30 Aralık 2008 Salı

Krize Karşı (Düzen İçi) Çözüm Olur mu?..





26/12/2008


ÖZGÜRCE


Ekonomi bürokratları ve piyasa ekonomicileri, her gün televizyon ekranlarında krizden çıkışın yollarını arıyorlar. İşleri zor elbette, zira krizden çıkış için çözüm önerileri kapitalist sistemin içinde olmak zorunda. Onun dışına çıktıkları anda bugüne kadar inandıkları, varlıklarını armağan ettikleri sistemi reddetmiş, ideolojik anlamda yenilgiyi kabullenmiş olacaklar. Bu duruma düşmemek, yani “kuyruğu dik tutmak için” çıkış aradıkları batağın içinde debelenip duruyorlar. Maalesef siyasi ve ekonomik egemenlik kendilerinde olduğundan, onların bu “sapkın ideolojileri”, başta emekçiler olmak üzere tüm toplumu da o batağın derinlerine çekiyor. Kapitalizmin krizine yine kapitalizm içerisinde çözüm arayışları içerisindeki liberalizmin katı savunucusu bir kesim, maliye ve para politikalarında katılığı, üretim ve emek sürecindeyse esnekliği savunmaya devam ediyor. IMF’nin de desteklediği bu görüşe göre sermayeye verilmek üzere alınan iç ve dış borçların ve faizlerinin geri ödemesinin tehlikeye atılmaması için devlet harcamalarının daha da kısılması gerekiyor. Aksi halde, Türkiye’nin itibarının azalıp, bundan sonra borç bulamayacağından korkuyorlar. Diğer bir kesim, içinde bulunduğumuz krizin derinliğine işaret ederek bu görüşe karşı çıkıyor, para ve maliye politikalarını esnekleştirmesini, yani devletten kasanın ağzını açmasını istiyor. Çünkü onlara göre talep yaratılmadıkça, borçlanma yoluyla ve toplumun vergilerinden oluşan kaynakların sermayeye aktarılmasıyla kriz çözülemez. Bu kesimdekiler talebin nasıl yaratılacağı konusunda farklı önermeler getiriyor. Bunlardan bir tanesi, emekli maaşlarının (ama sadece emekli maaşlarının) artırılması gerektiğini söylüyor. Gerekçe olarak da emeklilerin hemen tüketim yapacaklarını ve diğer aile efradına bu parayı kullandıracaklarını gösteriyor. Bir başka kesim ise bu görüşe “emekliler paraları yastık altına atar, harcamaz” diyerek karşı çıkıyor. Onlara göre talep yaratmak için çözüm, devletin bayındırlık yatırımlarını hızlandırması (2001 krizi sonrasında da olduğu gibi)... Yani yeni barajlar, yeni yollar yapmak, kaldırım taşlarını yenilemek gibi işler yaratıp bu işler üzerinden ihaleler açıp müteahhitler aracılığıyla piyasaya para aktarmak ve bir ölçüde de olsa istihdam yaratmak. Diğer bir görüş ise talebi, yani tüketimi artırmak için kredi mekanizmasını daha etkin biçimde kullanılması gerektiğini söylüyor. Onlara göre Türkiye’de kredi faizleri çok yüksek, bu yüzden insanlar borçlanmaktan kaçınıyor ve tüketim yapmıyor. O halde faizler düşürülerek ve yeni borçlanma olanakları sağlanarak tüketim, yani talep artırılabilir.Televizyon ekranlarında her gün karşılaştığımız bu tartışmalara katılanların gündeminde; işçinin, memurun, emeklinin, işsizin, köylünün, küçük esnaf ve zanaatkarın karnını nasıl doyurduğu, nasıl barınıp nasıl ısındığı ya da sağlık, eğitim harcamalarını nasıl karşıladığı yoktur. Onlar için toplumun çok büyük bölümünü oluşturan bu kesimler, emek maliyeti olmanın ötesinde hiçbir anlam ifade etmez. Ne zaman ki sistem krize girer, talep ihtiyacı ortaya çıkar, o zaman bu kesimdekilerin birer insan oldukları hatırlanır ki, o da sadece tüketici olma boyutuyla... İşte o zaman da başlarlar ‘bunlara nasıl tükettirsek’ diye… Tüketimi artırmayı isterler istemesine de bu, gerçek ihtiyaçların karşılanmasından çok kâr amacıyla ürettikleri bir sürü lüzumsuz mal ve hizmetin tüketilmesi içindir. Bunun için reklamlar ve akla hayale gelmedik pazarlama stratejileri geliştirirler. Asıl önemli olanı ise tüketimin artmasını sağlarken ücretlerin ve sosyal harcamaların artmamasına da özen gösterirler. Yani insanların ceplerinde olmayan parayla, borçlanarak tüketim yapmasını sağlamaya çalışırlar. Emekçileri borçlandırarak tüketimi artırma stratejisi ile sadece gerekli talep sağlanmaz, bunun yanında emekçi sınıflar, hastalık haline gelen tüketim alışkanlıkları ve borçlanmaları sayesinde sisteme daha da bağımlı hale getirilirler.Emekçilerin daha fazla sömürülmesi ve soyulması üzerinden geliştirilen krizden çıkış önerileri sabah akşam televizyonlara getirilerek, başka bir yolun olmadığı düşüncesi dayatılmaya çalışılmaktadır. Bu dayatmaya karşı kapitalist sisteme mahkum olmayan gerçek çıkış önerilerinin geliştirilmesi ve bu önerilerin çok daha güçlü ve yüksek bir sesle dillendirilmesi gerekir. Krizden çıkış önerilerinin geliştirilmesi için emekten yana sosyalist aydınların çok daha organize bir çalışma yürütmesi gerekir. Bunu sağlama görevi, emekten yana partilerin ve sendikalarındır. Buralardan çıkacak çözüm politikalarının dillendirilmesinde ise emeğin sesi olan az sayıdaki gazete ve televizyonun çok daha etkin biçimde kullanılması gerekir. Ama bundan daha önemlisi, gerekirse kapı kapı dolaşıp sömürüye, soyguna dayanan bu sistemin alternatifsiz olmadığının anlatılması ve bunun yaşama geçmesi için mücadelenin örgütlenmesidir. Bu görev de, yerel düzeyde oluşturulan ve tüm emekçi kesimleri temsil eden platformlara düşmektedir.

Bu Vahşete Son Vermek Gerek!...


23/12/2008 08:14

Kriz dönemleri toplumsal yapının köklü biçimde sorgulandığı bir süreci de beraberinde getirir. Kriz dönemlerinde kapitalizmin ideologları, bu sorgulamanın sistemin bütününe yönelmesini engellemek için krizin uygulanmakta olan sermaye birikim rejiminden kaynaklandığını ileri sürer ve yeni bir birikim rejimi önerir. Böylece kapitalist sistemin sürekliliğinin sağlanması hedeflenir.
Örneğin liberalizmin ve sömürgeciliğe dayalı yaygın birikim rejiminin çökmesiyle birlikte 20. yüzyılın ilk yarısında kapitalizm, içe dönük yoğun birikim rejimine geçmiş; artı değeri emek verimliliği üzerinden sağlamak üzere Fordist üretim sistemini yaygınlaştırmış; devlete sosyal işlevler de yükleyerek talep yönlü ekonomi politikalarını uygulamaya koymuştur. Ancak, 1970’lere gelindiğinde yeniden krize girilmesiyle birlikte tekrar çöken kapitalizm, sorumluluğu yine bir önceki birikim rejimine atmış, aslında bir önceki dönemin üretim sistemini, ekonomi politikalarını velhasıl birikim rejimini “neoliberalizm” adı altından yeniden pişirip ortaya koymuştur.
Kapitalizmin kendi ideologları tarafından “son yüzyılın en büyük krizi” olarak da ifade edilen 2008 krizinden sistemi sıyırmak için yine daha önceki krizler gibi köklü bir değişim beklenebilirdi. Ancak, krize karşı ABD ve diğer ülkelerde bugüne kadar ortaya konan politikalar, krize yol açan politikalardan dönülmesi biçiminde değil de krize yol açan politikaların daha da etkin biçimde uygulanması biçiminde oldu. Bu bağlamda, geniş toplum kesimlerinden alıp sermayeye kaynak aktarmak anlamına gelen arz yönlü ekonomi politikaları firmaların kurtarılması bahanesiyle daha da geniş biçimde uygulanmaya başlandı. Öte yandan, emek maliyetini düşürmek üzere üretim ve emek süreci bütünüyle esnekleştirilerek daha güvencesiz daha düşük ücretle çalışmanın çok daha yaygın hale getirilmesi dayatılmaya başlandı.
Bu tablodan görünen o dur ki; sistemin yönetici ve yönlendiricileri krizi, yeniden yapılanmayı gerektirecek kadar köklü görmemektedir. Tam tersine neoliberal politikaların yeterince uygulanmadığı düşüncesiyle ve krizi de gerekçe göstererek bu politikaların daha etkin biçimde uygulanmasını sağlamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla kriz üzerinden sermaye daha da palazlanırken, geniş toplum kesimleri için işsizlik, yoksulluk, açlık daha da derinleşmektedir.
Krizi yaratan politikaların gözü kara biçimde uygulanmaya devam ettirilmesi, tarihteki benzer tepkilerle örtüşmese de beklenmedik bir durum değildir. Zira 20. yüzyılın bundan önceki iki krizinde uygulanan politikalardan keskin dönüşün en temel nedeni; Sovyet bloğunun varlığı yani reel sosyalizmdir. Diğer bir neden ise reel sosyalizmden de güç alan kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının mücadelesidir.
Bugün kapitalizm bu iki tehditten de uzakta dünyayı ve emekçileri daha fazla sömürecek bir düzeni dilediğince uygulayabileceğini düşünmektedir. Bu gidişe bir an önce müdahale edilemezse kapitalizmin dünyaya ve insanlığa vereceği zarar geri dönüşü mümkün olmayan bir boyuta ulaşacaktır. İşte bu nedenle bir an önce kapitalizm vahşetine son vermek için emekçiler ve sermaye dışı diğer toplum kesimlerinin her düzeyde güçlerini birleştirerek mücadeleye yürümesinden başka çare yoktur. Bu yürüyüşün başarısı için yürüyüş sırasında emekçi sınıf içerisinde bu yürüyüşü engellemeye çalışan hainler varsa onların da ayıklanması kaçınılmazdır.

19 Aralık 2008 Cuma

Ne İçin Kimin İçin Üretim?



19/12/2008 ÖZGÜRCE


Emekçiler krizi işsizlik olarak her geçen gün daha fazla hissetmeye başladılar. Kriz karşısında sendikaların ilk refleksi, işyerlerinde üretimin durmasını ve işçi çıkartmalarını engellemeye çalışmak oluyor. Bunun için pek çok sendikanın, ücretlerin düşmesi de dahil olmak üzere çalışanların sahip olduğu birçok haktan vazgeçilmesini kabullendiği görülüyor. Bunun yanında sendikalar, hükümetlerin uygulanmakta olunan arz yönlü politikalar doğrultusunda ardı ardına açıkladıkları sermayeye destek paketlerine karşı olmak bir tarafa, olumlayan bir yaklaşım içerisindeler. İlk bakışta sendikaların istihdamı korumak için işi ve işyerini, diğer bir ifadeyle üretimi korumaya çalışması bir ilk refleks olarak doğal kabul edilebilir. Ancak, krizin gerçek nedenleri de dikkate alındığında, bu yaklaşımın, emekçileri krizden ve krizin faturasını ödemekten gerçek anlamda kurtarıp kurtaramayacağı sorgulanmalıdır.Krizin ve istihdamın daralmasının en temel nedeni, mevcut ürünlere yeterli talebin bulunamamasıdır. Talep olmayınca üretim de durmakta veya yavaşlamakta, dolayısıyla işten çıkartmalar da bunun beraberinde gelmektedir. Talep yetersizliğinin bir nedeni, satın alma gücünün, yani ücretlerin düşüklüğüdür. Diğer bir neden ise üretimin ihtiyacın ötesinde gerçekleştirilmesi, yani aşırı üretimdir. Bugün Türkiye’de ve dünyada sendikaların istihdamı korumak güdüsüyle “ne için kimin için” olduğunu sorgulamadan devamını istedikleri üretim, belki emekçilerin bir süre daha işsiz kalmasını engelleyebilir; ancak, sendikaların bu isteği, aynı zamanda kâr hırsıyla doğayı ve emeği sınırsızca sömüren üretim anlayışının ve bu anlayışın geçerli olduğu sistemin sürmesine de hizmet edecektir. Böylece kısa bir süre içinde ortaya çıkacak yeni bir krizin var olma koşulları, doğrudan emekçiler ve onların örgütleri tarafından hazırlanmış ve desteklenmiş olacaktır. Hele bir de üretim, sermayeye kaynak aktarımı, yani arz yönlü politikalar ile sürdürülecekse (bugün ABD’de, AB ülkelerinde ve Türkiye’de gerçekleşen budur), bu tam da krizin faturasının emekçiye kesildiği anlamına gelir. Zira, devletler aracılığı ile sermayeye aktarılan her kuruş, özellikle sermaye dışı toplum kesimlerinden toplanan vergiler ve toplumun ihtiyaçlarından kısılan kaynaklardan verilmektedir. Dolayısıyla, toplumdan sermayeye kaynak aktarılması, geniş toplum kesimlerini daha da yoksullaştıracak ve satın alma gücünün daha da düşmesine neden olacaktır. Zaten, 1970’lerden bu yana neoliberal politikalar doğrultusunda uygulanan arz yönlü ekonomi politikaları, bugünkü krizin en önemli nedenlerindendir. Krizi çözmek adına bu politikanın uygulanmaya devam etmesi, emekçinin sırtına yüklenen krizi daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Peki, tüm bunların ardından, kapitalizmin iş, aş uğruna dünyayı, insanlığı ve emeği sömüren üretim anlayışından başka çözüm yok mudur? Elbette çözüm vardır. Ancak çözüm için öncelikle “ne için kimin için üretim” sorusunun cevabının, üretim ve kriz bağlantısı da kurularak aranması gerekir. Kapitalizmde üretim sistemi, bugün de kabul gören Klasik İktisat Kuramı’nın “her arz kendi talebini belirler” anlayışı üzerinden hareket eder. Buna göre üretim (arz), ihtiyaca (talep) göre belirlenmez. Tam tersine, önce üretim (arz) gerçekleştirilir, sonra bu üretime ihtiyaç (talep) yaratılmaya çalışılır. Burada arzın, yani üretimin nevî ve miktarını belirleyen ise sermayedarın kâr güdüsüdür. Sermayedar, kârlı gördüğü alanda önce üretimi gerçekleştirir, sonra da buna müşteri bulmaya çalışır. Beklediği düzeyde kâr elde edemediği zaman da krize girer ve işçi çıkartma ya da daha düşük maliyetle işçi çalıştırıp düşen kârını telafi etme yoluna gider.Özellikle 20. yüzyılın ilk çeyreğinde geliştirilen Fordist üretim sistemiyle birlikte gerçekleşen seri üretim, talep gereksinimini en üst düzeye çıkartmış ve bunun sağlanması için özellikle reklamlar kullanılarak, insanların ihtiyaçları yönlendirilmeye ve yeni ihtiyaçlar yaratılmaya çalışılmıştır. Radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve yaygınlaşması bu süreci daha da hızlandırmıştır. 1970’li yıllarla birlikte başlayan küresel rekabet ve serbest piyasa düzeni içerisinde esnekleşen üretim ve teknolojinin de katkısıyla çeşitlenen ürünler, ihtiyaç tanımlaması ve tercihlerin çok daha hızla değişmesi ve yönlenmesine neden olmuştur. Kredi kartları ve tüketici kredileri de bu değişen ve yönlenen ihtiyaçların talebe dönüşmesine katkı sağlamıştır. Böylece, yaşamı sürdürmek ve kolaylaştırmak için gerekli olmayan ama insanın kendisine, çevresine ve ekolojik dengeye geri dönülmez zararlar veren malların (jeep, uçak, cep telefonu, kozmetik ürünler, LCD televizyon vs.) üretimi süratle artmıştır. Her türlü kaynak pek çoğu gereksiz ve hatta zararlı ürünlere aktarılırken, açlığın önlenmesi, havanın, suyun temizlenmesi veya temiz kalması, AIDS gibi hastalıkların önlenmesi, iş kazalarını önleyecek ve işçi sağlığını koruyacak ürünlerin üretilmesi, sağlık hizmetlerinin daha ulaşılabilir hale gelmesi gibi gerçek anlamda “ihtiyaç” olan üretim ve hizmetler ise kaynak bulunamadığı söylenerek gerçekleştirilmemektedir. O halde emekçiler ve diğer sermaye dışı toplum kesimleri, krizlerin faturasını ödememek ve başka krizlerle karşılaşmak istemiyorlarsa, iş için aş için üretimin devamını talep ederken bu üretimin “ne için kimin için” olduğunu da sorgulamaları gerekir. Sermayenin kâr hırsıyla dayattığı, ancak dünyaya, insanlığa zarar veren ve krizleri yeniden üreten ihtiyaçlar üzerinden gerçekleştirilecek bir üretimin sürdürülmesi yerine, ihtiyaçlar toplumsal yarar üzerinden yeniden tanımlanmalı ve bunu karşılayacak bir üretim savunulmalıdır!

