekliliği ortadan kaldırmıştır.

Sosyal politikaların önemli ölçüde aşındığı ya da bütünüyle tasfiye edildiği ülkelerde geniş toplum kesimleri, Polanyi’nin 19. yüzyıl uygarlığı olarak tanımladığı koşullara benzer durumlarla karşılaşmaya başlamıştır. Bu bağlamda işsizlik, yoksulluk, sosyal güvencesizlik giderek artmaktadır. Sosyal politikaların aşınmasıyla ortaya çıkan bu toplumsal sorunlara karşı piyasa ekonomisinin içerisinde kalmak kaydıyla bir takım çözüm arayışlarına gidilmektedir. Bunlar içerisinde en belirleyici olanı Dünya Bankası’nın “yoksullukla mücadele”, “sermayenin sosyal sorumluluğu” ve “sosyal diyalog” ana başlıkları altında topladığı projelerdir. Dünya Bankası’nın bu projeleri Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ve Avrupa Birliği (AB) gibi uluslararası kurumlarca da benimsenmekte ve desteklenmektedir.

Sosyal politikaların yerine önerilen proje bazlı politikaların sosyal politikaların yerine getirdiği işlevleri ne ölçüde ikame edilebileceği, sosyal bilimler alanının önümüzdeki süreçte cevaplaması gereken önemli bir sorunsaldır. Eğer sosyal politikaları gerekli kılan Polanyi’nin belirttiği gibi piyasa ekonomisinin varlığı ise bir taraftan piyasa ekonomisinin kurum ve kurallarıyla yerleşmesini hedeflemiş olan DB, OECD ve AB gibi yapıların savundukları sosyal politikaları ikame edici projelerin samimiyeti ve gerçekçiliği son derece tartışmalıdır. Öte yandan, toplumsal sınıflar arasında varolan güç ilişkilerinde işçi sınıfının gücünü arttırıp, sistem üzerinde yeniden bir tehdit oluşturacak düzeye gelmeden sosyal politikaları yeniden gündeme getirmek üzere kapitalist sistemde yeniden bir düzenleme düşüncesin de gerçekleşmesi mümkün gözükmemektedir.


Kaynakça

Akkaya, Yüksel (2002) “Sosyal Güvenlik “Versus” Demokratik Uzlaşma”, Evrensel Kültür Dergisi, sayı. 130, Ekim, (78-80)

Arın, Tülay (1985) “Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz (I): Gelişmiş Kapitalizm”, Onbirinci Tez Kitap Dizisi:1, Kasım, 104-138.

Arın, Tülay (2002) “Sosyal Sigorta Değil, Sosyal Güvenlik Sistemi: Sosyal Riskler, Sosyal Haklar ve Sosyal Güvenceler” 2000’li Yıllarda Sosyal Güvenlik Sistemleri, BASİSEN Yayınları: 30, İstanbul, (67-78)

Brunhoff, S.D. (1988) “Kapitalist Bunalım ve Ekonomik Politika”, Dünya Kapitalizminin Bunalımı, der. N. Satlıgan, S. Savran, Alan Yayıncılık, İstanbul, (391-406)
Clarke, S. (1987) “Capitalist Crisis And The Rise Monetarism” , The Socialist Register, (393-427)
Dobb, M. (1992) Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler, Belge Yayınları, İstanbul.

Castel, Robert (2004) Sosyal Güvensizlik, Çev. Işık Ergüden, İletişim Yayınları, İstanbul.

Güzel, Ali – Okur, Ali Rıza (2003) Sosyal Güvenlik Hukuku, Beta Yayınevi, bası. 9, İstanbul.

Koray, Meryem (2005) Sosyal Politika, İmge Kitapevi, Ankara.

Müftüoğlu Özgür (2001) “Kapitalizmde Dönüşüm Dinamikleri ve Sendikal Kriz”, TMMOB Sanayi Kongresi 2001 Bildiriler Kitabı, Yayın no. E/2001/291, (263-269)

Müftüoğlu, Özgür (2005) “Tarihsel Süreçte Bir Parantez: “Sosyal Güvenlik Hakkı””, Toplum Hekim Dergisi, Mart-Nisan 2005, Cilt 20, Sayı 2

Müftüoğlu Özgür (2007) “Kriz ve Sendikalar”, Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar, Der. Fikret Sazak, Epos Yayınları, Ankara.

Sosyalizm Ansiklopedisi, cilt. 1, İletişim Yayınları

Talas, Cahit (1990) Toplumsal Politika, İmge Kitapevi, Ankara.


* Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi Bölümü

ÜRETİM SÜREÇLERİNDE DEĞİŞİM, ÇALIŞMA HAYATI VE SENDİKALAR

DEĞİŞİM SÜRECİNDE KAMU HİZMETLERİ VE SENDİKAL POLİTİKALAR SEMPOZYUMU (1-2 Şubat 2003 – Ankara)


Değerli kamu emekçileri hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Bu sempozyumda benim sunmam üzere belirlenmiş olan konu, bana, sempozyumun başlığını oluşturan ve bundan sonraki oturumlarda ayrıntısı ile ele alınacak konular üzerinde genel bir çerçeve çizme olanağı tanımaktadır. Bu bağlamda, önce genel olarak “değişim”in dinamiklerini ele alacağım, da sonra ise bu değişimin, Türkiye’deki yansımalarını ortaya koymaya çalışacağım. Zaman kaldığı ölçüde de fazlaca ayrıntısına girmeden bugün “kamu reformu” olarak adlandırılan değişim çabalarının, değişim süreci ile bağlantısını kurmaya çalışacağım.

Benim konumun başlığında da yer alan ‘üretim süreçlerindeki değişim’ denildiğinde, öncelikle hangi üretim süreci, neredeki üretim sürecinin söz konusu olduğuna değinmek gerekiyor. Burada hiç kuşku yok ki sözünü ettiğimiz, kapitalist sistem içerisindeki üretim sürecidir. O halde, kapitalizmde üretimin amacına öncelikle çok kısaca bir bakalım. Daha sonra da bu süreçler neden ve nasıl değişiyor, bunu biraz daha ayrıntılı olarak ele almaya çalışalım.

Kapitalist sistemde üretimin amacı, sermayedarın pazarda kar ile satması için değişim değeri üretmektir. Yani, üretim esas olarak, artı değer üretmek ve sermayenin büyümesi amacını hedefler. Bu doğrultuda sermayedar, üretim sürecinin çeşitli öğelerini satın alır, bir araya getirir ve belirli bir süre için kullanım hakkını satın aldığı emek gücünü belli bir üretim organizasyonu ile diğer öğeler üzerinde çalıştırır. Sermayedar, kapitalist sistemin doğasına uygun olarak satın aldığı emek gücünün kapasitesinden sonuna kadar yararlanmaya çalışacak, bu nedenle de emek sürecini en fazla artık değer gerçekleştirecek bir şekilde dönüştürme yollarını arayacaktır. Bu doğrultuda da sermaye, emek sürecinde işçinin işi geliştirme yöntemleri, hızı, becerileri ve bilgisini kullanma biçimlerinde tam bir denetim elde ederek, yaratılan artı değer miktarını maksimize etmeye; yani işin yoğunluğunu arttırarak emeğin verimlilik oranını yükseltmeye çaba gösterecektir. Yani, kapitalist sistemin mantığı içerisinde, kapitalist emek sürecinde çok doğal olarak sermaye sahibi, belli bir süre için satın almış olduğu emek gücünü, o zaman süresi içinde en yüksek verimlilikle çalıştırmak isteyecektir ve üretim biçiminin organizasyonunu da buna uygun bir şekilde gerçekleştirecektir.

Kapitalizmin gelişim süreci, kar hadlerinin düşmesi ve istikrarlı sermaye birikimi olanaklarının ortadan kalkarak, sistemin kendini ve yeniden üretimi tehdit etmesi ile yine sistemin yapısal değişimler ve sermaye birikiminin yeniden canlanma koşullarını yaratması süreçlerine bağlı olarak dönüşüm içerisindedir. Bu dönüşüm süreçlerinde kapitalist sistem, farklı ihtiyaçlar, farklı konumlanmalar içerisinde bulunmuştur ve buna dönük olarak da üretim süreçlerini kendi ihtiyaçları, diğer bir söyleyişle, sermayenin dönemsel gereksinimleri dolayımında belirlemeyi amaçlamıştır. Üretim süreçlerinin yanı sıra, devletin ekonomideki yeri ve rolü de yine kapitalist sistemin dönüşüm süreçlerine bağlı olarak, sermayenin gereksinimleri doğrultusunda yeniden biçimlenmiştir.

