26/12/2008
ÖZGÜRCE
Ekonomi bürokratları ve piyasa ekonomicileri, her gün televizyon ekranlarında krizden çıkışın yollarını arıyorlar. İşleri zor elbette, zira krizden çıkış için çözüm önerileri kapitalist sistemin içinde olmak zorunda. Onun dışına çıktıkları anda bugüne kadar inandıkları, varlıklarını armağan ettikleri sistemi reddetmiş, ideolojik anlamda yenilgiyi kabullenmiş olacaklar. Bu duruma düşmemek, yani “kuyruğu dik tutmak için” çıkış aradıkları batağın içinde debelenip duruyorlar. Maalesef siyasi ve ekonomik egemenlik kendilerinde olduğundan, onların bu “sapkın ideolojileri”, başta emekçiler olmak üzere tüm toplumu da o batağın derinlerine çekiyor. Kapitalizmin krizine yine kapitalizm içerisinde çözüm arayışları içerisindeki liberalizmin katı savunucusu bir kesim, maliye ve para politikalarında katılığı, üretim ve emek sürecindeyse esnekliği savunmaya devam ediyor. IMF’nin de desteklediği bu görüşe göre sermayeye verilmek üzere alınan iç ve dış borçların ve faizlerinin geri ödemesinin tehlikeye atılmaması için devlet harcamalarının daha da kısılması gerekiyor. Aksi halde, Türkiye’nin itibarının azalıp, bundan sonra borç bulamayacağından korkuyorlar. Diğer bir kesim, içinde bulunduğumuz krizin derinliğine işaret ederek bu görüşe karşı çıkıyor, para ve maliye politikalarını esnekleştirmesini, yani devletten kasanın ağzını açmasını istiyor. Çünkü onlara göre talep yaratılmadıkça, borçlanma yoluyla ve toplumun vergilerinden oluşan kaynakların sermayeye aktarılmasıyla kriz çözülemez. Bu kesimdekiler talebin nasıl yaratılacağı konusunda farklı önermeler getiriyor. Bunlardan bir tanesi, emekli maaşlarının (ama sadece emekli maaşlarının) artırılması gerektiğini söylüyor. Gerekçe olarak da emeklilerin hemen tüketim yapacaklarını ve diğer aile efradına bu parayı kullandıracaklarını gösteriyor. Bir başka kesim ise bu görüşe “emekliler paraları yastık altına atar, harcamaz” diyerek karşı çıkıyor. Onlara göre talep yaratmak için çözüm, devletin bayındırlık yatırımlarını hızlandırması (2001 krizi sonrasında da olduğu gibi)... Yani yeni barajlar, yeni yollar yapmak, kaldırım taşlarını yenilemek gibi işler yaratıp bu işler üzerinden ihaleler açıp müteahhitler aracılığıyla piyasaya para aktarmak ve bir ölçüde de olsa istihdam yaratmak. Diğer bir görüş ise talebi, yani tüketimi artırmak için kredi mekanizmasını daha etkin biçimde kullanılması gerektiğini söylüyor. Onlara göre Türkiye’de kredi faizleri çok yüksek, bu yüzden insanlar borçlanmaktan kaçınıyor ve tüketim yapmıyor. O halde faizler düşürülerek ve yeni borçlanma olanakları sağlanarak tüketim, yani talep artırılabilir.Televizyon ekranlarında her gün karşılaştığımız bu tartışmalara katılanların gündeminde; işçinin, memurun, emeklinin, işsizin, köylünün, küçük esnaf ve zanaatkarın karnını nasıl doyurduğu, nasıl barınıp nasıl ısındığı ya da sağlık, eğitim harcamalarını nasıl karşıladığı yoktur. Onlar için toplumun çok büyük bölümünü oluşturan bu kesimler, emek maliyeti olmanın ötesinde hiçbir anlam ifade etmez. Ne zaman ki sistem krize girer, talep ihtiyacı ortaya çıkar, o zaman bu kesimdekilerin birer insan oldukları hatırlanır ki, o da sadece tüketici olma boyutuyla... İşte o zaman da başlarlar ‘bunlara nasıl tükettirsek’ diye… Tüketimi artırmayı isterler istemesine de bu, gerçek ihtiyaçların karşılanmasından çok kâr amacıyla ürettikleri bir sürü lüzumsuz mal ve hizmetin tüketilmesi içindir. Bunun için reklamlar ve akla hayale gelmedik pazarlama stratejileri geliştirirler. Asıl önemli olanı ise tüketimin artmasını sağlarken ücretlerin ve sosyal harcamaların artmamasına da özen gösterirler. Yani insanların ceplerinde olmayan parayla, borçlanarak tüketim yapmasını sağlamaya çalışırlar. Emekçileri borçlandırarak tüketimi artırma stratejisi ile sadece gerekli talep sağlanmaz, bunun yanında emekçi sınıflar, hastalık haline gelen tüketim alışkanlıkları ve borçlanmaları sayesinde sisteme daha da bağımlı hale getirilirler.Emekçilerin daha fazla sömürülmesi ve soyulması üzerinden geliştirilen krizden çıkış önerileri sabah akşam televizyonlara getirilerek, başka bir yolun olmadığı düşüncesi dayatılmaya çalışılmaktadır. Bu dayatmaya karşı kapitalist sisteme mahkum olmayan gerçek çıkış önerilerinin geliştirilmesi ve bu önerilerin çok daha güçlü ve yüksek bir sesle dillendirilmesi gerekir. Krizden çıkış önerilerinin geliştirilmesi için emekten yana sosyalist aydınların çok daha organize bir çalışma yürütmesi gerekir. Bunu sağlama görevi, emekten yana partilerin ve sendikalarındır. Buralardan çıkacak çözüm politikalarının dillendirilmesinde ise emeğin sesi olan az sayıdaki gazete ve televizyonun çok daha etkin biçimde kullanılması gerekir. Ama bundan daha önemlisi, gerekirse kapı kapı dolaşıp sömürüye, soyguna dayanan bu sistemin alternatifsiz olmadığının anlatılması ve bunun yaşama geçmesi için mücadelenin örgütlenmesidir. Bu görev de, yerel düzeyde oluşturulan ve tüm emekçi kesimleri temsil eden platformlara düşmektedir.