12 Aralık 2008 Cuma

Allah’lık Kapitalizm..!


12/12/2008 ÖZGÜRCE

T. Kamu Sen’lilerden sonra Amerikan otomobil devleri de krizden çıkma işini Allah’a havale etmiş. Sadece ABD’nin değil dünya otomobil endüstrisinin merkezi Detroit’te Amerikan otomobil endüstrisini krizden kurtarmak için ayin düzenlemişler. Otomobil endüstrisinin sistemin itici gücü haline geldiği 20. yüzyılın başlarından itibaren Detroit, kapitalizmin en önemli merkezlerinden biri olmuştur. 1910’lu yıllarda verimlilik uzmanı F.Taylor’un geliştirdiği yeni üretim organizasyonu H.Ford tarafından bant sistemiyle birlikte daha da geliştirilmiş ve otomobil endüstrisinde uygulanmıştır. Otomobil üretimiyle başlayan ve Fordizm adını alan bu yeni üretim sistemi, yüzyıl başında krize giren kapitalizmin bu krizden çıkması kadar, ABD’nin İngiltere ve Kıta Avrupası ülkelerine karşı büyük bir üstünlük elde etmesi ve kapitalist sistemin hegemon devleti olmasında da önemli katkısı olmuştur. Fabrika düzeni içerisinde emeğin verimliliğini arttırmaya ve dolayısıyla artı değeri en üst düzeye çıkartmaya dayanan fordizm, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında hakim üretim sistemi olmuştur. 1970’lerde ortaya çıkan krizin en önemli nedenlerinden biri olarak görülmesiyle fordizmin başına “post” sıfatı eklenerek “post fordizm” adıyla başka bir üretim sistemine geçilmişse de bu sistem içerisinde fordizm etkisini devam ettirmiştir. Post fordizm adı verilen ve ABD’li W.E. Deming tarafından Japonya’da geliştirilen (Toplam Kalite Yönetimi olarak da bilinen) esnek üretim sistemi sayesinde otomobil endüstrisinin simgesi olan Detroit’in saltanatı bir miktar sarsılsa da devam etmiştir. 1970’ler sonrasında neoliberal politikalar çerçevesinde finans sektörünün öne çıkması, otomobil sektörünün önemini azaltmış gibi görülse de merkezinde Detroit’in yer aldığı otomobil üretimi gerek yarattığı istihdam, gerekse sağladığı sermaye birikimi bakımından kapitalizmde öncü rolünü daima korumuştur. Başka bir ifade ile otomobil endüstrisi ve Detroit, kapitalist sistemin son 100 yılındaki önemi konumunu sürmektedir.İşte kapitalizm için böylesine önemli olan bir endüstrinin efsanevi merkezinde krizden kurtuluş için Allah’tan yardım beklemek dışında bir çare kalmamıştır. Detroit’teki bu çaresizlik, kapitalist sistemin de çaresizliğidir. Yani, kapitalizmin içinde bulunduğu krizden çıkışı Allah’a kalmıştır. Kapitalizmi Allah kurtarır mı kurtarmaz mı bilinmez ama insanlığı, yerküreyi sömüren, yok eden kapitalizmden kurtulmak için emekçiler ve diğer sermaye dışı toplum kesimlerinin işlerini Allah’a bırakmaları mümkün değildir. Kapitalizmden kurtulmak ve daha yaşanılır bir dünyaya ulaşabilmek için mücadele gerekir. Zira, kapitalizm kendi halinde yok olmaya bırakılırsa yaralı vahşi bir hayvan gibi çok daha yırtıcı olacak etrafına yani, insanlığa ve doğaya çok daha büyük zararlar verecektir. ***Yunanistan’da Cumartesi akşamından bu yana yaşananların sadece 16 yaşında bir çocuğun polis tarafından öldürülmesine yönelik tepkiler olarak bakmamak gerekir. Yunanistan’da başta örgütlü kesimler olmak üzere tüm toplumun tepkisi, krizle de bağlantılı olarak hükümetin politikalarına yönelmiştir. Yunan toplumunun böylesine tepkisel olması ve bu tepkilerini en açık biçimde ortaya koymasında, sosyal güvenlik reformu, kamu reformu, eğitim reformu gibi adlar altında getirilen neoliberal uygulamalara karşı yıllardır sürdürülen tutarlı ve kararlı mücadelenin büyük rolü vardır. Bunun gerçekleşmesinde de en önemli pay kuşkusuz işçi ve kamu çalışanı sendikalarınındır. Bizim sendikalar, tüm bu dönüşüm süreci içerisinde AB’den, hükümetten ya da sermayeden medet ummak yerine mücadeleyi örgütlemek konusunda Yunanistan’da yürüyen mücadeleyi örnek alsaydı sanırım bugün Türkiye’de de kapitalizme karşı mücadele çok daha farklı yerlerde olurdu..!

10 Aralık 2008 Çarşamba

AKP, AB ve Kriz Üzerine…


09/12/2008 08:20

Başlarda krizin teğet geçeceğini iddia eden Erdoğan ve onun AKP’si kriz bodoslamadan Türkiye’yi vurunca “kriz küresel” diyerek krizin sorumluluğundan yan çizme telaşı içerisine girdi. AKP dışında pek çok çevrede de krizin Türkiye üzerine etkisinde AKP’nin sorumluluğunun ne düzeyde olduğu konusunda farklı düşünceler ortaya atılmaya başlandı. Bu farklılaşma kimi sol gruplar ve sendikal yapılar içerisinde de yaşandı. Örneğin sendikaların krize karşı yayınladıkları programların kiminde AKP krizin baş sorumlusu olarak gösterilirken, kiminde ise AKP’nin krizle arasında en ufak bir bağlantı dahi kurulmadı.Hemen söylemek gerekir ki bu iki uç düşüncenin de tam olarak doğru olduğunu düşünmüyorum. Yani, geçen 6 yıl boyunca iktidarda AKP değil de örneğin CHP ya da MHP olsaydı krizin Türkiye’de yaşanacak boyutunda hiçbir farklılık olmayacaktı. Öte yandan AKP, iktidardaki 6 yılında neoliberal yapısal uyum programlarını harfiyen uygulamayıp Türkiye serbest piyasa ekonomisine bu kadar eklemlenmeseydi krizin etkileri bu denli derinden yaşanmayacaktı. Bu oldukça karmaşık ve çelişkili gibi gözüken durumu; AKP’yi çok iyi kontrol edilebilen ve dolayısıyla görevini başarıyla yerine getiren bir “kukla” olmasıyla açıklayabiliriz. Bugün parlamentoda iktidar alternatifi olarak bulunan partiler bu “kukla” işlevini AKP’den daha iyi yapabileceklerini kanıtlayabilselerdi, 3 Kasım 2002 seçimlerinden çok kısa bir süre önce AKP diye bir parti hortlamaz ve tek başına iktidara gelemezdi… Başka bir söyleyişle, bugün iktidar koltuğunda başka bir parti değil de AKP varsa, bunun nedeni bu partilerin ulusal ve uluslar üstü egemen güçlere yapısal uyum programlarını uygulama konusunda yeterli güveni verememiş olmalarıdır. Dolayısıyla, bugün gelinen noktada AKP’yi tek sorumlu olarak görmek, AKP’yi kanatları üzerine bindirip çok kısa bir sürede iktidara uçuran ve onu ısrarla orada tutan gücün göz ardı edilme tehlikesini de beraberinde getirir. Böylece, toplum karşıtı politikalar nedeniyle yıpranan ve hedef haline gelen siyasi partileri belirli aralıklarla değiştirip, toplumun tepkisini yumuşatarak yoluna devam etmeyi alışkanlık haline getirmiş olan kapitalizmin oyununa gelinmiş olur. O halde krizin Türkiye sorumlusunu arıyorsak, önce krizi yaratan sorunun kaynağını yani kapitalizmi hedefimize almalı ve onun kullandığı ulusal ve uluslararası aktörleri sorgulamalı ve AKP’yi de bunların Türkiye’deki maşası olma işleviyle değerlendirmeliyiz. Aksi halde krize yönelik analizler daha başından hatalı olur ve bunun üzerine savunulacak talepler ve bu talepler etrafında örülecek mücadele de doğru bir zemine oturtulamaz. Örneğin, krizin sorumluluğunu sadece dış güçler diye genel bir tanımlama içerisinde ele alıp, AKP’yi kendinden menkul bir siyasi oluşum olarak görmek ne kadar yanlışsa, sendikalar tarafından hazırlanan kimi kriz programında olduğu gibi sadece AKP ya da onun yanında bir de IMF’yi zikrederken örneğin DB’yi ya da AB’yi görmezden gelmek de en az o kadar yanlıştır.Hemen tüm sendikaların AB konusundaki hassasiyetinin nedeni malumdur. Sendikalar yıllardır pek çok ad altında aldıkları fonlar üzerinden AB’den parasal destek almaktadır. Kimi sendikaların AB üzerinden dolaylı ya da doğrudan elde ettikleri parasal kaynaklar toplam gelirleri içinde en büyük kalem haline gelmiştir. Yani, AB kaynaklı fonlardan sağladıkları gelir üye aidatlarından daha yüksek rakamlara ulaşmıştır. Sendikaları AB’ye bağımlı hale getiren bu parasal ilişki nedeniyle birçok sendika ve konfederasyon AB hakkında olumsuz herhangi bir beyandan kaçınmaktadır. Hal böyle olunca da kriz programlarının gerçekçiliği daha krizin tespiti aşamasında ortadan kalkmakta ve bununla birlikte krize karşı mücadele beyanları da boşa düşmektedir. Sonuç olarak AKP, IMF ve bazı programlarda serbest piyasa ekonomisi krizin sorumlusu olarak gösterilirken, AKP iktidarının temel direği olan, Türkiye’ye serbest piyasa ekonomisini açıkça dayatan AB ise “sütten çıkmış ak kaşık” gibi gösterilmektedir. Sendikaların AKP ve sermaye ile birlikte AB’cilikte buluştuğu bu noktada ne AKP’yi krizin sorumlusu olarak göstermenin anlamı kalmaktadır ne de krize karşı mücadelenin inandırıcılığı…