1929 Dünya ekonomik krizi ile birlikte, kapitalist sistemin sermaye birikimini yeniden istikrarlı bir yapıya oturtabilmesi için talep yaratıcı politikalara gereksinim ortaya çıkmıştır. Bu gereksinim doğrultusunda bir taraftan, fordist üretim sistemi yaygınlaşırken, diğer taraftan devlet mekanizmasının işlevi de dönemsel gereksinimlere göre yeniden yapılanmıştır. Özellikle, II. Dünya Savaşı sonrasında Keynesyen politikaların benimsenmesi ile birlikte bu gelişme daha açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, sosyal devlet olarak da tanımlanan bir yaklaşımla devlet, bir taraftan doğrudan üretim içerisinde yer alırken, diğer taraftan, geliri yeniden dağıtma işlevi ile talebi arttırmaya yönelik olarak, sermaye dışı toplum kesimlerine sosyal harcamalar yoluyla kaynak aktarmıştır. Yine bu dönemde devlet, büyük ölçüde emek mücadeleleri ile geçen 19. yüzyıl süresince gelişen işçi sınıfı hareketi ve sendikalara karşı olumlu bir yaklaşım içerisinde olmuştur. Talep yönlü politikalara da uygun biçimde sendikalara yönelik olumlu bir yaklaşım içerisine giren devlet, aynı zamanda bu tavrı ile sendikaları, kapitalist sistemle bütünleştirerek işçi sınıfı hareketini de kontrol altında tutmayı hedeflemiştir.

Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında uygulanan Keynesyen politikaların da etkisi ile yaklaşık 25 yıl süren toparlanma ve genişleme döneminde, kapitalist ekonomiler yüksek büyüme hızına ulaşmışlardır. Gerek gelişmiş, gerekse gelişmekte olan ülkelerde yaşanan bu olumlu süreç, 1969-1970 yıllarında ABD’de çıkan stagfilasyon, 1971 yılında uluslararası para sisteminin çöküşü ve 1974-1975 yıllarında dünya ekonomisindeki ani daralma ile birlikte sona ermiş ve kapitalist sistem tekrar krize girmiştir.

Esas olarak, merkez kapitalist ülkelerin pazar paylarını kaybetmeleri ve buna bağlı olarak da kar oranlarındaki görece düşüşten kaynaklanan kapitalizmin bu yeni krizi, öncülüğünü Chicargo Okulundan Hayek ve M. Friedman’ın yaptığı, yeni liberal akım tarafından fordist üretim sistemi ve Keynesyen ekonomi politikalarının krizi olarak görülmüştür. Yeni liberal akıma göre, krizden çıkış, diğer bir değişle sermaye birikim sürecinin yeniden canlanma koşullarının yaratılabilmesi için üretim süreçleri ve devletin ekonomideki işlevinin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Bu yeniden yapılandırmada temel hedef: sermaye üzerinde yük olarak görülen unsurların ortadan kaldırılarak maliyetlerin minimum düzeye indirilmesidir. Sermayenin üzerinde yük olarak görülen unsurlar ise sosyal devletin gereği olarak sermayeden alınan vergiler ve emek maliyetidir.

Yeni liberalizm, sermayeyi vergi yükünden kurtarmak amacı ile öncelikle devletin sosyal devlet işlevinden arınarak piyasa devleti işlevine bürünmesini önermektedir. Böylelikle, sosyal devletin sermayeden sağlanan vergi gelirleri ile oluşturduğu kaynağı sermaye dışı kesimlere eğitim, sağlık gibi sosyal harcamalar yoluyla aktarmasına dayanan “geliri yeniden bölüştürme” işlevi tersine dönüştürülecektir. Yani, artık sermayeden olabildiğince az vergi alınacak, bunun yerine dolaylı vergiler yoluyla sermaye dışı kesimlerden alınan vergilerle oluşturulacak kaynak (AKP Hükümeti tarafından hazırlanan 2003 yılı bütçesinde,dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içerisindeki payı %70’lere çıkartılmıştır), çeşitli isimler altındaki teşviklerle sermayeye aktarılacaktır. Tabii bu arada, sosyal harcamalar da “kamu harcamaları toplumun üzerinde yük oluyor bu nedenle devletin küçültülmeli” söylemi ile olabildiğince kısılacak, hatta bütünüyle ortadan kaldırılmaya çalışılacaktır. Böylece, devlet tarafından yürütülen üretim ve hizmet sunumu, özelleştirilerek ya da ticarileştirilerek, kamusal alan bütünüyle piyasalaştırılacaktır. Bunun sonucu olarak da bir taraftan, sermayenin üzerindeki vergi yükü kaldırılırken, diğer taraftan kamusal alanın piyasaya açılmasıyla, sermaye birikimi sağlaması için yeni olanak yaratılmış olacaktır.

Sermayenin yük olarak gördüğü diğer bir maliyet unsuru da emek maliyetidir. Emek maliyetinin minimuma indirilmesi, diğer bir değişle artı-değerin maksimum düzeye çıkartılması da yeni liberal akımın, krizden çıkış için temel önermelerinden biri olmuştur. Konuşmamın başında da belirtmeye çalıştığım gibi, sermaye birikiminin sürekliliğinin sağlanması amacıyla kapitalist emek süreci, artı-değerin ve üretim sürecinde sermayenin kontrolünün mevcut koşullarda en yüksek seviyede oluşmasını sağlayacak biçimde yeniden düzenlenir. Yeni liberalizm de 1970’lerin kriz koşullarından çıkış için, krizin nedeni olarak da gördüğü fordist üretim biçiminden kaynaklanan sorunların giderilebilmesine çare olarak; artık değeri yükseltmek üzere ucuz emek bölgeleri bulma, emek sürecinde verimliliği arttıracak yeni örgütlenme biçimleri ve teknolojik değişiklikler ile yeni üretim alanları bulmak gibi yeniden yapılanma olarak da nitelenebilecek önerileri ön plana çıkartılmıştır.

Yeni liberal politikaların üretim sistemine yönelik önermelerinin benimsenmesiyle birlikte, üretim sistemlerinde esneklik büyük önem kazanmıştır. Üretim sistemlerinde esnekliğin esas olarak iki şekilde ortaya çıktığını görüyoruz. Bunlardan bir tanesi, fordist üretim sisteminde geçerli olan tüm unsurları ile bir fabrika çatısı altında gerçekleştirilen üretim sürecinin parçalanarak, üretimin çeşitli aşamalarının ya da üretimin tamamının fabrika dışındaki üretim alanlarına aktarılmasıdır. Çok sayıda işçinin bir çatı altında çalıştığı fabrika düzeni içerisinde, çalışma koşulları standartlaşmakta ve emeğin bir araya gelerek örgütlü bir güç oluşturması sağlanabilmektedir. Örgütlü güç halinde bulunan emek, sermaye karşısında üretim sürecine daha rahatlıkla müdahale edebilmekte ve ücretler düzeyini yükselterek toplam hasıla içerisinde emeğin payını arttırabilmektedir. Oysa, üretim sürecinin parçalanarak, ucuz emek alanlarına kaydırılması ile emek maliyeti düşürülebilmektedir.

Sermayenin üretimi kaydırdığı ucuz emek alanlarının başında, küçük ve orta ölçekli işletmeler gelmektedir. Küçük ve orta ölçekli işletmeler, bir taraftan sabit yatırımlarının düşük olması nedeniyle piyasa taleplerine daha kolay uyum sağlayabilecek esnekliğe sahiptir, diğer taraftan ise az sayıda işçinin bir arada bulunması nedeniyle, sermaye karşısında emeğin güçsüz durumda olmasına bağlı olarak emek maliyeti düşük üretim alanlarıdır. Küçük ve orta ölçekli işletmelerin gerek üretim, gerekse emeğin kullanımı bakımından sermayeye sağlamış olduğu esneklik özelliği nedeniyle özellikle az gelişmiş ülkelerde devlet tarafından da desteklenmektedir. Diğer bir değişle devlet, sermayeye ucuz emek alanları yaratmak amacıyla bu işletmeleri desteklemektedir.