5 Aralık 2008 Cuma

Güngör Uras’ın Sendika Anlayışı Üzerine…


05/12/2008

ÖZGÜRCE

Güngör Uras’ın Milliyet Gazetesi’nde “İşçi Sendikaları İşten Çıkartmaları Seyrediyor” başlıklı yazısını görünce oldukça şaşırdım (4 Aralık 2008). Zira bir süredir AKP Hükümetini karşısına alan hükümete karşı her türlü toplumsal ve bireysel tepkiyi en ince biçimde değerlendiren Doğan Medya Grubu, emekçilerden yükselen tepkilere pek de itibar etmiyordu. 29 Kasım mitingi ve 30 Kasım Gebze mitingi bunun en yakın örnekleriydi. Şimdi ne olmuştu da Doğan Grubu’nun bir yazarı kriz karşısında sendikaların tavrını yetersiz bulmuş ve eleştirisini yazı başlığına kadar taşımıştı? Aslında Güngör Hoca, sermaye medyasındaki diğer ekonomistlerden farklı olarak özelikle Ayşe Teyze tiplemesi üzerinden ekonominin sokağa, ocaktaki tencereye nasıl yansıdığını göstermek iddiasını hep taşımıştı. Ama bu iddia Ayşe Teyze’nin birikimlerini borsada mı, dövizde mi ya da devlet tahvilinde mi değerlendirmesi gerektiği konusunda yol göstermenin pek de ilerisine geçmemişti. Yani, işsizlik; asgari ücretin dahi altında çalışmak zorunluluğu; sağlık, sosyal güvenlik hakkının kaybedilmesi ya da örgütlenme hakkının engellenmesi Güngör Hoca’nın çok da gündemine aldığı konular değildi. Hal böyle olunca sendikaların işsizlik karşısındaki duyarsızlığına vurgu yapan başlığa sahip bir yazı oldukça ilginç gelmişti. Ama “İşçi Sendikaları İşten Çıkartmaları Seyrediyor” başlığının altındaki yazıyı okuyunca Güngör Hoca’nın asıl derdi ortaya çıktı ve doğrusu şaşkınlığımızın da gereksiz olduğunu gördük. Güngör Hoca, yazısına başlarken yüzde 10’ların dahi aşağısında olan sendikalaşma oranını (yanlış olduğu herkes tarafından bilinen) Çalışma Bakanlığı verilerini doğru kabul edip yüzde 58 olarak göstermiş. Bu arada, 4688 sayılı yasaya göre kurulu kamu emekçi sendikalarını ve onların üyelerini ise tamamen göz ardı etmiş. Ama bundan çok daha önemlisi kriz nedeniyle işten çıkartmalar konusunda kötü niyetli, fırsatçı işverenleri zikretmekle birlikte, “bazı işyerleri mecburiyetten işçi çıkartıyor” ifadesiyle işçi çıkartmaların mazur görülecek bir yanı olduğunu da vurgulamış. Yazının başlığını da oluşturan ifadelere gelince; Hocamız, başlangıçta son derece önemli bir tespitte bulunmuş ve işten çıkartmaları kastederek şu soruları yöneltmiş: “İyi de bu tabloda işçi sendikaları ne yapıyor? Mercedes makam arabalarında hava atan sendika ağaları nerede? Bu tabloda işçi sendikalarının işçinin yanında olmaları gerekmez mi?”Güngör Uras’ın kriz gerekçeli işten çıkartmalar karşısında sendikaları sorgulaması son derecede anlamlıdır. Gerçi sendikacılar içerisinde Mercedes’i değil otomobili bile olmayan ve ağalık iddiası bulunmayan sendikacılar da mevcuttur. Bu genelleme ile sendikal mücadeleye inanmış ve bu mücadelenin içinde bedel ödemeyi göze alarak yer alan pek çok sendikacıya haksızlık yapılmıştır. Ama buna rağmen sorgulamanın yerinde olduğuna kuşku yoktur. Ancak esas ilginç olan Güngör Uras’ın bu sorular ardından getirdiği çözüm önerileridir. Sevgili hocamızın kriz karşısında sendikalara önerisi; krizden olumsuz etkilenen işverenlere sendikaların destek olması şeklindedir. Bu öneriye göre, üretimi düşen işyerlerinde ücretler düşürülerek işten çıkartmalar engellenebilir. Ücreti düşen işçilere de sendikalar ellerinde bulunan fonlardan (burada fon olarak ifade edilen üyelik aidatlarından oluşan paralardır sanırım) katkı sağlanabilir.Güngör Uras, bu önerisiyle sendikaları ilk ortaya çıktıkları ve yardım sandıkları biçiminde faaliyet gösterdikleri 19. yüzyıl öncesi dönemdeki gibi algıladığını göstermektedir. Oysa, o dönemden bu yana emekçiler, kendi aralarında yardımlaşarak sistemin kendilerine reva gördüğü sömürü ve sefalete karşı koyamayacaklarının bilincine ulaşmış ve sendikaları hak alma mücadelesinin en etkin araçlarından bir haline dönüştürmüştür. Bu bağlamda Güngör Uras’ın önerisi, emekçilerin 200 yıl geriye dönüp kapitalizmi, onun krizlerini sorgulamayıp ve onunla mücadele etmeyip, ortaya çıkan sömürü ve sefaleti “kader” olarak kabullenmesi anlayışını ortaya koymaktadır. Bu anlayışın, krizi dua ederek bitirmeye çalışan T.Kamu Sen’lilerin anlayışından pek de farkı yoktur. Kriz ve krizin ortaya çıkarttığı koşullar karşısında en azından bir kısım sendikacının ağalık anlayışını ve sefa içerisindeki yaşamını sürdürmesini gündeme getirmek ve eleştiriye açmak son derece önemlidir. Ancak, çözümü krizde en ufak bir sorumluluğu olmayan emekçiler üzerine yıkmak ve krizi yaratan sistemle mücadele etmesi gereken sendikaları da yardım sandıklarına dönüştürme düşüncesinin sermaye sınıfının egemenliğini sürdürme gayretinin bir parçası olduğunu unutmamak gerekir.Sözün özü: Sendikaların içerisinde bulunduğu ve Güngör Uras’ın da belirttiği “rezil” konumdan çıkmasının ve emekçi kesimlerin sorunlarına çözüm olmasının yolu; yardımlaşmalar ve dualar değildir. Emekçi sınıflar için çözüm; sınıfsal bir anlayış içerisinde, tüm emekçi kesimleri kapsayan bir sendikal mücadelenin ortaya konulması ve tüm parasal kaynakların da “sınıfsal dayanışma” içerisinde “toplumsal mücadele” için kullanılmasıdır.

29 Kasım’da Ankara’da…


28/11/2008

ÖZGÜRCE


Kapitalizmin şapkasının düşüp kelinin görülmesinden yani bir kriz içerisinde olunduğunun saklanamaz hale gelinmesinden bu yana yaklaşık 2 ay geçti. Sadece bu iki aylık sürede binlerce işyeri kapandı, yüz binlerce emekçi işsiz kaldı. İşini kaybeden emekçilerin bir kısmı sendikalıydı. Örneğin Akbank’ta işten çıkartılan bini aşkın emekçinin BANKSİS diye bir sendikaları vardı ve her ay o sendikaya aidat öderlerdi. Ama işten çıkartıldıklarında sendikadan en ufak bir ses dahi çıkmadı. Sendika, üyeleri işsiz kalırken bırakın bunu engellemek için mücadele etmeyi işten çıkartılanların sayısı konusundaki belirsizliği ortadan kaldıracak bir açıklama dahi yapmadı. Tıpkı binlerce üyesi işsiz kalırken en ufak bir müdahalede bulunmayan Çimse İş ve Türk-Metal sendikaları gibi…Bir sendika, üyesinin istihdamını bile savunamazsa bu sendikal anlayıştan üyeleri ve diğer emekçi kesimler ne bekleyebilir? Biz haftalardır krize yönelik yazılarda, konuşmalarda diyoruz ki; kriz dönemleri ekonomik sistemin ve toplumsal yapının sınıfsal güç ilişkilerine bağlı olarak yeniden yapılandığı dönemlerdir. Bu dönemlerde emekçiler örgütlü bir mücadele yürütemezse kriz sonrasında oluşacak koşullarda sermayenin sömürü ve soyguna dayanan düzeni emekçiler için çok daha büyük bir yıkım getirecektir. Bu yıkıma engel olabilmek için emekçilerin sınıfsal anlayış içinde örgütlenmesi gerekir. Günümüz koşullarında işçi sınıfını en geniş anlamda kapsayacak örgütler ise sendikalardır. Dolayısıyla sendikaların örgütlü örgütsüz tüm emekçi kesimleri kapsayan sınıfsal ve kitlesel bir mücadeleyi örgütleme sorumluluğu vardır.Daha üyesinin istihdamını koruyamayan bir sendikal anlayışın sınıfsal bir mücadeleyi örgütlemesi elbette beklenemez. O halde sendikalar arasında ciddi bir ayrışmaya ihtiyaç vardır. Kendisini Türkiye’de emek ve demokrasi mücadelesinin bir unsuru olarak gören ve bunun için mücadele beyanında bulunan sendikaların kendilerini diğerlerinden ayrıştırması gerekir. Bunu yaparken de sendikalar, sınıfsal bir anlayış içerisinde oldukları ve bu anlayış içerisinde mücadele yürütecekleri yönündeki tavrı ve iradeyi açıkça ortaya koymalıdır. Aksi halde tüm sendikalar, emekçiler tarafından yukarıda örnekleri verilen sendikalarla aynı anlayış içerisinde kabul edilmeye mahkum olacaktır.KESK ve DİSK’in 29 Kasım’da aldıkları miting kararı, bu konfederasyonların mücadele yönünde ortaya koydukları iradenin beyanı olarak kabul edilebilir. Ancak, sadece bu kararın alınması yeterli değildir. Zira Türkiye işçi sınıfı bugüne kadar “görüntüyü kurtarmak” babından yapılan ve ötesi gerisi boş olan birçok eylem kararına tanıklık etmiş, onun hayal kırıklığını yaşamıştır. Bu bağlamda, mitinge katılımın sağlanması, miting sürecindeki kararlılık ve miting sonrasında mücadeleyi daha öteye sürükleme konusunda alınacak tavır, bu konfederasyonların yönetimleri konusunda nihai düşüncenin oluşmasını sağlayacaktır.29 Kasım mitinginin iki konfederasyon tarafından düzenlenmiş olması, diğer konfederasyonların üyeleri ile örgütsüz işçilerin, memurların, işsizlerin, köylülerin, esnafın, küçük üreticinin, öğrencinin bu mitinge katılmasını engellememelidir. Gerçi bu miting öncesinde yerel düzeyde gerçekleşen çalışmaların (sürenin azlığından da kaynaklanan) yetersizliği katılım konusunda olumsuz etki yaratacaktır. Ancak yine de kriz koşullarının yakıcılığı bu olumsuzluğu bertaraf edebilir. Mitinge katılım konusunda diğer bir olumsuzluk, KESK ve DİSK içerisinde mevcut yönetimi tasvip etmeyen ve bu mitingin başarılı olmasının yönetimdeki anlayışın başarısı olarak kabul edileceği düşüncesinde olan kimi çevrelerin bilinçli biçimde mitinge katılımı engelleme çabalarıdır. Kriz üzerinden emekçileri on yıllarca sürecek bir sefalete mahkum edecek bir düzenin oluşumunun hazırlandığı son derece kritik bir süreçte dar çıkarlar ya da hırslar ile hareket edilmesi kabul edilemez. Her iki konfederasyonun yönetimleri konusunda ben de pek çok çekinceye sahibim ve yanlış politikalarını her vesile ile eleştiriyorum. Ancak şunu unutmamak gerekir ki işçi sınıfının önemli başarılar elde ettiği mücadeleler sendika yönetimlerinin niyetlerinin ötesine zorlanmasıyla gerçekleşmiştir. 29 Kasım mitingi ve daha sonraki mücadele sürecinden de başarı ile çıkılacaksa bu tüm emekçilerin dayanışma içinde yürüteceği mücadele ile gerçekleşecektir ve bu başarı tüm emekçi kesimlerin olacaktır. Aynı şekilde ortaya çıkacak bir başarısızlığın faturasını da tüm emekçi kesimler ödeyecektir. Dolayısı ile zaman mücadeleyi kişiselleştirme değil olabildiğince yaygınlaştırma ve derinleştirme zamanıdır. Bu süreçte, dar grupsal anlayışlar ve kişiselleştirmeler nedeniyle 29 Kasım gibi mücadele açısından son derece kritik bir dönemde gerçekleşecek bir eylemi baltalamanın vebalinden kimse kurtulamaz.!Sözün özü: Kriz bahanesiyle sermaye ve hükümet sermaye dışındaki tüm toplum kesimlerinin daha fazla yoksullaşmasının, işsizleşmesinin programını yapmaktadır. Buna karşı “dur” demenin tek yolu, bu programlara razı olmayacağını, buna karşı mücadele edeceğini emekçi sınıfların tüm gücüyle haykırmasıdır. 29 Kasım tüm emekçi kesimlerin bu haykırışı ve mücadele kararlılığını göstermesi bakımından önemli bir olanaktır. Bu olanak iyi kullanılmalı ve Türkiye’de demokrasi için insanca yaşamak, insanca çalışmak için Cumhuriyet mitinglerinde, Nevroz alanlarında, Alevi mitinglerinde meydanları dolduran emekçi milyonlar, sınıfsal dayanışma içinde 29 Kasım’da Ankara’da buluşmalıdır..!