Özellikle erken sanayileşmiş, merkez kapitalist ülkelerde, 19. yüzyıl boyunca süren işçi sınıfı mücadelesi ve Keynesyen dönemde elde edilen çalışma yaşamına ilişkin kazanımlar ile sahip olunan işçi sınıfı bilinci nedeniyle, üretimin küçük ve orta ölçekli işletmelere kayması, maliyetleri sermayenin gereksinimleri düzeyinde düşürülmesini sağlamamıştır. Bu nedenle, merkez kapitalist ülkelerdeki ulusal ve uluslararası sermaye, üretimi örgütlenme ve sınıf bilincinin gelişmemiş olduğu, demokrasi geleneğinin zayıf olduğu ülkelere kaydırmaya başlamıştır. Böylece, Korkut Boratav hocanın da belirttiği gibi, bugün küreselleşme olarak adlandırılan, emperyalist bir süreç içerisinde, çevre ülkeler olarak da adlandırabileceğimiz az gelişmiş ülkeler, ucuz emek alanları halini almıştır.

Sermaye üzerinde yük olarak görülen emek maliyetini düşürmek üzere emek sürecinin esnekliğini sağlamaya yönelik diğer yol olarak da teknolojik gelişmeler ile çalışma koşullarının ve istihdam biçimlerinin esnekleştirilmesi amaçlanmıştır. Teknolojik ilerlemeler ve makineleşme ile birlikte üretim süreci içinde emek değersizleşmiş, nitelik düzeyi yüksek emeğe talep artarken, çok daha fazla sayıda emekçi işsiz kalmıştır. Fordist üretim biçiminde standartlaşmış olan çalışma süreleri ve çalışma biçimlerinde esnekleşme ile birlikte, kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, eve iş verme gibi farklı istihdam biçimleri yaygınlaşmıştır. İşsizliğin, diğer bir değişle yedek işçi ordusunun artması, emeğin kendi içerisinde rekabeti arttırmış ve ücretler genel düzeyi düşmüştür. Öte yandan, istihdam biçimlerinin farklılaşması işçi sınıfının içerisinde tabakalaşmayı arttırmış, emeğin sermaye karşısında örgütlü bir güç oluşturması önemli ölçüde zorlaşmıştır. Buna bağlı olarak da sermaye, emek sürecinde kontrolü daha fazla eline geçirmiş ve emekçiler, işçi sınıfı mücadelelerinin etkisizleşmesi ile birlikte yeni kazanımlar elde etmek bir tarafa mevcut kazanımlarını dahi kaybetmeye başlamışlardır.

Yeni liberalizmin gerek, sosyal devleti, piyasa devleti haline dönüştürmeye yönelik politikaları, gerekse üretim süreçlerini emek sömürüsünü en üst düzeye çıkartmaya yönelik esneklik uygulamaları karşısında sendikaların almış oldukları tutum ve konumlanmalarına da kısaca değinmek istiyorum.

Yeni liberal politikaların benimsenerek uygulanmaya başlandığı 1970’li yılların ikinci yarısında, sanayileşmiş ülkelerde ve ILO’nun da etkisi ile bir çok gelişmekte olan kapitalist ülkede sendikal hareket güçlü bir konumdadır. Ancak, 1980’li yılların başlarından itibaren sendikalar, gerek işyeri, gerekse ulusal düzeyde etkinliklerini önemli ölçüde kaybetmeye başlamışlardır. Sendikaların yeni liberal politikaların uygulanmaya başlaması ile birlikte güç kaybetmelerine neden olan çeşitli etkenler vardır. Bu etkenleri, devletin işçi-işveren ilişkilerindeki tavrının, buna bağlı olarak da sendikalara karşı tutumunu değiştirmesi; üretim süreçleri ve bununla bağlantılı olarak emek sürecindeki dönüşümün istihdamın ve emeğin yapısında ortaya çıkarttığı değişim; sendikaların iç yapılarındaki eksiklikler ve uyguladıkları stratejilerdeki hatalar olarak üç temel başlık altında değerlendirmek mümkündür.

Özellikle 1929 krizi sonrasında uygulanmaya başlanan talep arttırmaya yönelik ekonomi politikalarının, yeni liberalizm ile birlikte dönüşmesi, yukarıda da belirtmeye çalıştığım gibi sermaye dışı toplum kesimlerinin alehinde bir çok uygulamayı da beraberinde getirmiştir. Bu dönemde örgütlülük düzeyi ve mücadele gücü yüksek olan sendikalar, bu uygulamaların önünde önemli bir engel olarak görülmüş ve sermayenin ve buna bağlı olarak da kapitalist sistem içerisinde yer alan devletlerin sendikalara yönelik tutumları önemli ölçüde değişmiştir. Bu bağlamda devlet, Keynesyen dönemde paternalist bir yaklaşımla desteklediği sendikalara karşı baskıcı bir tutum içerisine girmiştir. 1980’lerin sonlarına doğru Sovyet Blokunun çözülmesi ile birlikte bu tutum daha da açığa çıkmıştır. Özellikle, işçi sınıfının bilinç düzeyinin düşük olduğu ülkelerde devletin bu eğilimi sonucunda işçi haklarında önemli kayıplar ortaya çıkmıştır. Devletin sendikalara yönelik bu tutumu sayesinde bir taraftan, işçi sınıfına büyük kayıplar getiren yeni liberal politikalar uygulama alanı bulmuş, diğer taraftan ise sendikaların işyeri ve toplumsal düzeyde baskı oluşturma işlevleri zayıflatılarak emek maliyetlerinin düşürülmesi sağlanmıştır.

Öte yandan, sendikal örgütlenmeyi ve emeğin birlikte mücadelesini kolaylaştıran fordist üretim biçiminin, sermayenin gereksinimleri doğrultusunda dönüştürülmesi ile birlikte emek süreci esnekleşmiştir. Bu bağlamda yukarıda da belirtmeye çalıştığım gibi, üretim sürecinin parçalanması, teknolojik ilerlemeler ve makineleşme; çalışma sürelerinin ve çalışma biçimlerinin esnekleşmesi, istihdamın ve emeğin yapısında önemli bir değişime neden olmuştur. İstihdam ve emeğin yapısındaki bu değişim, sendikalar için başta örgütlenme olmak üzere bir çok sorunu da beraberinde getirmiştir.

Üretim sürecinin parçalanarak, üretimin çeşitli aşamalarının ya da bütününün dışarıya kaydırılması ile toplam istihdam içerisinde sendikal örgütlenmelerin ve sendikal faaliyetlerin neredeyse olanaksız olduğu küçük ve orta ölçekli işletmelerin payı artmıştır. Öte yandan, sermayenin küreselleşme yoluyla üretimi, emeğin ucuz olduğu ülkelere kaydırması, özellikle merkez kapitalist ülkelerde işsizliğin artmasına ve sendikal örgütlülüğün düşmesine neden olmuştur.

Teknolojik gelişmeler ve makineleşme ile birlikte, bir taraftan işsizlik artarken, diğer taraftan, istihdam içerisinde sanayiinin payı azalmış, hizmet sektörünün payı yükselmiştir. İşsizliğin artması, sendikaların doğrudan üye kaybetmelerine yol açarken, sanayide makineleşme ve hizmet sektöründe istihdamın artması, beyaz yakalıların ve kadın işçilerin toplam istihdam içindeki payının da artmasına neden olmuştur. Beyaz yakalılar, tarihsel olarak da kendilerini işçi sınıfı ile fazlaca özleştirmemiş bir kesimdir ve örgütlenme eğilimleri oldukça düşüktür. Öte yandan, sendikaların özgün sorunları üzerine fazlaca eğilmemeleri nedeni ile kadın işçilerin sendikalarda örgütlenme eğilimleri yüksek değildir. Bu nedenlerden dolayı, makineleşmenin yaygınlaşması ile birlikte sendikalar önemli ölçüde üye kayıplarına uğramaktadır.

Üretim ve yönetim sistemlerindeki değişim ile birlikte esnek üretim biçimleri ve buna bağlı olarak standart dışı çalışma yaygınlaşmıştır. Sendikal örgütlenmenin son derece zor olduğu kısmi süreli çalışma, esnek süreli çalışma, evden çalışma gibi standart dışı çalışma biçimleri ile aynı zamanda işçiler arasındaki farklılıklar öne çıkartılarak, işçi sınıfı arasında tabakalaşma yaratılmıştır. Öte yandan, daha düşük ücretle çalıştırılabilen ve standart dışı çalışma biçimlerine daha uygun oldukları için tercih edilen, ancak sendikal örgütlenme eğilimleri düşük olan kadın ve gençlerin toplam istihdam içindeki payları artmıştır.

Sendikalar, belirtmeye çalıştığım bu nedenlerden dolayı örgütlenme ve buna bağlı olarak da önemli bir temsil sorunu ile karşılaşmışlardır. Sendikaların karşı karşıya kaldıkları bu sorun, sendikaların gerek işletme/işyeri düzeyinde gerekse işkolu ve ulusal düzeyde etkinliklerini büyük ölçüde kaybetmelerine neden olmuştur.

Sendikaların örgütlenme dışında etkinliklerini kaybetmelerine neden olan diğer bir etken ise, sendikaların kendi iç yapılanmalarından ve izledikleri stratejilerden kaynaklanmıştır. Bu bağlamda sendikalar, kapitalizmin dönüşüm dinamiklerine karşı koymakta yetersiz kalmışlar ve bu dinamiklerin etkinlerinin üyelerine olan yansımalarını hafifletebilmeye yönelik politikalar izleyerek varlıklarını sürdürme çabası içine girmişlerdir. Bu da sendikaların, işçi sınıfı eksenli politikalardan uzaklaşarak, işletme/işyeri sendikacılığına yönelmelerine neden olmuştur. Böylelikle de sendikalar, işçi sınıfını temsil eden örgütler olmaktan çıkıp, sadece kendi üyelerini toplu iş sözleşmeleri kapsamında temsil eden kurumlar haline dönüşmüşlerdir. Diğer taraftan sendikalar, Keynesyen dönemde edindikleri, kapitalist sistemin düzenleyici kurumlarından biri olmaktan kaynaklanan, demokratik merkeziyetçilik ve buna bağlı olarak da “katı bürokratik” yapılarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Bu bağlamda, “sendika içi demokrasi” önemli bir tartışma konusu haline gelmiş ve işçi sınıfı içinde sendikalara güven sorunu ortaya çıkmıştır. Gerek sendikaların izledikleri politikalar, gerekse, sendikaların iç işleyişleri ile ilgili tartışmalar, kapitalist dönüşüm sonrası koşullarda, sendikaların işçi sınıfının bütününü temsil etme işlevini büyük ölçüde kaybetmelerine neden olmuştur. Böylece, sendikalara olan toplumsal destek ve güven de önemli ölçüde ortadan kalkmıştır.

Bu koşullar altında sendikalar, gerek işyeri/işletme düzeyde toplu iş sözleşmelerinde, gerekse ulusal/uluslararası düzeyde ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesinde etkinliklerini büyük ölçüde kaybetmişlerdir. Buna bağlı olarak da, sermayeye ve devlete karşı bağımlılıkları önemli düzeyde artmıştır. Böylece sendikalar, işçi sınıfının hak ve çıkarlarını koruyup geliştiren örgütler olmaktan çok, kapitalizmin krizden çıkış için öngördüğü dönüşümü gerçekleştirme aşamasında, işçi sınıfını uyumlaştırmaya ve tepkilerini kontrol altında tutmaya çalışan adeta “tampon mekanizma” benzeri bir işlev üstlenen kurumlar haline gelmiştir.

Kapitalist sistemdeki dönüşüm ve bunun üretim sistemleri ve sendikalara etkilerini genel olarak ortaya koymaya çalıştıktan sonra şimdi de Türkiye’de bu sürecin nasıl geliştiğine kısaca değinmek istiyorum. Aslında, bu genel yapının Türkiye için de büyük ölçüde geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, Türkiye’nin bu süreçte kendi öznel koşullarından kaynaklanan bazı özel durumlar da ortaya çıkmıştır.

Yeni liberal dönüşüm politikalarının Türkiye’de köklü biçimde uygulanma çabaları büyük ölçüde 24 Ocak 1980 Ekonomik İstikrar Kararları ile birlikte olmuştur. Ancak bu dönemde, işçiler başta olmak üzere sermaye dışı toplumsal kesimlerin örgütlü muhalefetinin ve mücadele eğiliminin yüksek olması, 24 Ocak Kararlarının uygulanmasını engellemiştir. Bunun üzerine, 12 Eylül 1980 tarihinde askeri müdahale gerçekleşmiş ve böylece 24 Ocak Kararlarının, diğer bir değişle yeni liberal politikaların önünde engel oluşturan toplumsal muhalefet ortadan kaldırılmıştır. Böylece, 12 Eylül’ün yarattığı baskı ortamı içerisinde yeni liberal politikalar uygulama alanına kavuşmuştur. Bu dönemde, yeni liberalizmin öngördüğü gibi devletin geliri yeniden bölüştürme işlevi, sermeye dışı toplum kesimlerinden elde edilen kaynakların sermayeye aktarılması şekline dönüştürülmüş, sendikalar ve işçi hareketi baskı altına alarak, emek maliyetini düşürmeye yönelik olarak üretim süreçlerinde dönüşüm büyük ölçüde gerçekleştirilmiştir.

Ancak, 1980 sonrasında Türkiye’nin yeni liberalizme uyum amacına yönelik olarak göstermiş olduğu çabalar, uluslararası sermaye ve uluslararası sermayeye eklemlenmeye çalışan ulusal sermaye tarafından yeterli görülmemiştir. Özellikle, özelleştirmeler, kamusal hizmetlerin piyasalaşması, iş yasalarının üretim sürecinin esnekliğine uygun biçimde düzenlenmesi gibi konularda diğer gelişmiş ve gelişmekte olan kapitalist ülkelere göre oldukça yavaş kaldığı için sürekli olarak eleştirilmiştir. Oysa, Türkiye yasal düzenlemeler yapmamış olmamakla birlikte, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlarda bütçeden yeterli pay ayırmayarak ve bu alanların özelleştirilmesini teşvik ederek, kamu hizmetlerinin ticarileşmesini fiilen sağlamıştır. Öte yandan, yine yasal düzenlemeleri henüz yapmamış olmasına karşılık, enformel sektörü teşvik ederek ve kural dışı çalışmaya engel olmayarak fiilen çalışma yaşamının esnekleşmesini sağlamıştır.

Dünya düzeninin yeniden yapılandırılmasını amaçlayan yeni liberal politikalar, kapitalist sistemin öznesi olan uluslararası sermaye tarafından yönlendirilen DTÖ, AB, IMF, DB gibi kurumlar ve bu kurumlar tarafından hazırlanan GATT, GATS, MAI gibi uluslararası sözleşmeler ile kapitalist ülkelerde yaygınlaştırılmaktadır. Türkiye’de de özellikle son yıllarda sıkça sözü edilen “uyum” yasaları, kapitalizmin yeni liberal dönüşüm sürecinde uluslararası sermaye yönetimindeki uluslararası kurumların ve sözleşmelerin bir gereği olarak yaşama geçirilmektedir. Böylece, Türkiye’de 1980’li yıllardan bu yana yaşanmakta olan “uyum” süreci, özellikle Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri ile uluslararası finans kuruluşlarına bağımlılığın artması, ulusal kurtuluşun tek yolu olarak görülen AB süreci ve içine dahil edilmeye çalışıldığımız savaş ortamı içerisinde daha da hızlanmıştır. Bugün, gündemimizde olan ve bu sempozyumda da ele alınacak olan çalışma yaşamı ve kamu hizmetlerinin yeniden yapılandırılmasına ilişkin yasal düzenleme girişimleri de işte bu çerçeve içerisinde gündeme gelmiştir.

Kalan süre içerisinde, şimdiye kadar ortaya koymaya çalıştığım bu yapının kamu emekçilerini ne yönde etkileyeceğine dair düşüncelerimi kısaca özetlemek istiyorum.

Yeni liberalizmin, yaşama geçirilmiş olan ve bugün yaşama geçirilmek istenen politikaları, hiç kuşkusuz sermaye dışında yer alan toplum kesimlerinin çok büyük bir bölümü için işsizlik ve yoksulluk anlamı taşımaktadır. Ancak, özellikle “kamu personel reformu” adı altında getirilen düzenlemeler ve çalışma yasalarında gerçekleştirilmek istenen düzenlemeler, kamu emekçilerini diğer kesimlerden daha fazla etkileyecektir. Aslında söz konusu bu düzenlemeler, daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi, kamu harcamalarına ayrılan kaynağın kısılması ile birlikte fiilen yaşama geçirilmiştir ya da norm kadro ve toplam kalite yönetiminde olduğu gibi uygulamaya yönelik ön çalışmaları yürütülmektedir. Yani, bu yasal düzenlemelerle birlikte ortaya yepyeni bir durum çıkmayacaktır. Sadece, zaten büyük ölçüde var olan uygulamalar yasal hale gelecek ve özellikle kamu emekçileri için etkileri daha hissedilir biçimde ortaya çıkacaktır.