25 Kasım 2008 Salı

Kriz, İşsizlik ve 29 Kasım Mitingi…


25/11/2008 07:57
Kapitalist sistemde emekçi kesimlerin karşılaşacakları en büyük tehlike emek gücünü satamaması yani çalışamamasıdır. Çünkü emekçi, emek gücünü satamadığı anda gelir elde edemez ve yaşamını sürdüremez. Emek gücünün satılmasını engelleyen en önemli etken çalışacak bir iş bulamamak yani işsiz kalmaktır. Sermaye, emekçi için yaşamsal bir tehdit olan işsizliği emek maliyetini düşürmek ve işçi sınıfı üzerinde ideolojik tahakküm kurmak üzere kullanılır. İşsizliğin emek maliyetini düşürme işlevi emeğin birbiri ile rekabetinin yoğunlaşması yoluyla olur. İşsizliğin ideolojik tahakküm aracı olarak kullanılması, diğer bir ifadeyle “emekçiyi işsizlikle terbiye etmesi” ise emekçinin yaşamının sermaye sınıfının elinde olduğu ve sorgulamadan ona itaat etmesi gerektiği algısının yaratılması üzerinden gerçekleşir.
Kriz dönemlerinde sermaye, işsizlik silahını çok daha etkili biçimde kullanmaya çalışır. Çünkü kâr hadlerinin düşmesiyle oluşan kriz koşullarında sermaye, ilk iş olarak kârı tekrar yükseltmek üzere emek maliyetini düşürmeyi hedefler. Bunu da istihdamı azaltıp emek verimliliğini arttırarak ve işsizlik tehdidi ile ücret ve diğer sosyal hakları gerileterek gerçekleştirmeye çalışır. Öte yandan kriz dönemlerinde sermaye ve daha genel anlamıyla kapitalizm, diğer dönemlere göre çok daha fazla sorgulanmaya başlanır. Başka bir ifade ile kapitalist ideolojinin hegemonyası sarsılır. İşte bu süreçte emekçiler işsizlik tehdidi altında yaşamlarını sürdürmek üzere birbirleriyle rekabet ederken, sistemin ve sermayenin sorgulanmasının ve örgütlü bir güç oluşturmasının engelleneceği düşünülür.
Eğer, emekçi sınıfların örgütlendiği sendika ve siyasi oluşumlar, sınıfsal bir bakış açısıyla hareket etmiyor ve sermaye ile uzlaşı içerisinde bulunuyorsa, sermayenin işsizlik üzerinden beklentilerinin gerçekleşme olasılığı yüksek olur. Ama emek örgütleri, kapitalist sistemin işleyiş mantığı üzerinden hareket eder yani, sınıfsal bir perspektifle mücadeleyi örgütlerse emekçi için yaşamsal olan işsizlik tehdidi sisteme karşı bir enerjiye dönüşebilir ve işsizlik silahının namlusu emekçiden sermayeye çevrilebilir.
Bunun gerçekleşebilmesi için her şeyden önce sendikaların, sermayeye olan bağımlılıklarından kurtulması ve sadece üyelerini değil başta işsizler olmak üzere tüm toplum kesimlerini kapsayan sınıf ve kitle sendikacılığına dönmesi gerekir. Ancak, sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışıyla hareket eden ve emekten yana tüm siyasi oluşumlarla en sıkı biçimde işbirliği ve dayanışma içerisine girerek en geniş taban üzerinde oluşturulan bir mücadele emekçileri bu sömürü ve soygun düzeninden kurtaracaktır. Zamanlaması, hazırlık aşaması ve ardından gelecek adımların belirsizliği gibi pek çok yönden eleştiriye açık olmakla birlikte 29 Kasım’da KESK ve DİSK tarafından düzenlenen Ankara mitingi bu noktada önemli bir fırsattır. Düzenleme kararını alanların niyetinden öteye bu miting, sermayenin talepleri doğrultusunda hazırlanan kriz paketlerinin gündemde olduğu bir süreçte, hem emekçilere mücadele cesareti vermesi hem de hükümete ve sermayeye bu sömürü ve soygun düzenine rıza gösterilmeyeceğinin beyanı bakımından son derece önemlidir. İşte bu nedenle tüm emek örgütlerinin, emekten yana siyasi oluşumların ve en önemlisi işçi, işsiz, memur, taşeron çalışan, köylü, küçük esnaf, küçük üretici öğrenci ve diğer tüm emekçi kesimlerin 29 Kasım Ankara mitinginde ses vermesi gerekir..!

29 Kasım Mitingi


21/11/2008 ÖZGÜRCE

Sermayenin krizi son sürat derinleşiyor ve yayılıyor. Türkiye’nin dört bir yanından işten çıkartma haberleri geliyor. İşten çıkartma okumuş okumamış, vasıflı vasıfsız, sendikalı sendikasız tanımadan tüm emekçileri vuruyor. Emekçiler, patronlarının karı düştü diye işsiz, aşsız kalıyor. Kriz nedeniyle emekçilerin yaşamına yönelen saldırı karşısında emekçilerin mücadele etmesi “benim yaşamımı, ailemin yaşamını senin kâr hırsına kurban etmeyeceğim” demesi gerekiyor. Ama, bunu tek başına söylenmesinin hiçbir anlam ifade etmeyeceği malum. Emekçiler ancak bir araya gelip örgütlü bir mücadele yürütürse emekçiler işine, aşına, yaşamına sahip çıkabilir. Emekçilerin sermayeye karşı bir arada mücadele edebilmelerini sağlayan en önemli araç ise sendikalardır. Kriz dönemlerinde sendikaların ekonomik talepleri dillendirerek üyelerinin haklarını koruma anlayışı anlamını bütünüyle yitirir. Çünkü daima üzeri örtülmeye çalışılan ekonomi ile siyaset arasındaki bütünlüklü ilişki, kriz dönemlerinde çok daha açık biçimde ortaya çıkar. Bu dönemlerde ekonomik talepler siyasi taleplere dönüştürülerek bunlar üzerinden mücadele edilmesi gerekir. Bu mücadelenin yürütüle bilmesi için ise ancak sınıfsal düşünceye/duruşa sahip, tüm emekçi kitleleri kucaklayan bir sendikacılık anlayışı gereklidir. Bu dönemlerde faaliyetlerini üyelerinin ekonomik çıkarlarıyla sınırlı tutan ve/veya hala sermaye ile uzlaşılabileceğini düşünen sendikalar, sermayenin krizi içinde kaybolup gider. Zira kriz, sistemin kirli yüzünü ortaya çıkarttığı kadar onunla uzlaşma içindeki sendikaların da kirli yüzünü tüm açıklığı ile ortaya çıkartacaktır.Krizin emekçi kesimler başta olmak üzere tüm toplum üzerinde yaratacağı yıkımın iyiden iyiye ortaya çıktığı bu süreçte sendikaların özellikle konfederasyonlar düzeyinde sergiledikleri tutum son derece vahimdir. Daha krizin henüz başlarında olunmasına rağmen işsiz kalanların sayısı milyonlara ulaşmışken konfederasyon başkanları gaflet uykusundan uyanamamış, hükümetten “sosyal program” beklentisi içerisindedir (Radikal, 16 Kasım 2008). Hem de bu beklenti “krize karşı önlem alınırken emekçiler de unutulmasın” gibi sadaka dilenir bir ifade ile dillendirmektedir. Bu ifadeleri ile sendikacılar açık biçimde kriz karşısında emekçilerin mücadelesi içerisinde olmayacaklarını beyan etmektedir. İşten atılan sendika üyesi işçilerin sendikaları tarafından dahi sahiplenilmemesi de zaten, yıllarca kendisine aidat ödemiş üyesine sahip çıkmayan sendikanın emekçi kitlelere ne hayrı olur sorusunu akıllara kazımaktadır.Şüphesiz kriz karşısında sendikalar cephesinde hakim olan bu vahim tablo içerisinde KESK ve DİSK’in çağrısıyla 29 Kasım’da düzenlenen Ankara mitingi, biraz da olsa bir umut havası estirmiştir. 29 Kasım mitingi zamanlaması, hazırlık aşaması ve sonrasından gelecek adımların belirsizliği gibi pek çok yönden eleştiriye, tartışmaya açık bir düzenlemedir. Ancak, emekçi sınıflar açısından böylesine hassas bir dönemde açıklanan bir miting kararının (tüm eleştiri ve tartışma süreçleri askıya alınarak) sahiplenilmesi gerekir. Çünkü KESK ve DİSK gibi Türkiye sendikal hareketinin en önemli iki kurumunun çağrısıyla gerçekleşen bir mitingin başarısızlığının bedelini tüm emekçiler ve hatta sermaye dışındaki tüm toplum kesimleri ödeyecektir. İşçisinden işsizine, memurundan öğrencisine, esnafından köylüsüne tüm emekçi kesimlerin sahipleneceği bir 29 Kasım (miting kararını verenlerin niyetinden de öteye) Türkiye’de tüm dengelerin beklenmedik bir biçimde değişmesine neden olabilir. Her şeyden önce tüm emekçi kesimlerce sahiplenilen böyle bir miting, umutsuzluğa kapılmış emekçi kesimlerin yeniden umutlanması ve mücadeleye katılmasını sağlar ki bu daha geniş kapsamlı mücadelelerin yolunu açar. Hükümet ve sermaye kesimi ise emekçi sınıfın mücadele iradesini ortaya koymasıyla ayağını denk alır ve emeğin haklarını sınırsızca çiğneme keyfiyetini eskisi kadar sürdüremez. Öte yandan, gaflet uykusundaki sendikacılar da belki biraz dürtülür, dürtülmese de emekçilerin mücadelesinin altında bürokrasi duvarları tepelerine çöker de ak sendika kara sendika ortaya çıkmış olur. Ama eğer 29 Kasım mitingi başarısız olursa hiç şüphe olmasın ki sermayenin saldırıları çok daha şiddetli olacak, emekçiler arasında da umutsuzluk derinleşecek ve önümüze hem ekonomik hem de siyaseten çok daha kötü bir tablo çıkacaktır.Sözün özü: 29 Kasım mitingi, düzenleyenlerin niyetlerinden de öte Türkiye’de sınıf mücadelesi için önemli bir sınav olacaktır. Bu sınavdan kaçmanın mazereti yoktur. Başta çağrıcı konfederasyonların üyeleri olmak üzere, diğer konfederasyona bağlı emekçiler, örgütsüz işçiler, işsizler, öğrenciler ve tüm emekçi kesimlerin bu mitinge katılması için çalışmalar yapılmalıdır. Her ne gerekçeyle olursa olsun bu mitingi etkisizleştirmeye çalışmak Türkiye emekçi sınıflarına yapılacak en büyük kötülüktür.

11 Kasım 2008 Salı

Güvencesiz Bilim Olmaz...!


11/11/2008 08:30

YÖK düzeniyle birlikte başlayan piyasalaşma süreci, üniversitelerde esnek ve güvencesiz çalışma koşullarını da beraberinde getirmiştir. Malum olduğu üzere piyasalaşma, üniversiteyi kâr /zarar hesabı yapan bir işletmeye dönüştürmüştür. Kâr / zarar hesabı yapan bir işletmenin olmazsa olmaz ilkesi; bir taraftan sunulan üretim ya da hizmetin fiyatlandırılmasıysa diğer taraftan da üretim ve hizmetin sunumu üzerinden en yüksek artı-değeri elde etmektir. Üniversite, bir işletmeye dönüşmesinin doğal sonucu olarak, üniversitede sunulan her nevi emek üzerinden daha fazla artı değer elde etmek üzere yeniden yapılanacaktır.
Günümüz kapitalist üretim / hizmet sürecinde artı değeri en üst düzeye taşımanın yolu esnekliktir. Esneklik, bir taraftan emeğin en ucuz yoldan teminini ve istihdamını sağlarken, diğer taraftan emekçilerin birbirleri ile rekabetini en üst düzeye çıkartarak emeğin örgütsüzleşmesine neden olmaktadır.
Emek maliyetini düşürüp, sömürüyü arttırmayı hedefleyen sermaye için “kaymaklı ekmek kadayıfı” kıvamında olan esnekliğe, üniversiteyi yönetmeye ya da daha gerçek ifadesi ile “işletmeye” soyunan idareciler de dört kolla sarılmaktadır. Çünkü üniversitede başarılı yönetici (ya da işletmeci) olmanın koşulu bilimsel üretim ya da akademik öğretimin düzeyi değil, daha fazla kâr elde edebilmektir…
Üniversitede daha fazla kârı sağlamak üzere taşeron çalıştırmadan stajyer öğrenci istihdamına kadar pek çok esnek istihdam türü geçerli hale gelmeye başlamıştır. Üniversitedeki esnek istihdamın en tehlikeli boyutu kuşkusuz öğretim elemanların istihdamındaki esnekliktir. Bilimsel üretim ve sunum işini gören öğretim elemanlarının istihdamlarının ve dolayısı ile güvencelerinin esnekleşmesi, onları gelecek güvencesi kaygısına itmekte ve bilimsel faaliyetleri özgürce gerçekleştirmelerini engellemektedir.
Üniversitede en güvencesiz olan kesim kuşkusuz araştırma görevlileri, araştırma görevlileri içerisinde de 2547 sayılı YÖK yasasının 50/d maddesine göre çalışanlardır. İstihdam koşulları, burslu lisansüstü öğrenci konumuna indirgenen 50/d’li araştırma görevlileri lisansüstü öğrenimleri başarıyla bitirseler de üniversite ile istihdam ilişkileri sona ermekte yani, işten atılmaktadırlar. 50/d’li araştırma görevlilerinin üniversitedeki işlerini sürdürebilmelerinin tek bir koşulu vardır. O da bağlı oldukları akademik ve idari kadroların “hoşuna gidecek” konular üzerine çalışmalar yapmak ve mümkünse bu çalışmalarını bir projenin parçası haline getirip üniversiteye gelir getirmektir. 50/d statüsünde olmayan araştırma görevlilerinin istihdam güvenceleri görece daha iyi olmakla birlikte, üniversitede yükselebilmek için benzer baskılar, giderek azalan kadrolu (33/a) araştırma görevlileri ve hatta yardımcı doçentler için de geçerlidir.
Araştırma görevlilerinin akademik ve idari olarak bağlı olduğu kadroların önemli bölümü, YÖK düzenin mali, siyasi ve idari baskı sürecinden geçmiş, mali yetersizlikler nedeniyle sermayeden ya da AB veya Soros fonlarından nemalanmak üzere projeler peşinde koşmaktadır. Hal böyle olunca yüksek lisans ve doktora tez çalışmaları yapan araştırma görevlilerinden beklenen de sermayeye ve kapitalizmin uluslararası kurumlarına hizmet eder konular üzerinde çalışmalarıdır. Bunun diğer bir anlamı ise üniversite içerisindeki tüm çalışmaların toplumsal çıkarı bir tarafa bırakıp, sermayenin çıkarlarına yönelmesidir.
Sözün özü: Üniversitede esnek ve güvencesiz istihdam sadece bu koşullar içerisinde çalışanların değil tüm üniversitenin ve toplumun sorunudur. Üniversitenin, bilimin sermayenin hizmetinden çıkıp tekrar toplumla bütünleşmesi için öncelikle üniversitedeki esnek ve güvencesiz çalışmaya son verilmesi gerekir. Sorun tüm sermaye dışı toplum kesimlerinin sorunu olunca bu sorunun çözümü de yine tüm bu kesimlerin ortak mücadelesiyle gerçekleşebilecektir.

9 Kasım 2008 Pazar

Kriz Karşısında Sendikalar Ne Yapıyor? -4


07/11/2008

ÖZGÜRCE

Kapitalist sistemin ideologluğunu yapan pek çok iktisatçı da içinde bulunduğumuz krizi, tarihin en büyük krizi ya da yüzyılın en büyük krizi olarak tanımlamaktadır. Marksistlerin 1970’lerden beridir işaret ettiği krizin kapitalizmin ideologlarınca kabullenilmesi önemlidir. Çünkü bu, kapitalist sistemin ideolojik anlamda çöküntü içerisine girdiğini gösterir. Kapitalizmin ideolojik bir çöküntü içerisinde olması onun ekonomi ve siyaset üzerindeki hegemonyasının bütünüyle sarsılıp ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Ama ideolojik olarak sarsılma, insanlığın, kapitalizmin gerçek yüzünü tüm çıplaklığı ile görmesi ve ona karşı bir mücadele başlatması bakımından önemli bir fırsat sunar. Kapitalizmin emeği ve doğayı yok eden gerçek yüzünün toplumların geniş kesimlerince görülmesi, kapitalizme karşı bir mücadeleye dönüşmediği sürece kapitalizm, ideolojik çöküntüsüne rağmen yoluna devam edecektir. Kapitalizmin insanlık ve doğa üzerinde yarattığı vahşetin durdurulabilmesinin tek yolu, tarihsel süreçten de öğrendiğimiz gibi emekçilerin sınıfsal bir perspektifte yürüteceği mücadeleyle olur. Emekçi sınıfların bu mücadelesi, yine tarihsel sürecin gösterdiği üzere sendikalar ve emekçi kesimleri temsil kabiliyeti olan siyasi partiler üzerinden örgütlenebilir.Türkiye, kapitalizmin vahşiliğini derinleştirme politikalarını yaşama geçirdiği 12 Eylül darbesi ile emekçilerin sendikalar ve siyasi partiler üzerinde mücadele kanallarını önemli ölçüde engelledi. Buna rağmen kimi sendikalar ve siyasi oluşumlar, emekçilerin mücadelesini yürütebilmek için çaba gösterdi. Bunlar içinden siyasi oluşumlar sendikalara göre çok daha fazla darbe aldıklarından ve antidemokratik seçim sistemi nedeniyle geniş emekçi kesimleri temsil edebilecek olanaklardan yoksun kaldılar. Sendikaların ise bir kısmı darbeyi çok derinden hissederken, diğer bir kısmı darbenin de aracılık ettiği rejimle bütünleşti. Kapitalizm ve onun dönemsel koşullarının yaşam bulmasını sağlayan 12 Eylül rejimi ile bütünleşmiş olan sendikalar, 12 Eylül sonrası ekonomik kriz dönemlerinde de bu bütünleşmenin sonucu olarak emekçilerin haklarını gerektiği gibi savunmamış, savunamamıştır. Bugün içinde bulunduğumuz krizde de sendikalar, özellikle konfederasyonlar düzeyinde kapitalizmle bu bütünleşmişliklerini aşamamıştır. Konfederasyonların krize karşı ortaya koydukları açıklama ya da programlarda birtakım taleplerin ötesine geçip emekçilerin haklarını savunmaya yönelik hiçbir irade beyan edilememiştir. Oysa bu süreçte sendikalardan beklenen, birtakım talepler manzumesini ortaya koymaktan öte, o taleplere ulaşmak üzere yürütülecek mücadeleyi örgütleme iradesini ortaya koyabilmektir. Bu konuda konfederasyonların ortaya koyamadıkları irade, geçtiğimiz hafta içinde bazı sendikalar tarafından gündeme getirilmiştir. Bunlardan bir tanesi, Limter-İş tarafından işyerlerinde dağıtılmak üzere hazırlanmış olan ve krize karşı sınıfsal mücadele çağrısı yapan metindir. Daha kapsamlı olan diğer biri ise benim de içinde yer aldığım bir çalışma sonucunda oluşturulan ve hafta başında Birleşik Metal-İş tarafından açıklanan metindir. Birleşik Metal-İş, konfederasyonlardan farklı olarak birtakım talepler yanında bu talepleri gerçekleştirmek üzere yürütülmesi gereken mücadeleyi ve bu mücadelenin örgütlemesine yönelik önerileri içeren bir program açıklamıştır. Birleşik Metal-İş Sendikası bu programda, savunulan mücadeleyi tek başına gerçekleştiremeyeceği düşüncesinden hareketle diğer sendikalar ile örgütsüz emekçi kesimlere de mücadeleyi ortaklaştırma çağrısında bulunmuştur. Daha program çalışmalarının başında Türk-İş’e ve DİSK’e bağlı kimi sendikalar, Birleşik Metal-İş Sendikası’nın bu çabasına destek vermiştir. Bir veya birkaç sendikanın mücadele ortaklığı son derece önemlidir. Ancak yeterli olamaz. Mücadelenin kapitalizmle bütünleşmişliğini kıracak tüm sendikalarla ve onların da ötesinde, örgütsüz kesimlerce ortaklaştırılması önemlidir. Bu bağlamda, Birleşik Metal-İş Sendikası tarafından ortaya konulan mücadele çağrısının içinin doldurulması önemlidir. Dolayısıyla esas iş şimdi başlamaktadır. Sömürü ve soygun düzenine, yani kapitalizme karşı örgütlü-örgütsüz tüm emekçi kesimleri mücadelede bir araya getirmek gerekir. Bunun için de her şeyden önce tutarlı olmak ve emekçi kesimlere güven vermek gerekir. Özellikle 1990’lardan itibaren benimsenen ve AB üyelik süreciyle birlikte daha da derinleşen uzlaşmacı yaklaşım, sendikaların emekçiler nezdinde güven kaybetmesinin en önemli nedenidir. Zira sendikacıların uzlaşmacı yaklaşımları nedeniyle emekçiler, bir taraftan üretim sürecindeki hakimiyeti tamamen kaybederken diğer taraftan da sosyal haklarından olmuşlardır. O halde kriz karşısında tüm emekçi kesimlerle birlikte bir mücadele örgütlenmek isteniyorsa, öncelikle buna öncülük edecek sendikaların emekçilerin güvenini sarsan çelişkilerden arınması gerekir. Bu konuda ilk akla gelen de sendikaların siyasi erk, sermaye ve AB gibi kapitalist örgütler yerine yüzlerini emekçilere dönmeleri ve oradan alacakları güçle sınıfsal mücadeleyi yürütmeleridir. Bu irade gösterilemediği takdirde, en mükemmel talepler ve mücadele programları dahi işlevsiz kalacaktır!

4 Kasım 2008 Salı

6 Kasım’a Hak Ettiği Önem Verilmelidir..!


04/11/2008 08:00

24 Ocak 1980, 12 Eylül 1980 ve 6 Kasım 1981 Türkiye yakın geçmişinde önemli bir dönüşüm sürecinin ortaklaşan olaylarını temsil eden tarihlerdir. 24 Ocak olmasaydı 12 Eylül olmazdı, 12 Eylül olmasa 24 Ocak bugün hala hatırlanır önemde bir tarih olmayacaktı. Aynı şekilde 24 Ocak ve 12 Eylül olmasa 6 Kasım olmaz, 6 Kasım olmasa da ne 24 Ocak ne de 12 Eylül Türkiye tarihinde böylesine önemli bir dönemeci temsil edemezdi.
24 Ocak, özellikle ekonomiyle haşır neşir olanların hatırladıkları bir tarihtir. Türkiye’nin ekonomi politikalarında neoliberalizmin hakim hale getirildiği tarihi temsil eder. 12 Eylül, 24 Ocak’ta beyan edilen ekonomi politikalarının ardındaki iradeyi sağlamak üzere getirilen darbe rejiminin başlangıç tarihidir ki aklı ermiş tüm Türkiye yurttaşlarınca bilinir. 6 Kasım ise 24 Ocak’ta ortaya konan ve 12 Eylül’de fiilen gerçekleşme koşulları hazırlanan neoliberalizmin derinleşmesi ve sürdürülebilmesini sağlayacak ideolojik temelleri hazırlayan ve yayan bir üniversitenin oluşturulduğu tarihi temsil eder. 6 Kasım diğer iki tarihe göre daha az bilinir ve önemsenir. Sadece yolu üniversiteden geçen ama 6 Kasım’da kurulan düzenin yıkamakta başarılı olamadığı beyinlere sahip yurttaşlar bilir bu tarihi ve bu tarihin önemini.
Türkiye tarihinin son derece önemli bir dönemecinde üniversitedeki dönüşümü temsil eden 6 Kasım’ın en az itibar gören tarih olması büyük haksızlıktır. Bu haksızlık YÖK düzenine değil, bilime ve üniversiteye yapılmaktadır aslında… Kurulduğu 27 yıldan bu yana YÖK, üniversite bileşenleri tarafından eleştirilmekte, kaldırılması istenmektedir. YÖK’ün kaldırılması için eylem yapan, kim bilir kaç öğrenci, öğretim elemanı ve üniversite emekçisi coplanmış, gözaltına alınmış, tutuklanmıştır. Kim bilir kaçının eğitim hakkı, akademik kimliği elinden alınmış ya da kim bilir sürgün edilmiştir.
İroniktir ama üniversite ile bağlantısı olmayanlar bir tarafa YÖK’ü protesto eden binler on binler içinde öğrenciliği bitirip çalışma yaşamına atılanların bile pek çoğu, üniversiteyi de YÖK’ü de unutmuştur. Oysa üniversite sadece öğrencilik döneminin mekanı değildir. Üniversite, toplumsal yapı üzerinde ve dolayısıyla yaşamın tümünde belirleyici olan bir kurumdur. Üniversite, bilim üretir; üniversite aydın insan yetiştirir. Eğer üniversite toplumla bütünleşmişse toplum için bilim üretir, toplumun çıkarlarını savunacak aydın insanları yetiştirir. Ama toplum sahiplenmiyorsa üniversite, sermayenin, siyasi iktidarın ve dinin egemenliğine girer. Toplumsal gerçekliği değil üzerindeki egemen gücün güdümünde bilgi üretir, insan yetiştirir. Böylece üniversite egemen gücü yeniden üreten ve onu meşrulaştıran bir konuma düşer.
İşte, YÖK düzeni içine sokulan üniversite toplum tarafından yeterince sahiplenilmediği için toplumdan giderek kopmuş ve sermayenin, dinin ve siyasi erkin güdümüne girmiştir. Bu üniversitede toplumun çıkarları için bilgi üreten, aydın insan yetiştirmeye çabalayan pek az akademisyen kalmıştır. Artık üniversitede emeğin nasıl daha fazla sömürüleceğinin; toplumun işsizliğe, yoksulluğa nasıl daha hızlı sürükleneceğinin bilimi yapılmakta, düşünmeyen sorgulamayan, doğmaların esareti altında sermayeye robotlaşmış işgücü yetiştirilmektedir.
YÖK düzeni içinde üniversitenin bugün geldiği konum henüz sermaye tarafından yeterli bulunmamaktadır. Başta TÜSİAD olmak üzere sermayenin dayatmaya çalıştığı üniversite sistemi ile üniversitenin toplumdan bağının bütünüyle kopartılıp tamamen sermayenin hizmetine amade edilmesi istenmektedir.
Unutmayalım ki beterin beteri vardır. Buna ve bunun daha da beterine katlanmamak için tüm emekçi kesimlerin ama öncelikle sendika ve demokratik kitle örgütlerinin 6 Kasım’a “hak ettiği önemi” vermesi ve toplumun için bilgi üreten, aydın yetiştiren üniversite için mücadele etmesi gerekir

2 Kasım 2008 Pazar

Kriz Karşısında Sendikalar Ne Yapıyor? (III)