Kamu personel reformu ile birlikte “piyasa devleti” artık kurumsal bir yapıya oturtulmaktadır. Böylece, devletin yurttaşlarına karşı Anayasal görevi olan iş bulmak, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik olanakları sağlamak gibi sorumlulukları ortadan kalkmakta, “yurttaş” kavramının yerini “müşteri” kavramı almaktadır. Kamu emekçileri, yurttaşlık olgusunun müşteriliğe dönüşmesinden diğer toplum kesimlerinden çok daha fazla etkileneceklerdir. Çünkü, kamu hizmetlerinin piyasalaşması ile bir taraftan, kamu hizmetlerinin müşterisi olan kamu emekçileri diğer taraftan, bu hizmetleri müşterilere sunan “tezgahtarlar” konumuna düşeceklerdir.

Kamu hizmetlerinin piyasalaşması, diğer bir değişle ticarileşmesi ile bu hizmetler, hizmeti talep edenlere maddi olanakları ölçüsünde sunulacaktır. Yani gelir düzeyi düşük olanlar, kötü hizmet alacaklar, gelir düzeyi iyi olanlar daha iyi hizmet alacaklardır. Türkiye’deki gelir dağılımındaki dengesizliğin boyutları, Dünya bankası ve Birleşmiş Milletler raporları ile de açık biçimde ortaya konulmaktadır. Bu bağlamda, kamu emekçilerinin de içinde yer aldığı nüfusun çok büyük bir bölümü, Birleşmiş Milletlerin belirlediği yoksulluk, hatta açlık sınırının altında geçinmeye çalışmaktadır. Böyle bir yapıda, yurttaşın müşteriye dönüştüğü piyasa devleti anlayışının sonuçları çok daha vahim bir şekilde ortaya çıkacaktır. Bu bağlamda kamu emekçileri, kamu hizmetlerinin müşterileri olarak, toplumun çok büyük kesimi gibi, yaşamını sürdürebilecek gıda ve barınma gereksinimlerini dahi karşılayamazken, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi gereksinimlerine pay ayıramayacaktır. Böylelikle de nitelikli sağlık hizmeti alamayacaklar, geleceklerini güvence altına alacak bir sosyal güvenlik hizmetinden yararlanamayacaklar ve çocuklarına iyi bir eğitim olanağı sağlayamayacaklardır.

Kamu hizmetlerinin piyasalaşmasının kamu emekçilerini ilgilendiren diğer bir yanı da bu hizmetlerin sunumudur. Bilindiği gibi, piyasa ekonomisinde temel düşünce daha fazla kar elde etmektir. Daha fazla kar etmenin koşulu ise rekabette üstünlük sağlamak, yani daha fazla müşteri çekmektir. Bunun için ise sunulan hizmetin fiyatının olabildiğince aşağıya düşürülmesi gereklidir. Bu noktada, daha önce de değindiğimiz, kapitalist emek sürecinde sermayenin artı değeri en üst düzeye çıkartacak biçimde, emeğin satın aldığı zamanını en verimli şekilde kullanmasını sağlama düşüncesi geçerli olacaktır. Diğer bir değişle, hizmetin sunumunda rekabet üstünlüğü sağlayacak biçimde fiyatların düşürülmesi ve daha fazla kar elde edilmesi için emek maliyetinin düşürülmesine çalışılacaktır. Bu amaçla da kamu emekçileri üzerinden artı değeri en üst düzeye çıkartacak şekilde yeni liberalizmin önerdiği, yeni yönetim biçimleri gündeme gelecektir.

Bir süredir, başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamu hizmetlerinde alt yapısı oluşturulmaya çalışılan “toplam kalite yönetimi” ve AKP iktidarının öncelikli olarak gündemine aldığı “kamu personel reformu”nun temel amacı, işte bu yeni yönetim tekniklerinin kamu hizmetlerine uygulanmasıdır.

Yeni liberalizmin, sermayenin gereksinimleri doğrultusunda belirlediği politikaların önemli bir parçası olan ve “kamuda yeniden yapılanma” olarak da adlandırılan bu uygulamaların kamu emekçilerine yansımalarını şu şekilde özetleyebiliriz:

· Özellikle IMF dayatmaları ile bir süredir kamu emekçileri zorunlu olarak emekli edilmekte ve yeni personel alımı yapılmamaktadır. Zorunlu emeklilik uygulaması önümüzdeki süreçte daha da yaygınlaşacaktır. Mevcut personelin önemli bir bölümünün emekli edilmesi ve yeni personel alınmaması, mevcut işlerin daha az personel ile yapılmasını gerektirecektir. Bu da mevcut kamu emekçileri üzerindeki iş yükünü daha da arttıracaktır.
· Yeni liberal dönüşüm süreci içerisinde sermayeye yük oluşturduğu gerekçesi ile kamu harcamaları 1980’li yıllardan bu yana azaltılmaktadır. Bunun sonucu olarak da kamu emekçilerinin reel ücretleri sürekli olarak gerilemektedir. Özellikle personel giderleri daha da azaltılacak şekilde bu uygulama sürecektir. Böylelikle, zaten büyük çoğunluğu açlık sınırı altında bir düzeyde ücret alan kamu emekçilerinin ücretleri daha da azalacaktır.
· VII. Beş Yıllık Kalkınma Planı, AKP Acil Eylem Planı ve 58. Hükümet Programında da yer aldığı üzere, kamuda esnek çalışma biçimleri uygulanacaktır. Bu bağlamda, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu kaldırılacak, üst düzey memurlar dışında kalan kamu emekçileri, sözleşmeli ve işçi statüsünde istihdam edileceklerdir. Bir ya da birkaç yıllık dönemleri içeren sözleşmelerin geçerli olduğu sözleşmeli personel uygulaması, iş güvencesini bütünüyle ortadan kaldıran bir istihdam biçimidir. İşçi statüsü ise Mart ayında çıkartılması hemen hemen kesin olan yeni iş kanunu ile iş güvencesinin olmadığı, esnek çalışmanın hakim olduğu bir yapıya bürünecektir. Dolayısıyla, üst düzey memurlar dışında kalan kamu emekçilerinin tümü için, 657 sayılı kanundan kaynaklanan ve kamuda çalışmanın tek çekici unsuru olan iş güvencesi ortadan kalkacak, esnek çalışma biçimlerinin uygulanabilirliği sağlanacaktır. Bununla birlikte, performans değerlendirme sistemi getirilerek, emekçiler birbirleri ile rekabete zorlanacak ve iş ve ücret güvencelerini sağlamak için çok daha fazla iş yükü ile çalışmak zorunda kalacaklardır. Öte yandan, kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, eve iş verme gibi esnek istihdam biçimleri, kamu hizmetlerinin sunumunda da kullanılabilecektir.

Sonuç olarak, kapitalizmin yeni liberal dönüşüm süreci içerisinde, kamu hizmetleri piyasa anlayışı içerisinde yeniden yapılandırılmaya çalışılmaktadır. Gelişmiş ve gelişmekte olan bir çok kapitalist ülkede, kamu hizmetlerinin yeniden yapılanmasına ilişkin politikalar yaşama geçirilmiş ve kamu emekçileri bu süreçten büyük ölçüde, etkilenmişlerdir. Kamu emekçilerinin, kamu hizmetlerinin piyasalaşma sürecinden etkilenmeleri, bulundukları ülkelerdeki sendikal hareketin gücü ve yeni liberal politikalara karşı aldığı tutuma bağlı olarak farklılık göstermiştir.

Bugün, sendika üyesi de olan bir çok kamu emekçisi, savunulamaz olan mevcut koşulların olumsuzluklarının verdiği bir yılgınlık içerisindedir. Bu nedenle de, toplam kalite yönetimi, norm kadro, kamu personel reformu gibi adlarla getirilmek istenen uygulamaları bir çok kamu emekçisi, “nasıl olsa mevcut durumdan daha kötüsü olamaz” diyerek, kabullenmek eğilimindedir. Büyük ölçüde mevcut yapılara karşı, doğru, gerçekçi alternatiflerin bulunmaması ve getirilmek istenen sistem hakkında yeterli bilgilendirmenin yapılmamasından kaynaklanan bu eğilimler karşısında sendikalara önemli sorumluluklar düşmektedir.