31/10/2008

ÖZGÜRCE

Kriz karşısında sendikaların durumunu ele aldığımız bu üçüncü yazıya başlamadan önce çeşitli zamanlarda karşılaştığım “sendikalarla neden bu kadar uğraşıyorsun” sorusu bir kez de Çarşamba akşamı Hayat Televizyonunda Ekopolitik programında sevgili dostum Fuat Ercan tarafından dillendirilince kısa bir açıklama gereği ortaya çıktı. Eğer kapitalist toplumun iki temel sınıftan oluştuğunu ve bunlardan birinin de işçi sınıfı olduğunu kabul ediyorsak işçi sınıfının öz örgütü olan sendikaların durumunu ele almak yani “uğraşmak” gereklidir elbette. Ayrıca, bugün sadece sendika üyesi değil tüm emekçilerin haklarının sendikaların da bir tarafında yer aldığı masalarda belirlendiğini düşündüğümüzde sendikalarla “uğraşmak” daha da elzem hale gelmektedir.Bu çok kısa açıklamanın ardından geçen haftadan bu yana sendikalar cephesinde krize yönelik gelişmeleri incelemeye devam edelim. Bu konuda 28 Ekim Salı günü iki gelişme oldu bunlardan bir Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda yapılan açıklamalar, diğeri de DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve Çiftçi-Sen’in krize yönelik ortak açıklamalarıydı. Türk-İş, bu son açıklamasında da daha önceki gibi krizin ortaya çıkartacağı olumsuzluklara karşı hükümetten beklentileri dile getirip herhangi bir mücadele programı ortaya koymadı. Ancak burada önemli bir gelişme Başkanlar Kurulu nihayet Yörsan’da, Desa, E-Kart’ta ve Türk-İş Sendikaları tarafından yürütülen diğer mücadeleleri desteklediğini açıkladı. Bu destek sadece açıklamada mı kalacaktır yoksa fiili bir destek haline dönüşecek midir zaman içerisinde göreceğiz.Geçen iki haftada bu köşede sendikaların kriz konusundaki konumlanmalarını aktarırken DİSK’in bu konuda en son bir ay kadar önce bir açıklama yaptığını bunda da hiçbir somut öneri ortaya koymadığını belirtmiştik. KESK’in ise krize yönelik hiçbir açıklama yapmamasını eleştirmiş, gelecek açıklamayı merakla beklediğimizi ifade etmiştik. Salı günü KESK’in DİSK’le beraber yanlarına Türkiye’de en önemli iki meslek örgütü TMMOB ve TTB ile Çiftçi-Sen’i de alarak ortak bir açıklama yapacağını duyunca oldukça heyecanlandım. Türkiye’de farklı gibi gözüken ama özünde işçi sınıfının bileşenleri olan bu kesimlerin bir araya gelerek kriz karşısında ortak tavır sergilemeleri son derece önemliydi.Ancak, “Krizden Çıkış İçin, Sosyal Dayanışma ve Demokratikleşme…” başlığı ile açıklanan programı görünce heyecanın yerini yine umutsuzluk aldı. Bu anlamlı birliktelikten çıkan programın başlığından son cümlesine kadar okuduğumda programı kaleme alanların (ki metin yayınlandıktan sonra bu örgütleri bağlar) kapitalist sistemin işleyiş mekanizmasını bilmediklerini düşündüm. Çünkü daha başlıkta yer alan “Sosyal Dayanışma” ifadesi ile bir mücadele yerine krizin ortaya çıkartacağı koşulları kabullenip buna karşı ayakta duracak mekanizmaları oluşturmanın amaçlandığı izlenimi ortaya çıkıyordu. Ki bu hem AKP’nin tabanındaki dünya görüşü ile hem de Dünya Bankası’nın yoksulluk karşısındaki önerisiyle doğrudan örtüşüyordu. Oysa kriz koşullarında sınıf örgütlerinin dayanışmasından beklenen “sosyal (toplumsal) mücadele” ya da “sınıfsal dayanışma” vurgusu olmalıydı. Program başlığında yer alan “demokratikleşme” vurgusu ile de yine gerek AKP gerekse sermaye kesimleriyle ortaklaşıldığı izlenimi ortaya çıkıyordu. “Demokratikleşme” konusu arkası doldurulmazsa (ki arkasında sınıf mücadelesi vardır) hiçbir gerçekliği olmayan, işçi sınıfının karşısındaki kesimlerin de sürekli dillendirdiği bir kavramın anlamsız tekrarı olmaktan öteye geçemez. Metnin içeriğine baktığımızda emekçi sınıfın ihtiyacı olan “demokrasi”ye ulaşılması için hiçbir mücadele önerisinin olmadığı, sadece demokrasinin bir yerlerden gelmesinin beklendiği sonucu ortaya çıkmaktadır. Söz konusu programın içeriğinde krizin sorumluluğu neoliberal politikalar ile siyasi iktidar, IMF ve Dünya Bankası’na yüklenmiştir. Yani, tam da sistem savunucularının yapmak istedikleri gibi krizin kapitalist sistemden kaynaklandığı gerçeği göz ardı edilmiş, sorunun yanlış politikalar ve yanlış yöneticilerden kaynaklandığı düşüncesi savunulmuştur. Krizin tespiti yanlış olunca krize karşı getirilen çözüm önerileri de aynı yanlış çerçevesinde oluşmuştur. Bu bağlamda, krize çözüm olarak getirilen talepler, sanki bunları gerçekleştirecek “sihirli bir cin” var da o yapacakmış gibi bir beklenti vurgusuyla dillendirilmiştir. Programda daha çok beklenti olarak ifade edilebilecek taleplerin tam da bu kriz sürecinde sermaye kesiminin talepleriyle örtüştüğü görülmektedir. Örneğin anayasanın değiştirilmesi talebi yerinde ve önemli bir talep olmakla birlikte bir mücadele süreci ile desteklenmeyip mevcut koşullar üzerinden gündeme getirildiğinde sermaye kesiminin bu yöndeki talebinden hiçbir farkı kalmamaktadır. Öte yandan, mücadele niyetinden uzak bir demokrasi talebi de akıllarda yine AB’den beklenti içinde olunduğu düşüncesini yaratmaktadır. Ki bu da yine kriz sürecinde sermaye kesiminin sürekli vurguladığı “AB üyelik sürecindeki reformların tamamlanması” talebiyle örtüşmektedir. Sözün özü: Daha önce Türk-İş, Hak-İş, T. Kamu-Sen’in kriz yaklaşımlarında olduğu gibi DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve Çiftçi-Sen’in ortaklaşa hazırladığı programda da örgütler, kriz karşısında mücadeleyi içermeyen, bu konuda kendilerine herhangi bir görev biçmeyen anlayış sürdürülmektedir. Umarız sınıfsal bir mücadele yürütmeden emekçi kesimlerin krizin yıkımından kurtulamayacakları çok geç olmadan anlaşılır ve bu yönde politikalar oluşturulur.

TÜSİAD’ın Yükseköğretim Raporu Üzerine...



28 Ekim 2008
6 Kasım yaklaşırken üniversitedeki muhalifler, YÖK’e karşı tepkilerini ortaya koyacak eylemlere yönelik çalışmalar yapadursun TÜSİAD, “Türkiye’de Yükseköğretim: Eğilimler, Sorunlar ve Fırsatlar” başlıklı bir rapor açıkladı. Avrupa Üniversiteler Birliği (EUA) Kurumsal Değerlendirme Programı (IEP) tarafından hazırlanan raporda Türk yükseköğretim sistemi konusunda önemli tespitlere yer veriliyor ve Türkiye’de birçok kesimin ve toplumun mevcut sistemin kökten değişmesi gereğine inandığı vurgulanıyor.

TÜSİAD’a ait yeni yükseköğretim raporunun giriş kısmında ifade edilen bu vurgu, 6 Kasım’da YÖK’ü protesto etmeye hazırlanan kesimlerin düşüncesini de kapsayan yerinde bir vurgudur. Ancak, kökten değiştirilmesi öngörülen yükseköğretim sisteminin yerine konulması için önerilen, daha önce TÜSİAD, Hükümet ve YÖK tarafından da gündeme getirilen raporlarda da olduğu gibi üniversitenin toplam kalite yönetimi anlayışı içerisinde tam anlamıyla bir ticari işletmeye dönüşmesi ve sermayenin ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde yeniden yapılanmasıdır.

Raporda üniversiteyi ticari işletmeye dönüştürmek üzere kullanılan kavram aslında üniversite içinde YÖK’e muhalif kesimlerin de dillendirdiği “özerklik”tir. Ancak önemli bir farkla... TÜSİAD`ın özerklik talebi büyük ölçüde mali özerklik üzerine oturmaktadır. Bunun yanında siyasi özerklikten de söz edilmektedir.

Mali özerklik konusunda ön plana çıkartılan üniversitenin “bütçelenmesi”dir. Yani, gelir gider dengesinin kurulması ya da başka bir ifade ile kar – zarar hesabı ile hareket edilmesidir. Bunun için önerilen tam da kapitalist bir işletme anlayışıyla maliyetlerin düşürülüp gelirlerin arttırılmasıdır. Maliyetlerin düşürülmesi denilince de akla ilk gelen personel giderlerinin azaltılması ve bunun için de insan kaynakları anlayışı içerisinde emek verimliliğinin arttırılıp, esnek çalışmanın yaygınlaştırılmasıdır. Gelirler konusunda ise önerilen üniversitenin devlete olan maddi bağımlılığının azaltılıp, devlet dışı fon kaynaklarına daha fazla yönelmesidir.

Diğer bir özerklik vurgusu ise üniversitenin siyasi etkilerden uzak tutulması üzerinedir. Aslında YÖK`ün kuruluşundan buyana en temel talep siyasi özerklik olmuştur. Ancak TÜSİAD raporunda sözü edilen özerklik, üniversite yönetiminin üniversite bileşenlerinin demokratik katılımına açılması bağlamında değildir. Tam da tersine raporda belirtilen özerklik anlayışı, üniversitede karar alma mekanizmalarının sermaye temsilcilerine devredilmesi biçimindedir.

Üniversitede mali ve yönetsel yapıyı tamamen piyasa koşullarına teslim eden TÜSİAD`ın raporunda diğer önemli bir vurgu da üniversitenin temel işlerine ilişkindir. Bu bağlamda, raporla istenen (ki bunun için Bologna süreci ve Lizbon Gündemine referans verilmektedir) gerek bilimsel üretim, gerekse eğitim-öğretim faaliyetlerinde piyasanın taleplerinin temel belirleyici olarak alınmasıdır. Başka bir ifade ile raporda istenen üniversitenin sermayenin ihtiyacı olan AR-GE çalışmalarını yürütmesi ve yine sermayenin ihtiyaç duyduğu “insan kaynağı”nı yetiştirmesidir.

TÜSİAD`ın üniversite için istediği bütçelemeye dayalı özerklik ile üniversitenin işlevleri konusundaki talepleri bir bütündür. Mali olarak devlet dışı fonlara yöneltilerek sermayeye bağımlı hale getirilmek istenen üniversitenin idari olarak da doğrudan sermayenin yönetimine devredilmesi amaçlanmaktadır. Bu iki temel hedef gerçekleştiğinde üniversite, bilimsel üretimi ve bilgi sunumu bakımından bütünüyle sermayenin kontrolü altına girecektir.

Sermayenin üniversiteyi ve bilimi kendi hizmetine sokma hedefi YÖK`ün kuruluşuna kadar uzanan bir süreçtir. Aradan geçen 30 yıla yaklaşan bu süreçte sermaye bu hedefi doğrultusunda önemli adımlar atmıştır. Ancak tüm gayretlere karşılık hala yasal dayanağı da içeren köklü bir dönüşüm sağlanamamıştır. TÜSİAD, diğer pek çok alanda olduğu gibi küresel krizi, üniversitedeki yeniden yapılanmanın hızlanması için bir fırsat olarak görmektedir.

Üniversite, Türkiye`de sermaye sınıfı tarafından her zaman önemsenmiş ve üniversitenin sermaye sınıfının isteği doğrultusunda yeniden yapılanması gündemde tutulmuştur. Buna karşılık işçi sınıfını temsil eden örgütler, bir türlü üniversitenin toplumsal işlevini ve sınıflar arası güç mücadelesindeki önemli rolü kavrayamamıştır. Böylece, bugün kapitalizmin büyük ölçüde çökmekte olan ideolojisi üniversite ve bilim üzerinden yeniden üretilme ve meşrulaşma olanağı bulmuştur.

Kriz dönemleri, sınıflar arası mücadelenin her alanında güçler dengesinin yeniden oluşmasına olanak verir. Bu dönemde gücünü doğru yönlendiren taraf, güç dengelerinin kendi lehine doğru değişmesini sağlayabilir. Mevcut koşullar içerisinde bakıldığında içinde bulunduğumuz kriz sürecinin sermaye sınıfı tarafından çok daha doğru bir biçimde algılandığı görülmektedir. Dolayısıyla sermeye, kriz üzerinden hareketle uzun yıllardır yerleştirmeye çalıştığı daha fazla esneklik, daha fazla piyasalaşma yanında üniversitenin bütünüyle sermayenin hizmetine girmesi talebini de yaşama geçirmek istemektedir. Sermayenin bu amaca ulaşıp ulaşamaması diğer alanlarda da olduğu gibi işçi sınıfının göstereceği dirence bağlıdır. Başta üniversitede örgütlü sendikalar olmak üzere üniversite içindeki ve dışındaki örgütsel yapılar en kısa zamanda harekete geçmediği taktirde sermaye amacına ulaşacak ve üniversite bütünüyle sermaye tarafından teslim alınacaktır (!)

24 Ekim 2008 Cuma

Kriz Karşısında Sendikalar Ne Yapıyor? (II)

Özgürce
24/10/2008


Geçen hafta bu köşede işçi ve kamu çalışan konfederasyonlarının krize yönelik açıklamalarına yer vermiş ve bunlardan hiç birinin kriz karşısında emekçilerin haklarını koruma konusunda herhangi bir somut öneri getirilmediğini, pasif konumlarını sürdürdüklerini vurgulamıştım. Ayrıca, krizin getireceği yıkım karşısında emekçiler için tek çıkış yolu olan birlikte mücadele konusunda konfederasyonlar böylesine pasifken umutlu olamadığım görüşümü de ifade etmiştim.Geçen bir hafta içerisinde konfederasyonlardan krize karşı yeni bir haber gelmedi. Ancak ETUC (Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu), Türk-İş, Hak-İş ve DİSK ile ortaklaşa bir konferans düzenlendi. Konferansın adı oldukça uzun ve ilginç: “Sivil Toplum Diyalogu-Ortak Çalışma Kültürü Aracılığı ile Avrupa Birliği ve Türkiye’den İşçileri Bir Araya Getirmek”. Avrupa ülkelerinden bazı sendikaların da katıldığı konferans “işçiler bir arada” adlı bir proje kapsamında yapılıyor. 22 ay sürecek proje için AB fonlarından 3 milyon avro ayrılmış. Başlangıçta KESK de bu projenin içindeymiş ama sonra çekilmiş.Kongrede söz alan konfederasyon yöneticileri kriz konusuna değinmiş ve geçen haftaki yazımda da yer verdiğim konfederasyonlarının resmi düşüncelerini tekrarlamışlar. ETUC Genel Sekreteri John Monks’da benzer biçimde krize karşı işçilerin birliğinden söz etmiş. Aslında benzer bir vurguyu Çalışma Bakanı Faruk Çelik de dillendirmiş.Uzun lafın kısası biz “sendikaların krize karşı mücadele stratejileri yok, emekçilerin birliği konfederasyonların bu zihniyetiyle sağlanamaz” diye dertlenirken onlar ETUC ve bakanın da katılımıyla bunu en üst düzeyde sağlamışlar bile(!)Evet, görüntü bizim boşa endişe ettiğimiz yönünde… Ama gelin görün ki yine de cevabını bulamadığımız bir takım sorular var. Bunlardan birincisi konfederasyonları bir araya getiren ve gerçekten işçi sınıfının en temel ve en acil ihtiyacı olan uluslararası dayanışmayı çağrıştıran bu proje ile ilgili. Her şeyden önce kapitalizme, emperyalizme karşı işçi sınıfının enternasyonel birliği bir proje ile sağlanabilir mi? Acaba Marx “dünyanın bütün işçileri birleşin” dediğinde aklına bunun bir proje konusu olabileceği gelmiş midir? Hadi Marx’a kadar gitmeyelim, kriz karşısında işçilerin haklarını çıkarlarını korumak üzere gerekli bir mücadelenin projelendirilerek gerçekleştirilebileceğini samimi olarak düşünen, buna inanan aklı başında bir tek kişi var mıdır?Hele ki bu proje, hemen tüm belgelerinde “serbest piyasa ekonomisine işlerlik kazandırmayı” temel hedef olarak kabul etmiş AB tarafından gerçekleştiriliyorsa… Nasıl oluyor da temel hedefi serbest piyasa olan AB, serbest piyasa anlayışından kaynaklanan bir kriz karşısında işçilerin mücadele etmesi için para ayırıyor, işçiler birlik olsun diyor?AB ve ETUC, Avrupa ve Türkiye işçi sınıfıyla dalga geçiyor…!Bu nereden mi belli? Sadece aklı başında tek bir kişinin bile inanmayacağı bu projeyi ortaya getirdiği için değil, düzenlediği konferansa verdiği isimden de belli. Neydi konferansın ismi: “Sivil Toplum Diyalogu-Ortak Çalışma Kültürü Aracılığı ile Avrupa Birliği ve Türkiye’den İşçileri Bir Araya Getirmek”. Kim sivil toplum, işçi sınıfı mı? Anlaşılan, AB yine işçi sınıfını, sivil toplum; sendikayı, sivil toplum örgütü olarak yutturmaya çalışan anlayışını burada da ortaya koymuş. Tabi ki sendikaları işlevsizleştirme aracı olarak hiç vazgeçemediği “diyalog” söylemiyle birlikte… Bunun üzerine bir de “ortak çalışma kültürü” diye bir şey uydurmuş. Kapitalist üretim tarzında emek vardır sermaye vardır. Sermaye emeği sömürmeye çalışır emekte buna karşı mücadele eder. Emekçi bu mücadeleyi yürütürken tek bir kültürü vardır; o da “işçi sınıfı kültürü”dür. İşçilerin uluslararası dayanışması da gerçekleşecekse yine bu kültür çerçevesinde gerçekleşir.Cevabını aradığım diğer soru da şudur: Türkiye’de işçi sınıfını temsil ettiğini iddia eden üç işçi konfederasyonun temsilcileri, AB’nin 3 milyon avroluk projesinin altında sevgili bakanlarını da yanlarına alarak “kriz için birlik” nutukları atarken, tam da aynı saatlerde kriz gerekçesiyle enflasyonun altında ücret dayatılan, çalışma koşulları esnekleştirilen; işten çıkartma ve ücretsiz izin ile tehdit edilen işçilerin mücadelesinde neredeler? Bakın, Birleşik Metal İş MESS’e karşı bir mücadele yürütüyor. Türk Metal’e üye işçiler Bosh’da, Tofaş’ta, Ford’ta “sendikalarına rağmen” mücadele gayreti içinde. Bunlar dışında aylardır sendikalı olabilmek için direnen işçiler var. Konfederasyon yöneticileri olarak onların yanında oldular mı hiç? Kendi konfederasyonlarınızdaki sendikaların birbiri ile dayanışması için ne yaptılar şimdiye kadar? SSGSS, İstihdam Paketi daha birkaç ay önce önlerinden geçip giderken, bakanın yanında poz vermek dışında ne yaptılar bu süreçte? Neredeydi birlik, mücadele anlayışları? AB projesi olunca, “sivil toplum”, “diyalog” denilince hemen koşup otel lobilerine sendikacılık yapmayı pek de iyi bilirler ama..!Her geçen gün emekçiler çok daha kötü koşullara sürükleniyor. Türkiye işçi sınıfının bu tutarsız, samimiyetten uzak tutumlarla kaybedecek vakti kalmadı!.. Konfederasyon yöneticilerine ya oturduğunuz koltukların gereğini yerine getirin ya da bırakıp gidin demenin zamanı gelmiş de çoktan geçmektedir bile!..

20 Ekim 2008 Pazartesi

Kriz Karşısında Sendikalar Ne Yapıyor?


17/10/2008
ÖZGÜRCE

Kriz karşısında sendikalar ne yapıyor?Geçen hafta bu köşede dalga dalga yayılan ve emekçiler için büyük bir yıkımı da beraberinde getiren kriz karşısında sendikaların tepkisizliğini eleştirmiştik. Bu hafta içinde nihayet bazı konfederasyonlardan krize yönelik açıklamalar geldi. Kriz üzerinde açıklama yapan konfederasyonlardan biri Türk-İş’ti. Türk-İş Başkanlar Kurulu 14 Ekim Salı günü yaptığı açıklamada, krizin faturasının emekçilere çıkartılmaması gerektiği, Türk işçisinin fatura ödemekten usandığı ifade ediliyor. Ayrıca, krizin yakından izlenmekte olduğu ve krizin etkilerinin işsizleştirme ile aşılmasına yönelik her hamlede aktif tavır alacağı söyleniyor. Ama bu aktif tavrın ne olacağı konusunda hiçbir açıklama yapılmıyor. Yani Türk-İş, kriz karşısında yapılması gerekenler konusunda ne somut bir öneri getiriyor ne mücadeleye yönelik kendisine herhangi bir görev biçiyor.Hak-İş’te de krize yönelik olarak 14 Ekim günü Genel Başkan Salim Uslu tarafından bir açıklama yapıldı. “Kriz Ticareti Yaparak İşçinin Hakkına Göz Dikenler Var” başlığı ile yayınlanan açıklama oldukça ilginç. Tüm dünyanın krizle çalkalandığı, sistemin en ateşli savunucularının dahi krizi kabullendiği bir ortamda Hak-İş “aslında bir kriz olmadığı” düşüncesini savunmuş. Hak-İş’e göre ortada bir kriz yoktur, bazı işverenler kriz söylentisi yayarak, işçinin haklarına göz dikmektedir. “Artık yağma yok pamuk eller cebe” ifadesiyle biten bildiride yağmanın nasıl engelleneceği, bunun için nasıl bir mücadele yürütüleceği konusuna ise hiç değinilmemiştir.DİSK, krize yönelik son açıklamayı yaklaşık üç hafta önce yapmıştı. 24 Eylül günü Genel Sekreter Tayfun Görgün tarafından yapılan açıklamada, kriz ve krizin emekçileri olumsuz etkileyeceği yönündeki tespit yapıldıktan sonra, buna karşı yapılması gerekenler sadece işçi sendikalarının ve sol güçlerin örgütlü hareketinin kaçınılmaz olduğundan söz ediliyor. Ancak, bu hareketin nasıl gerçekleşeceği, DİSK’in bu hareketin neresinde olacağı, hangi örgütlenme ve mücadele stratejisi izleyeceği konusunda en ufak bir ifadeye dahi yer verilmiyor. Sendikalardan gelen kriz açıklamalarının en ilginci kuşkusuz T. Kamu-Sen’den gelen açıklamadır. Sadece Türkiye değil dünya sendikal tarihine geçecek açıklamasında Kamu-Sen, kriz karşısında yapılması gerekenler konusunda bir dizi öneri sıralamıştır. “Sosyal sorumluluk bilinci içerisinde vatandaşlarımızı uyarmayı görev olarak görüyoruz…” denilerek sıralanan önerilerde sebze ve meyvelerin kap içinde yıkanmasından, yemeklerin düdüklü tencere ile pişirilmesine, otomobillere bakım yaptırılmasından alışverişin nereden yapılacağına, yastık altındaki paranın nasıl değerlendirileceğinden kredi kartı kullanımından uzak durulmasına kadar birçok konuya yer verilmiştir (Bu arada Kamu-Sen’in yıllardır üyelerine Vakıf Bank’ın üzerinde sendikanın logosu bulunan kredi kartını dağıttığını hatırlatmak gerekir). Yani Kamu-Sen, bir sendika olmaktan öte bir “tüketici derneği”ne yakışan formatla krize yönelik sendikal bir mücadele yürütmeye niyeti olmadığını ortaya koymuştur.Benim de üyesi olduğum KESK, Memur-Sen gibi krizi gündemine dahi almamıştır. Hükümetle yakınlığından dolayı Memur-Sen’in kriz karşısında AKP’den farklı düşünmediğini kriz karşısında da hiçbir şey yapmayacağını tahmin etmek zor değildir. Ancak, Türkiye sınıf mücadelesi tarihinde son derece önemli bir yere sahip olan ve uzun yıllar Türkiye’de toplumsal mücadelenin önünde yer almış KESK’in kriz karşısında hiçbir tepki, görüş, plan ortaya koymaması anlaşılır gibi değildir(!) Görüldüğü gibi Türkiye’de işçi ve kamu emekçi sendika konfederasyonlarının hiç biri kriz karşısında somut bir öneri ortaya koymamış, kendisine bu süreçte herhangi bir rol biçmemiştir. Daha açık bir ifade ile emekçiler için bir yıkıma dönüşebilecek bir kriz karşısında mevcut konfederasyonların mücadeleye niyeti yoktur. Örgütlü bir mücadele gücü oluşturmadan krizle karşılaşmak, emekçiler için önümüzdeki dönemin son derece karanlık olacağının da habercisidir.Konfederasyon yönetimlerinden kaynaklanan bu karanlık ortamda sendikalar içerisinden karanlığı bozmak üzere çıkacak sesler son derece önemli hale gelmiştir. Bu bağlamda, Petrol-İş Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın’ın bu süreçte emek örgütlerine ortak bir mücadele stratejisi belirlemeyi öneren çağrısı son derece anlamlıdır. Ancak, yukarıda da ortaya koymaya çalıştığım anlayışa sahip konfederasyon yönetimleri var olduğu sürece Öztaşkın’ın çağrısının yaşam bulmasının pek de mümkün olduğunu düşünmüyorum. Bu çağrının yerini bulması için mevcut anlayışın, sınıfsal bir yaklaşımla milyonlarca emekçiyi kucaklayacak ve mücadeleye yönlendirecek bir anlayışa dönüşmesi gerekir. Türkiye işçi sınıfının konfederasyonlardaki mevcut anlayışı dönüştürecek güce sahip olduğuna kuşku yoktur. Ancak bunun için zamanın giderek daraldığını hatırlatmak gerekir.

12 Ekim 2008 Pazar

Kriz dalgasına karşı mücadele dalgası!..


10/10/2008
ÖZGÜRCE

Kriz, kapitalist dünyada dalga dalga yayılıyor. Kapitalizmin hegemon devleti ABD, kriz karşısında çaresiz. AB de bu kriz karşısında ne yapacağını bilemiyor. Yıllardır kapitalizmin kalesi, kontrol merkezi olarak mitleştirilen uluslararası finans kurumlarının çabaları da hiçbir sonuç vermiyor. Küresel kapitalizm masallarıyla uluslararası sermayenin çıkarlarını halkına dayatan hükümetler de dut yemiş bülbüle dönmüşler. Uzun sözün kısası, tüm kurtarma çabalarına karşılık denizci tabiriyle kapitalizm “kıçının üstüne oturmuş” durumda.Kapitalizmin bu “içler acısı” hali maalesef yine dönüp dolaşıp kapitalist sömürünün kurbanı emekçileri vuruyor. İlk darbeyi ABD’li emekçiler aldı. ABD’de finans sistemindeki çöküşle birlikte on milyonlarca emekçinin gelecek güvencesinin yatırıldığı emeklilik fonları büyük ölçüde eridi. Yani, emekli olmak isteyen emekçiler “kusura bakmayın, emeklilik fonlarınızı yatırdığımız kağıtlar battı, sizin birikimleriniz de uçtu gitti” cevabını alıyorlar. Türkiye’deki emekçiler bu konuda daha şanslı. SSGSS tam olarak uygulamaya girmediği için henüz emekçilerin az bir bölümü (yaklaşık 1.6 milyon kişi) emeklilik fonu tuzağına düşmüş durumda.Ama krizin emekçilere tek etkisi, emeklilik fonlarının batması değil şüphesiz. Esas etki finans sektöründen başlayan ve üretim alanına da yayılmakta olan iş durdurma, iş yavaşlatma ya da işten çıkartmalar. ABD’de finans sektöründe istihdam edilenlerin çok önemli bir bölümü işsiz kaldılar bile. Avrupa’dan da sürekli (özellikle otomotiv sektöründe) iş durdurma, işten çıkartma haberleri geliyor. Bu dalga çok yakın bir zamanda Türkiye’ye de gelecek ve maalesef pek çok işkolunda emekçiler işsiz kalacak. İşsizlik, kapitalist sistemde emekçinin karşılaşabileceği en büyük sosyal risk. Hele ki sosyal güvenlik sistemi böylesine darbe almışken... Ama krizden etkilenen sadece işsiz kalanlar olmayacak elbette. Sermaye, krizi bahane ederek çalışma koşullarının daha da esnekleştirilmesini, ücretlerin ve sosyal hakların düşmesini dayatacak. Bugünlerde MESS’le sürdürülen metal sektörü toplu iş sözleşmelerinde yaşanan tam da budur. Aynı sürecin diğer işkollarında da yaşanacağına şüphe yoktur. Emeklilik fonlarının yok olması, işsizlik, daha düşük ücrete razı edilme… Tüm bunların getireceği emekçilerin daha fazla yoksullaşması, daha güvencesiz hale gelmesi ve daha fazla sömürülmesidir. Yani, kapitalizm kendi çelişkileri yüzünden krize girerken bunun faturasını ödeyen yine emekçiler olmaktadır. Peki bu emekçinin kaderi midir? “Kıç üstüne oturmuş” kapitalizmi, yani emeğini sömürmek üzerine kurulmuş bir sistemi kurtarıp tekrar yüzdürmekten, bunun için acılar çekmekten başka çaresi yok mudur emekçinin?19. yüzyılda işçi sınıfı mücadeleleri ve bilimsel sosyalizm, sömürülmenin emekçi için kader olmadığını ortaya koymuştur. Bunun için gerekli olan 1) sınıf bilincidir, 2) sınıf bilinci içinde dayanışma ve mücadeledir, 3) sınıf dayanışmasını ve mücadeleyi enternasyonal düzeyde gerçekleştirmektir. Birbirini tamamlayan bu üç etken gerçekleşebilirse, kapitalizm bir kez daha sömürdüğü emekçilerin omzunda onları tekrar sömürmek için yükselemeyecektir. Gelin görün ki Türkiye’de sendikalar henüz bunun “farkında” değildir. Bakınız, bugüne kadar hiçbir işçi-memur konfederasyonundan kriz üzerine bir açıklama, yorum gelmemiştir. Kriz koşullarında ne yapacaklardır sendikacılar? Temsilcisi olduklarını iddia ettikleri emekçilerin kriz karşısında nasıl bir tavır almasını sağlayacak, onların haklarını nasıl savunacaklardır? Bu soruların hepsi cevapsızdır. Anlaşıldığı kadarıyla “patronumu seviyorum” sendikacılığı devam etmektedir(!) Oysa, Avrupa’nın pek çok ülkesinde sendikalar mücadele sürecine başlamıştır. İçinde bulunduğumuz hafta Belçika’da, Fransa’da, Yunanistan’da sendikaların çağrısıyla emekçiler, kriz gerekçesiyle dayatılan koşulları kabul etmedikleri için genel grevlerle yaşamı durdurmuştur. Kriz konusunda hükümetlerin politika belirledikleri bir dönemde bu uyarı eylemleri son derece anlamlıdır. Ayrıca dünyayı, insanlığı felaketten felakete sürükleyen sermaye sınıfının karşısında işçi sınıfının da olduğunu; insanlığın kapitalizme mahkum olmadığını (belki de önce işçi sınıfının kendisine) hatırlatmak ve giderek yaygınlaşacak mücadele sürecinin habercisi olması bakımından da bu grev dalgası son derece önemlidir.Sözün özü: İşçi sınıfı, ne kendisini sömürmek üzere kurulmuş kapitalizmin yarattığı acıları çekmek zorundadır, ne de kapitalizmi içine düştüğü bataktan kurtarmak için fedakarlık yapmak zorundadır. Çare, dalga dalga yayılan kriz karşısında, dalga dalga yayılan işçi sınıfı mücadelesidir. “Emeği temsil ediyoruz” diyerek mücadeleyi engellemeye çalışanlar ise eninde sonunda bu dalganın altında kalacaktır(!..)