· “Sosyal dialog” ya da “uzlaşma” adı altında emek örgütleri, getirilmek istenen yeni liberal politikalara ortak edilmeye çalışılmakta ve böylece, sistemin meşrulaşması hedeflenmektedir. Sendikalar, güçler eşit olmadıkça bir dialog ve uzlaşma ortamı sağlanamayacağının bilincinde olarak ve diğer birçok kapitalist ülkedeki sendikaların içine düştüğü hataya düşmeyerek, sermaye dışında kalan toplum kesimlerini işsizleştiren, yoksullaştıran ve emekçilerin örgütlenmelerini engelleyerek sendikaları işlevsizleştiren politikaları meşrulaştırmamalıdır.
· Sınıfsal bir perspektif içerisinde, tüm sendikalar ve diğer emek örgütleri, ulusal ve uluslararası düzeyde bir araya gelerek, yeni liberal politikalar karşısında güç birliği yapmalı ve bu politikalara karşı koyacak stratejiler oluşturulmalıdır.
· Sendikalar, kamu hizmetlerini piyasalaşmasının ortaya çıkartacağı sonuçlar konusunda, başta üyeleri olmak üzere tüm kamu çalışanları ve toplumu bilgilendirmelidir.
· Sendikalar, kamu hizmetlerinin sunumunda ve kamu emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarındaki olumsuzluklara karşı, alternatif üretecek çalışmalar yapmalıdır.

Kapitalist sistemi yöneten ve yönlendiren ülkeler ve uluslararası örgütlerin de baskısı ile toplumsal talepler ve gereksinimlerin gör ardı edildiği, ulusal ve uluslararası sermayenin gereksinimleri doğrultusunda “kamu personel rejimi” ve diğer yeni liberal politikaların hızla yaşama geçirilmeye çalışıldığı bir dönemde bulunuyoruz. Bu dönemde, emekçilerin örgütlü mücadeleye daha etkin katılmaları, emek örgütleri olan sendikaların da izleyecekleri doğru stratejilerle daha etkin bir mücadele ortamı oluşturmalarının, daha iyi bir yaşam ve daha iyi bir gelecek için tek umut olduğunu düşünüyorum. Beni dinleme sabrı gösterdiğiniz için teşekkür ederim.

KENT VE GÜVENCESİZ ÇALIŞMA

Genel Olarak

Tüm canlılar gibi insanoğlu için de en temel ihtiyaç, kendisinin ve ailesinin yaşamını güvenceli bir ortam içerisinde sürdürmesidir. İnsan için güvencenin iki temel türü vardır. Bunlardan biri, temel özgürlükleri garanti altına alan ve bir hukuk devleti çerçevesinde kişilerin can ve mal güvenliğini sağlamaya yönelik olan “sivil güvence”lerdir. Diğeri ise kişinin yaşamını sürdürebilecek temel ihtiyaçları karşılamasını ve yaşamını sürdürebilmesinin kaynağı olan “sosyal güvence”dir (Castel, 9).

Kapitalist toplumlarda sosyal güvenceyi sağlayabilmenin iki temel olanağı vardır. Bunlardan biri bugünü ve geleceği güvence altına alabilecek bir mülkiyete sahip olmak, diğeri ise emek gücünün yaşamı sürdürebilecek bir ücret karşılığında satılabilmesidir. Burjuvazinin siyasi egemenliği ele geçirdiği 1789 Fransız İhtilalinden sonra düzenlenen yasalarla mülkiyet, devlet tarafından güvence altına alınmıştır*. Ancak, mülkiyeti güvence altına alan liberal demokrasi anlayışı, yaşamını sürdürmesini sağlayacak bir mülkiyete sahip olamayan, emek gücünü satarak yaşamını sürdürmeye çalışan kesimler için herhangi bir güvence mekanizması oluşturmamıştır. Aksine, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde alınıp satılabilir bir “meta” olarak görülen emek gücü, kapitalist sistemin özünü oluşturan sermaye birikiminin temel kaynağı olarak görülmüştür.

Kapitalist sistemin en temel çelişkisi olarak da nitelendirebileceğimiz, emek gücünün ve dolayısı ile onun sahibi olan insanın metalaştırılması, sanayi devriminin ilk yıllarından itibaren yedek işçi ordusu yaratma amacına da uygun olarak yaygınlaşmaya başlamıştır. Yedek işçi ordusu**, emeğin birbiri ile rekabetini yaratarak, emek maliyetini yani, ücretleri düşürmenin temel yolu olarak görülmüştür. Yedek işçi ordusunun yaygınlaşması, emek gücünün önemli bir kısmının meta dahi olamamasını yani, yaşamlarını sürdürecek bir gelire ulaşmaktan yoksun kalmaları sonucunu ortaya çıkartmıştır. Bu süreçte bir taraftan önemli bir sermaye birikimi yaratılırken, diğer taraftan, iş bulabilenler son derece kötü koşullarda çalışmayı kabullenmek zorunda kalmışlar, iş bulabilme olanağına sahip olamayanlar ise bütünüyle yoksulluğa ve sefalete sürüklenmişlerdir (Müftüoğlu 2005).
Kapitalist üretim sistemi ile ortaya çıkan bu koşullar, toplumun mülk sahibi olamayan çok önemli bölümü için güvencesizliğin de kaynağı olmuştur. Geleneksel aile, komşuluk ve din gibi ilişkiler içerisinde yürütülen dayanışma ile bir süreliğine de olsa insanların yaşamlarını sürdürebilmeleri mümkündür. Oysa kapitalizmde, emek gücünü satarak geçinen insanlar ancak, kendi yaşamları için yeterli olabilecek geçimlik bir ücret almaktadır ve başkalarına uzun süre bakmaları imkansızdır. Bu nedenle insanlar için tek güvence, emek güçlerini satabilmelerine bağlıdır. Emek gücünü satamaması emeğin, yaşamını sürdürebilme güvencesini ortadan kaldıran en önemli risktir. Bu bağlamda, işsizlik, yaşlılık, sakatlık, iş kazası, hamilelik gibi bir süreliğine ya da bütünüyle emek gücünün satılmasını engelleyici durumlar güvencesizliğe yol açan en önemli risk unsurlarıdır(Arın, 69).

Emekçilerin içinde bulundukları yoksulluk ve sefaletten kurtulabilmeleri ve güvence içerisinde yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli koşullar, kapitalist üretim sistemine ve dönemin sermaye birikim modeline bütünüyle aykırıdır. Bu nedenle, 19. yüzyıl başlarında insanca çalışma ve yaşam hakkı, siyasal ve ekonomik eşitlik gibi taleplerde bulunan emekçiler, mülkiyeti korumakla görevli liberal devlet tarafından baskı altında tutulmuş, örgütlenmeleri ve siyaset yapmaları engellenmiştir(Güzel- Okur, 16).

Sosyal güvence talepleri liberal devlet tarafından sürekli olarak engellenen emekçi kesimler, işçi sınıfı bilinci içerisinde yüzyıl boyunca sürecek toplumsal bir mücadeleye girişmişlerdir. Sanayi kapitalizmin gelişmesi bir taraftan, kırdan kentlere gelenler, diğer taraftan ise loncaların dağılması, işçileşmenin artmasına neden olmuş bu da işçi sınıfı mücadelesini çok daha etkin bir hale getirmiştir. Öncülüğünü Karl Marx ve Frederich Engels’in yaptığı “bilimsel sosyalizm”in de katkısıyla işçi sınıfı hareketi siyasal bir içerik kazanmış ve sosyalizm, kapitalizme alternatif bir sistem olarak talep edilmeye başlanmıştır.

Özellikle 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren güçlenen işçi sınıfı hareketi, sermaye sınıfı ve onların iktidarda bulunan temsilcileri tarafından kapitalist sisteme karşı bir tehdit olarak algılanmıştır. Bu tehdidin önlenebilmesi için ise işçi sınıfının kapitalizme olan karşıtlığını önlemek üzere, başta sosyal güvence olmak üzere bir takım demokratik düzenlemelere gidilmiştir. Sosyal güvenlik konusunda ilk kurumsal düzenleme, sosyalist akımların merkezi durumunda bulunan Almanya’da gerçekleştirilmiştir. Almanya’da Bismarck, işçi sınıfından gelen yoğun tehditler karşısında, sosyalizmin etkisini azaltmak ve işçi sınıfını sistemle bütünleştirmek amacıyla, bir taraftan geleneksel baskı politikasını uygularken (sosyalist partileri kapatmak, dernek kurmayı yasaklamak vs.), diğer taraftan devlete sosyal bir nitelik kazandırmaya çalışmıştır. Bu bağlamda, 1883’te hastalık sigortası, 1884’te kaza sigortası, 1889’da emeklilik sigortasını yürürlüğe koymuştur(Sosyalizm Ansiklopedisi, 307).

Özellikle, sanayileşmiş Avrupa ülkelerinde sosyal güvenlik sisteminin kurumsallaşması ve mülk sahibi olmayan halk kesimlerine de siyasi hakların tanınması, işçi sınıfı içinde devrimci ve reformist ayrışmalara yol açmış ve 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde işçi sınıfı bilimsel sosyalizmden önemli ölçüde kopmaya başlamıştır. Bu süreçte 1917 Ekim Devrimi, sosyalizm tehdidini tekrar gündeme getirmiş ve özellikle, Avrupa ve ABD işçi sınıfının sosyalizme yönelmesini engellemek amacıyla sosyal haklarda yeniden bir takım iyileştirmeler sağlanmıştır.

20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar büyük ölçüde işçi sınıfının ve reel sosyalizmin tehdidi ile gelişme gösteren sosyal haklar, 1929 yılında kapitalist sistemin içsel çelişkileri nedeniyle ortaya çıkan krizle birlikte yeni bir boyuta taşınmıştır. Yoğun emek sömürüsüne dayalı klasik liberal anlayışla belirlenen ücretlerin, gelişen üretim ve yönetim teknikleri sayesinde giderek artan üretime yeterli talep oluşturamamasından kaynaklanan bu krizi aşmak üzere talep yönlü ekonomi politikaları benimsenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında Keynesyen politikalar adıyla ifade edilen talep yönlü ekonomi politikaları özellikle merkez kapitalist ülkelerde uygulamaya konulmuştur. Çalışma yaşamına ilişkin standartların ve sosyal güvenlik hakkının gelişmesini öngören bu politikalar Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) aracılığı ile de diğer kapitalist ülkelere yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Yine aynı dönemde Lord Beveridge tarafından hazırlanan raporla sosyal güvence, sadece çalışanlar için değil, tüm yurttaşlar için bir hak olarak öngörülmüştür.

II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan bu gelişmeler ile sosyal güvenlik, bir yurttaşlık hakkı olarak kurumsal bir yapı içinde düzenlenmiş ve bu haklar hukuksal olarak da güvence altına alınmıştır. Böylece devlet, mülkiyetin teminatı olmanın yanı sıra sosyal hakları da güvence altına alan “sosyal devlet” kimliğine bürünmüştür. 1950’li yılların başlarından 1970’li yılların başlarına kadar geçen yaklaşık 20 yıllık süreçte etkin biçimde uygulanan “sosyal devlet” anlayışı, emek ve sermaye arasındaki temel çelişkiyi ortadan kaldırmamakla beraber, bu dönemde artan refahtan emekçi kesimlerin de pay almaları sağlanmıştır.

Ancak, 1970’li yıllarla birlikte kar hadleri yeniden düşmeye başlamış, reel ücretler verimlilik düzeyini aşmış ve istikrarlı sermaye birikim olanakları ortadan kalkmış, diğer bir ifadesi ile kapitalizm tekrar bir krize girmiştir. Kapitalizmin bu yeni krizinin temel sorumlusu olarak da emeğin örgütlü olduğu üretim sistemi ve başta sosyal güvenlik olmak üzere emekçi kesimlere sosyal hakların verilmesini öngören sosyal devleti gösteren anlayış kabul görmüştür. Yeni liberal politikalar olarak da isimlendirilen bu anlayış, 1970’li yılların ortalarından itibaren başta, ABD ve İngiltere olmak üzere kapitalist ülkelerde benimsenmeye başlanmış ve uygulamaya konulmuştur. Bu bağlamda sermaye, ucuz emek bölgeleri ve yeni pazarlara yönelmiş; fabrika tipi üretim, işçi sınıfı örgütlülüğünün zayıf olduğu (ya da hiç olmadığı) küçük ve orta ölçekli işletmelere kaymış; üretimde teknolojinin yoğunluğu artmış; üretim sürecinde istihdam ve çalışma biçimleri esnekleştirilmiş; işçilerin birbirleriyle rekabetini arttırarak verimliliği yükseltmeye dayanan performansa dayalı ücret sistemi uygulanmaya başlanmıştır. Öte yandan, yine yeni liberal politikalar doğrultusunda devlet, sosyal işlevlerini terk ederek, liberal anlayış doğrultusunda yeniden yapılandırılmaya başlanmıştır. . Böylece devlet, bir taraftan üretimden çekilirken diğer taraftan, sosyal devletin gereği olarak gerçekleştirdiği (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vd) kamu hizmetleri ya özelleştirilmiş ya da piyasa kurallarına göre yeniden düzenlenmiştir (Müftüoğlu 2005).

1970’li yıllarla birlikte kapitalist sistemde yaşanan bu dönüşüm, 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve 1950’lili yıllarla birlikte kurumsallaşan emeğin, sosyal güvence ile buluşmasını büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Böylece güvencesizlik, insanlığın çok büyük bir bölümü için tekrar en yaşamsal tehdit haline gelmiştir.

Kentte Çalışma ve Yaşam Güvencesi(zliği)

Yukarıda da belirtildiği gibi sosyal güvencesizliğin en temel nedeni, emeği metalaştıran kapitalist üretim ilişkileri ve bu ilişkiler içerisinde gelişen sanayileşmedir. Kapitalist üretim ilişkileri ile birlikte değişen ve modernizm olarak da ifade edilen toplumsal yapı, öncelikle sanayi üretiminin yer aldığı kentlerde geçerli olmuştur. Bu nedenle kentlerde modernizm öncesi geleneksel aile, soy, akrabalık ve cemaat kültürüne dayalı güvence mekanizması büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Sadece kendi yaşamını sürdürebilecek kadar bir ücret olanağına sahip olan emekçi, çalışma ve dolayısı ile de yaşamını sürdürme olanağı elde edemeyen akraba ve komşuları bir tarafa aile bireylerine dahi yardım etme olanağı yoktur. Öte yandan, yine özellikle kentlerde geçerli olan ibadethane ve imarethanelerin aracılığı ile yürüyen ve “hayır” mekanizmasıyla işleyen yardımlaşma olanakları da önemli ölçüde işlevsiz hale gelmiştir.

Kentlerde kapitalist üretim ilişkileri nedeniyle artan güvencesizliğe karşılık, sanayideki gelişme ile birlikte, sanayi üretiminin tarımsal üretime egemen hale gelmesi ve ticaretin canlanması ile birlikte feodal yapıda çözülme başlamıştır. Bununla birlikte, kentlerde artan ekonomik canlılık ve toprak sahiplerinin (landlrordların) serfler üzerindeki yükümlülükleri gevşetmesi, kırdan kente önemli bir nüfus hareketine yol açmıştır(Pirene, 53-60). Böylece, kentlerde mülksüz ve sanayi üretimi için vasıfsız olarak nitelendirilebilecek nüfus giderek artmıştır. Öte yandan, sanayinin hızla gelişmesi ve sermaye birikiminin de buna paralel olarak çoğalması, fabrika üretimini ve büyük ticari işletmelerin pazara hakim olmalarını sağlamıştır. Bu nedenle de üretim araçları kendilerine ait olan küçük usta zanaatkarlar ve küçük esnaflar, ellerindeki üretim ve ticaret araçlarına ilişkin mülkiyeti kaybetmişler ve ücretli emekçiler haline gelmişlerdir(Dobb,235).

Bir taraftan, kentlere göç ile gelen nüfus, diğer taraftan ise mülksüz, ücretli emekçiler haline gelen zanaatkar ve esnaflar, kentlerdeki işgücünün artmasına neden olmuşlardır. Emekçiler için hiçbir çalışma standardının ve hiçbir sosyal hakkının koruma altına alınmadığı bir ortam içerisinde işgücündeki aşırı artış, kentlerdeki sefaletin ve güvencesizliğin daha da derinleşmesine yol açmıştır.

18. ve 19. yüzyıl kapitalizminin, sanayileşme nedeniyle özellikle kentlerde yol açtığı sorunlar, emekçi kesimlerden kapitalizme yönelen tepkilerin de kentlerde yoğunlaşmasına neden olmuştur. Bu bağlamda, 19. yüzyılda işçi sınıfı hareketleri sanayi işçileri tarafından, sanayi kentlerinden başlamış ve sürdürülmüştür. Bu nedenle de işçi sınıfı ve sosyalizmin tehdidi ile sağlanan sosyal haklar büyük ölçüde kentlerde yaşayan emekçi kesimlere yönelik olmuştur. Özellikle, Türkiye gibi sanayileşme sürecini geriden takip eden ve nüfusu büyük ölçüde kırda yaşayan ülkelerde, sosyal devletin uygulandığı dönemlerde dahi yaşam koşullarındaki (eğitim, sağlık, alt yapı gibi) ve sosyal haklardaki gelişmeler sanayileşmenin yoğun olduğu kentler ile sınırlı kalmıştır. Bu nedenle de kapitalizmin 1970’lerin başında ortaya çıkan krizi ve bu kriz sonrasında uygulanan yeni liberal dönüşüm sürecinin etkisi, kentler ve kentlerde yaşayanlar tarafından daha yakından hissedilmiştir.