7 Ekim 2008 Salı

AB'nin Paraya Demokrasi Oyunu...


07/10/2008 08:00

Kapitalizmin ve onun en önemli merkezi Avrupa’da krizin ayyuka çıkmasından hemen önce AB, aday ülkelere 2008-2010 döneminde 4.5 milyar euro yardım yapacağını açıklamış. Türkiye yardım için belirlenen miktardan aslan payını alıyormuş. Türkiye’ye bu çerçevede 1.8 milyar euro yardım aktarılacakmış.
Peki Türkiye’ye bu yardım hangi amaçla veriliyormuş?
Efendim, Türkiye'ye verilmesi düşünülen 1.8 milyar euroluk yardımın “temel hak ve özgürlükler, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlık haklarının teminat altına alınması amacıyla, kurumların istikrarını sağlamak için kullanılması” amaçlanıyormuş.
Yardım için belirlenen gerekçe oldukça anlamlı elbette. Gerçekten Türkiye’de temel hak ve özgürlükler konusunda da, insan hakları ve azınlık hakları konusunda da çok ciddi sorunlar mevcut. Elbette bu sorunların temel kaynağı da demokrasi ve hukuk üstünlüğü anlayışındaki sakatlıklar.
Yardımın gerekçesi anlamlı da burada anlamakta zorlandığımız nokta; Türkiye’nin bu en temel sorunun para ile nasıl aşılacağı. Tamam, biz kabul etmesek de kapitalizm sayesinde her işin başının para olduğu pek çok toplumda kabul gören bir mittir. Ayrıca, demokrasi sorunun temelinde ekonomik etkenler olduğu da doğrudur. Ama bunlar yine de 1.8 milyar euro ile Türkiye’de demokrasi ve insan hakları sorununun aşılacağı konusunda bizi ikna etmez.
Zira, demokrasi ve insan hakları sorunun ardındaki ekonomik etkenleri öyle 1.8 milyar ya da 1.8 trilyon euroyla aşmanız mümkün değildir. Eğer parayla demokrasi olsaydı bugün, ABD’de demokrasi olurdu. Ama gelin görün ki kapitalizmin (şimdilik) egemen devleti, en büyük ekonomik güce sahip ülkesinde ne demokrasiden ne insan haklarından ne de hukukun üstünlüğünden bahsedilebilir. Demokrasi – ekonomi ilişkisi parayla değil doğrudan ekonomik sistemle ilgilidir. Eğer üretim süreci başta olmak üzere tüm toplumsal ilişkilerde bir azınlığın sömürüsüne dayalı bir ekonomik sistem içerisindeyseniz istediğiniz kadar para harcayın demokrasiyi, insan haklarını sağlayamazsınız. Demokrasiyi ve insan haklarını gerçekten teminat altına almak isteniyorsa, gerekli olan sömürünün olmadığı sınıfsız bir topluma ulaşmak için mücadele etmektir.
Hal böyle iken Türkiye’de demokrasi ve insan haklarını tesis etmek üzere büyük ölçüde Avrupalı emekçilerin vergileriyle oluşturulmuş bir kaynaktan neden para aktarılmaktadır?
Şunu hemen belirtmek gerekir ki Avrupa işçi sınıfı mücadeleleri ve reel sosyalizmin tehdidi ile demokrasi ve insan hakları konusunda diğer kapitalist ülkelerden ileri bir aşamaya gelmiştir. Ancak demokrasi konusunda Avrupa’nın görece üstünlüğü AB’nin de önemli katkılarıyla 1980’lerden bu yana etkin biçimde uyguladığı yeni liberal politikalarla önemli ölçüde aşınmıştır. Yani, demokrasi ve insan hakları artık, AB ülkeleri için de son derece ciddi bir problem haline gelmiştir.
O halde AB’nin Türkiye ve diğer aday ülkelere yönelik bonkörlüğünün ardında başka nedenler aranması son derece doğaldır. Bunun için öncelikle bu parayı kullanacak olan ve yardımın verilme gerekçeleri içinde istikrarının sağlanması hedeflenen kurumlara bakmak gerekir.
Bu kurumlar hangileridir? Akla iki seçenek geliyor. Bunlardan birincisi, ülkede demokrasinin hukukun üstünlüğünün doğrudan tarafı olan Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı ile bunların kurumlarıdır. Söz konusu paranın bu kurumların mevzuatının ya da personelinin demokrasi ve insan hakları konusunda eğitilmesi kullanılacağı düşünülebilir. Belki buna okullarda demokrasi ve insan hakları eğitimlerinin verilmesi de eklenebilir. Ama eğitimle demokrasi anlayışını kazandırmak son derece romantik bir yaklaşımdır ve gerçekleşmesi mümkün değildir. Diğer seçenek ise çeşitli toplum kesimlerini temsil eden ya da temsil ettiğini iddia eden ve sivil toplum kuruluşu olarak da tanımlanan kurumsal yapıların kastedildiğidir. Bunlar içinde ilk akla gelenler sendika, meslek örgütü, hemşeri dernekleri, dernek ya da vakıf adı altında faaliyet gösteren tarikat ve cemaatler gibi yapılardır. Bunların kendilerine verilen para ile demokrasi ve insan haklarını nasıl tesis edecekleri de doğrusu meraka şayandır.
Neresinden tutulursa tutulsun AB’den aktarılan paranın belirlenen amaca hizmet etmeyeceği açıktır. O halde Türkiye için önemli sayılabilecek bu paranın aktarılmasının gerçek nedeni nedir? Bugüne kadar benzer uygulamalardan yola çıkarsak demokrasiyi, insan haklarını geliştirmek görüntüsü altında ve fon adıyla verilen yardımların adresinin sendikalar, meslek odalarını kapsayacak biçimde STK olarak adlandırılan kurumlar olduğu görülmektedir. Bu kurumlar içerisinde sadece fon almak için kurulmuş olanlar bulunduğu gibi varlığını büyük ölçüde AB fonlarıyla sürdürenler de vardır. Yani, AB fonları bu kurumların amaçlarını gerçekleştirmek için bir araç olmaktan çıkıp varlık amacı haline gelmiştir.
AB’nin aday ülkelere demokrasi ve insan hakları gibi konularda yardım ve diğer biçimlerde kaynak aktarmasının ardındaki esas amaç “imaj”dır. AB “uyum süreci” adı altında dayattığı yeni liberal politikalara karşı toplumsal tepkiyi ortadan kaldırmak üzere STK olarak tanımladığı ve içerisinde sendikaların da yer aldığı örgütleri kendisine bağ(ım)lı hale getirmeyi amaçlamaktadır. Bunun için de Avrupalı emekçilerden almış olduğu paralar ile “bonkörce” yardımlar yapmaktadır. Doğrusu AB’nin bu stratejisi önemli ölçüde başarıya da ulaşmaktadır. Emekçilerin haklarını çok önemli ölçüde ortadan kaldıran 4857 sayılı İş Kanunu ya da 5510 sayılı SSGSS ve benzeri pek çok yasal düzenlemenin AB’ye uyum gerekçesiyle çıkartılması bunlara karşı sendikaların gerekli mücadeleyi göstermemesi bunun için en çarpıcı örneklerdir.

3 Ekim 2008 Cuma

Kriz Kimi Ne Kadar Etkiler?


ÖZGÜRCE
03/10/2008

Yaşamakta olduğumuz krize finansal kriz ya da ekonomik kriz demek yetersiz bir tanımlamadır. Zira, krizin boyutları ekonominin tanımladığı alanın çok daha ötesindedir. Kriz, topyekun kapitalist sistemin krizidir. Yani, sadece ekonomik boyutuyla değil, siyasi ve ideolojik olarak da krizdedir kapitalizm. Krizin etkilerinin hangi boyutta olacağı, kimi hangi ölçüde etkileyeceği sadece Türkiye’de değil kapitalist sistemi benimsemiş ülkelerin tümünde yanıtı aranan soruların başında gelmektedir.Krizin kimi hangi ölçüde etkileyeceği her şeyden önce yaşadığınız ülkenin kapitalizme bağımlılık düzeyiyle doğrudan ilişkilidir. Yurttaşı olduğunuz ve yaşadığınız ülkenin kapitalist sistemle ekonomik ve siyasi entegrasyonu ne ölçüde ileri ise krizden etkilenmenin ölçüsü de o derecede ağır olacaktır. Bir ülkenin kapitalist sistemle entegrasyonunun düzeyini anlamak için en kolay yol, o ülkenin ekonomik ve siyasi olarak kapitalizmin egemen güçlerine ne ölçüde bağımlı olduğuna bakmaktır. Eğer sizin ülkenizin hükümeti, siyaseten kapitalizmin egemen devleti ABD’ye bağımlı bir konumdaysa ve/veya AB, Dünya Bankası, IMF ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlarla ilişki içine girmiş ve ekonomisini onlarla yapılandırmışsa krizden olumsuz etkilenme olasılığınız son derece yüksektir.Çünkü bu ülke ve kurumsal yapılarla girilen ilişkilerde siyasi ve ekonomik entegrasyon temel amaçtır. Ve bu ilişkilerin ilerlemesi üretimin, ticaretin, kamu yönetiminin ve diğer tüm alanların yeni liberal politikalar doğrultusunda yapılanmasını sağlar. Bu bağlamda, kamu işletmeleri, bankalar özelleştirilir; eğitimden sağlığa sosyal güvenliğe kadar tüm kamu hizmetleri piyasa koşullarına göre yapılanır; yabancı sermaye hemen her alanda önemli pay edinir; enerji başta olmak üzere pek çok üretim ve tüketim malında dışa bağımlılık üst düzeye çıkar. Bunun ötesinde toplum, ideolojik olarak kapitalimin alternatifsiz olduğuna inandırılır. Kapitalizmin ideolojik egemenliğini sağlamak üzere sistemin ezdiği kesimlerin temsilcisi sendikalar ve siyasi partilerin sistemle uzlaşması sağlanır ve bu yolla toplumsal tepkiler engellenir. Dahası üniversiteler ve bilim kapitalist ideolojinin ablukası altına alınır ve kapitalizmin tüm pislikleri burada meşru hale getirilir. Evet, yaşadığınız ülke yukarıdaki tariflere ne kadar uygunsa kriz karşısında işiniz o kadar zor demektir. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki yaşamış olduğunuz ülkenin kapitalizme bağımlılığı kadar sizin bağımlılığınız da krizden etkilenme düzeyinizde son derece önemli bir belirleyicidir. Bireylerin kapitalist sisteme bağımlılığının iki yönü vardır. Bunlardan biri üretim ya da hizmet sunum sürecindeki konumu diğeri ise tüketici konumudur. Kapitalist üretim sürecinde bireysel olarak herhangi bir konum belirlemek çok mümkün değildir. Ancak üretim süreci üzerinde söz sahibi olabilmek sınıfsal bir bilinç içerisinde gerçekleşecek örgütlülük sayesinde mümkün hale gelebilir. O halde kapitalist sömürünün farkında olan ve buna karşı örgütlü mücadele içine girmiş olanlar en azından kriz ile dayatılacak koşullar karşısında direnç göstererek olumsuz etkiyi azaltabilir. Tüketim üzerinden kapitalist sisteme bağımlılık, sisteminin tüketim tuzağına düşülmesiyle olur. Kapitalizmin son 30 yıldır emek maliyetlerini düşürmek üzere izlediği düşük ücret politikasının ürün talebine olan olumsuz etkisini gidermek üzere iki önemli araç geliştirilmiştir. Bunlardan birincisi reklamcılıktır. Tüketim ihtiyacı yaratma işlevini yerine getiren reklamlar sayesinde yeni talep yaratılması sağlanmıştır. Bu talebin tüketime dönüşmesi için kullanılan diğer araç ise kredi mekanizmasıdır. Cebinde parası olmayanların borçlanarak tüketim yapmasını sağlamayı amaçlayan kredi sistemi son derece kolaylaştırılmış ve çoğu gerçek olmayan, reklamlarla yaratılmış ihtiyaçların bu yolla karşılanması sağlanmıştır. Özellikle orta ve düşük gelir gruplarını yani emekçi kesimleri hedefleyen bu tüketim arttırma yönteminin tuzağına düşmüşseniz yani, kredi kartı, otomobil, konut kredisi vs ile borçlanarak bankalar aracılığı ile kapitalizme bağımlılığınızı sıkılaştırmışsanız krizden en çok etkilenenlerin içinde yer alacaksınız demektir. Özetlersek; siyasi iktidarı ABD, AB, IMF, DB, DTÖ gibi ülke ve kurumlara bağımlı, onların dayattığı yeni liberal politikaların uygulandığı bir ülkede yaşıyorsanız krizden etkilemeniz kaçınılmazdır. Bunun ötesinde, kapitalizmin gerçek yüzünü hala algılayamamış ve ona karşı örgütlü bir mücadele içerisine girmemişseniz; bir de bunların üzerine tüketim tuzağına düşmüş ve uçana kaçana borç yapmışsanız yani, kapitalizmin ideolojik sarmalına da kapılmışsanız kriz karşısında işiniz zor demektir.