19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve II Dünya Savaşı sonrasında gelişen ve yaygınlaşan sosyal hakların özellikle kentlerde yaşayanlara yönelik olması, 1970’lerin ortalarında uygulamaya konulan yeni liberal dönüşüm sürecinin de kentlerde daha yakından hissedilmesine neden olmuştur. Bu bağlamda, üretim sürecindeki esnekleşme ile birlikte, kayıt dışı çalıştırma ve işsizlik artmış, kısmi süreli çalışma, part-time çalışma, geçici çalışma gibi güvencesiz çalışma biçimleri yaygınlık kazanmıştır. Öte yandan, sosyal devletin tasfiyesi ile birlikte, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve alt yapı gibi sosyal nitelikli kamu hizmetleri, piyasa mekanizması içinde büyük ölçüde metalaştırılmıştır. Böylece, emekçiler bir taraftan iş, ücret ve gelecek güvencelerini kaybederken, diğer taraftan da gelirlerinin düşük olması nedeniyle eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, konut gibi temel gereksinimlere ulaşmada önemli sıkıntılar yaşamaktadır. Bu da emek gücünü satarak geçinmek durumunda olanların 18. ve 19. yüzyıla benzer biçimde yoksulluk ve güvencesiz çalışma-çalışamama ile karşı karşıya oldukları sonucunu ortaya çıkartmaktadır.

Türkiye’de Kent ve Güvencesiz Çalışma

Türkiye’de ekonomik ve sosyal yapıdaki diğer gelişmeler gibi kentleşme ve sosyal güvencenin de genel seyri, kapitalist sistemdeki genel eğilimler ile paralellikler gösterir. Ancak, azgelişmiş bir ülke olarak Türkiye’nin kapitalist sisteme eklemlenmesi gerek zamanlaması bakımından gerekse, niteliksel olarak birebir değildir. Örneğin, 1950’lerin başlarından itibaren etkin biçimde uygulanan talep yönlü ekonomi politikaları ve bunun gereği olan sosyal devlet anlayışı, Türkiye’de 1960 sonrasında kabul görmüş ve ancak, kentte sınırlı bir nüfus kesimi (kayıt içinde çalışan az sayıdaki işçi ve memurlar) için uygulanabilmiştir. Bu nedenle, sosyal güvenlik şemsiyesi altındaki veya sendikal örgütlenme içinde yer alan işgücü sayısı son derece sınırlı kalmıştır. Benzer biçimde eğitim, sağlık, alt yapı hizmetleri de yine özellikle, nüfusun kentlerde yaşayan bir kesimi için yeterli düzeyde sağlanmıştır. Kırsal kesimde ise feodal yapının bütünüyle çözülmemiş olmasının da etkisiyle sosyal güvence ve diğer temel gereksinimler geleneksel yöntemlerle karşılanmaya devam etmiştir.

Ancak Türkiye, yeni liberal dönüşüm sürecine kapitalizmin diğer dönüşüm süreçlerinden daha hızlı bir biçimde eklemlenmiştir. Bu bağlamda, 24 Ocak 1980’de alınan kararlarla benimsenen yeni liberalizm, 12 Eylül 1980 darbesi ile fiilen yaşama geçirilmiştir. Böylece, gerek üretim sürecinin esnekleşmesi, gerekse sosyal devletin tasfiyesi, kapitalist sistemle eşzamanlı olarak uygulamaya konulmuştur.

Yeni liberal uygulamalar, diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de özellikle bir önceki dönemin sosyal kazanımlarına sahip olabilen kentli, düzenli ve güvenceli işlerde çalışanları etkilemiştir. Öncelikle bu kesimler, işlerini kaybetmiş yada geçici ve güvencesiz işlerde çalışmak zorunda kalmışlardır. Özellikle, Şubat 2001 krizi güvencesizleşenlerin sadece eğitim ve vasıf düzeyi düşük olanların değil, hekim, mühendis, üst düzey yönetici gibi yüksek vasıflı çalışanların da güvencesiz çalışma ile karşı karşıya kaldığını göstermiştir.

Türkiye’de kentte güvencesiz çalışmanın yaygınlaşmasında önemli bir etken de kır-kent nüfus dengesindeki değişimden kaynaklanmaktadır. Türkiye, 1980’li yıllara kadar nüfusunun yarıdan fazlası kırda, işgücünün de yaklaşık üçte ikisi tarımda istihdam edilen bir ülkedir. Ancak, yeni liberal politikaların uygulamaya konulduğu 1980’li yıllarla birlikte, benimsenen dışa açık büyüme stratejisi, Türkiye’de demografik yapıyı ve işgücünün sektörel dağılımını önemli ölçüde değiştirmiştir. Bu bağlamda, bir taraftan tarım ve hayvancılığa sağlanan destek azalmış, tarım ve hayvancılık ürünlerinde ithalat artmış böylece, bu alanda elde edilen gelir düşmüştür. Diğer taraftan ise kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle kentin cazibesi daha belirgin hale gelmiştir. Bu da kırdan kente göçün hızlanmasına neden olmuştur. Öte yandan, 1980’li ve 1990’lı yıllarda Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yaşanan sıcak çatışma ortamı da kente göçün hızlanmasında önemli bir etken olmuştur. Tüm bunların bir sonucu olarak 2005 yılına gelindiğinde kırda yaşayanların toplam nüfus içinde oranı üçte bire düşerken, tarımda istihdam edilen işgücünün oranı ise yüzde 40’lara gerilemiştir.

Türkiye’de göç, özellikle sanayinin gelişmiş olduğu (İstanbul, İzmir, Bursa, Kocaeli, Mersin gibi) kentlere yönelmekle birlikte, 1980’li ve 1990’lı yıllarda çatışma ortamının yaşandığı kırsal alanların yakınındaki Doğu ve Güneydoğu (Diyarbakır, Urfa, Şırnak gibi) illeri de önemli ölçüde göç almıştır. Çatışma ortamından kaynaklanan ve özellikle Doğu ve Güneydoğu illerine yönelen göç, ani, kitlesel ve zorunlu olma özelliği taşımaktadır (Erder, 282). Bu nedenle zaten yeterli iş olanağı ve altyapısı bulunmayan bu illere yönelen göç dalgasıyla birlikte, yoksulluk ve güvencesizlik son derece trajik boyutlara ulaşmıştır.

Bunun yanı sıra, daha iyi çalışma ve yaşam olanağına kavuşmak amacıyla sanayileşmiş kentlere yönelen göç dalgaları da önemli sorunları beraberinde getirmiştir. Zira, yeni liberal dönüşüm süreciyle beraber diğer azgelişmiş ülkelere benzer biçimde Türkiye’de de sanayi üretimi gerilemiş ve kayıt dışı çalıştırma yaygınlaşmıştır. Bu nedenle, kırdan koparak kentlere gelen nüfus, ya işsiz kalmış yada güvencesiz, düşük ücretli işlerde çalışmak zorunda bırakılmıştır.

Bir taraftan, 1980’li yıllarla birlikte kırdan kentlere yönelen hızlı göç dalgası ile artan işgücü arzı, diğer taraftan, sanayi sektörünün küçülmesiyle işgücü talebinin azalması ve esnek çalışma biçimleri, kentlerde güvencesiz çalışmanın yaygınlaşmasına yol açmıştır. Bu da kentlerde yoksulluk, yolsuzluk ve sağlıksız, düzensiz bir yaşamı beraberinde getirmiştir. O halde, kentlerdeki sorunların çözümü için bu sorunların temel kaynağı olan kapitalist sistemin bütünlüklü bir biçimde sorgulanması gerekir. Aksi taktirde, her anlamda güvenli ve sağlıklı kentlere kavuşmak mümkün olamayacaktır.








* Bu konuda en temel düzenleme, 1791 tarihli Fransız Anayasası’na önsöz olarak da eklenen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesidir.
** Yedek işçi ordusu konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Karl Marx, Kapital cilt 1, yirmi beşinci bölüm, üçüncü kesim.